HÜKMÜN İCRÂSI VE CEZÂSININ İNFAZI

1883 Mü'minler arasındaki ihtilâf; afv, haklardan ferâgat veya sulh yolu ile giderilemezse, dava "Hüküm"le sonuçlanır!.. Hükümlerin icrâsı ve hadlerin ifâsını; hassasiyetle tâkip etmek görevi, kadı'ya (Hâkime) âittir. Had cezalarının nasıl infaz edildiğini "Ukûbatlar" bahsinde izah etmiştik!.. Burada hukuk davalarının hükümlerinin icrâsı üzerinde duralım.
1884 Kazâ işleriyle meşgul olan kimse (Kadı); tarafların getireceği delilleri, İslâm'ın kaynaklarını esas alarak değerlendirmek ve bir sonuca varmak zorundadır. Kur'ân, sünnet ve icmâ'ya aykırı olarak vermiş olduğu hüküm geçerli olmaz, o davaya yeniden bakılır.(257) Ayrıca kadı; müdâfaa ve murâfaa sırasında şer'i hududlara riâyet etmemiş ise ve bu husus kat'i olarak tesbit olunursa, şekil açısından karar bozulur. Bunun dışında kadı; hüküm verdikten sonra yanıldığını anlarsa, bizzat kendisi karara itiraz edebilir. Çünkü hakka dönmek, hatada ısrar etmekten çok daha hayırlıdır. Kadı'nın (Hâkim) şahsi kusurlarından dolayı ferd zarara uğramışsa; zararı gidermek Ulû'lemr'e düşen bir görevdir.(258) Zira insanlar; zarardan kurtulmak için kadı'ya mürâcaat etmektedirler. Burada şu inceliğe de, dikkat etmek gerekir. Kadı'nın (Hâkim'in) verdiği kararın bozulması ve muhâkemenin iadesi için; çok ciddi delillere ihtiyaç vardır. İctihad'a dayanan hususlarda; mahkemenin kararına itiraz edilemez.
1885 Günümüzde; suçun mâhiyeti ve işleniş şekli ne olursa olsun, lâik kanunlara dayanan mahkemeler, ferde "Hapis Cezası" vermektedirler. Her ne kadar; işlenen suçun durumuna göre hapis süresi farklılaşsa da, cezânın mahiyeti aynıdır. Farklı suçlara; aynı mâhiyette cezaların verilmesi ve bunların birarada tutulması; yeni yeni "Çete"leri ortaya çıkarmaktadır.(259) Ayrıca uzun yıllarını cezâevinde geçiren bir insanın; ruhi dengesinin darma-dağın olduğu da, bilinmektedir. İslâm fıkhında suçun farklılaşması, cezanın mâhiyetini değiştirir. Adam öldüren bir kimse ile hırsızlık yapan bir kimse, aynı cezaya çarptırılamaz!.. Şimdi İslâm fıkhında "Hapis Cezâsı" var mıdır? sualine cevap arayılım.
1886 Câhiliyye döneminde; Mekke'de hapis cezası yaygındı. İslâmi tebliğ başlayınca mürşiklerin, yeni müslüman olanların bazılarını, hapse attıkları bilinmektedir.(260) Resûl-i Ekrem (sav) Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke'li müşrikler tarafından hapse atılan bazı müslümanları kurtarması için Hz. Velid b. Mugire (ra)'yi câsus olarak göndermiştir. Hz. Velid b. Mugire (ra) Mekke'de elleri ve ayakları bağlı olarak hapsedilmiş iki müslümanı, bağlarını çözerek kurtarmıştır.(261)
1887 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hz. Yusuf (as)'un" kıssası beyan edilirken, onun hapishânedeki ilişkilerinden bilgiler verilir.(262) Yine mûteber tefsirlerde Nemrud'un; Hz. İbrahim (as)'i ateşe atmadan önce hepsettiği kaydedilmiştir. Zinâ edenlerle ilgili olarak gelen ilk Âyet-i Kerîme'de de; hapis cezasından bahsedilmektedir. Şimdi bu hususu kısaca izah edelim; Allahû Teâla (cc) "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâp edenlere karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, onları (zinâ edenleri) ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir (ceza) gösterinceye kadar, kendilerini evlerde hapsedin. Sizlerden fûhşu irtikâp edenlerin her ikisini de eziyyete koşun. Eğer tevbe edip, (nefislerini) islâh ederlerse artık onlara eziyyetten vaz geçin"(263) buyurmuştur. Hz. Ubâde b. Sabit (ra)'den rivâyet edildiği göre Resûl-i Ekrem (sav): "-Benden alınız, benden alınız!.. Allahû Teâla (cc) şüphesiz zinâ edenler için bir yol göstermiştir. Bekârın bekârla zinası yüz değnek ve bir sene sürgündür. Evlinin evliyle zinâsı yüz değnek ve recm'dir"(264) buyurmak suretiyle, hapis cezasının ve eziyyet'in nesh edildiğini açıklamıştır. Zinâ edenlerle ilgili olarak Nûr Sûresinde beyan edilen cezalar; bu Âyet-i Kerîme'nin hüküm olarak değiştirildiğinin delilidir.(265) Dolayısıyla zinâ edenlerin; ömür boyu evlerinde hapsedilmesi hükmü kaldırılmıştır.
1888 Resûl-i Ekrem (sav) döneminde hapishâne mevcut değildir. Mescidler ve dehlizler; suç işlediği zan edilen kimselerin tutuklandığı yerlerdir!..(266) Nitekim Resûl-i Ekrem (sav); bir cinâayet suçundan sanık olan Sumame b. Usâle (ra)'yi mescidin duvarına bağlamıştır.(267) Beni Kurayza yahudilerinden esir alınan kimseleri, bir ev içerisinde hapsetmiştir. Hz. Ömer (ra)'in dört bin dinara bir ev satın alarak; orayı hapishâne olarak kullandığı kaynaklarda yer almaktadır. Resûl-i Ekrem (sav) döneminde; elinde imkânı olduğu halde borçlarını ödemeyenlerin tutuklandığı bilinmektedir.(268) İbn-i Abidin: "Özel olarak ilk hapishâne yapan Hz. Ali (ra)'dir. Bu fûkaha'nın: "Hz. Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir devrinde hapishâne yoktu" sözüne de münâfi değildir. Çünkü o zaman insanlar mescidde veya bir dehlizde hapsediliyorlardı. Hatta Hz. Ömer (ra) Mekke'de dört bin dirheme bir ev satın aldı ve bunu hapishane olarak kullandı"(269) diyerek, gelişmeleri izah eder. Hz. Ali (ra) önce "Nâfi" adını verdiği, kamıştan bir hapishâne yaptırmış; fakat suçlular kaçtığı için, daha muhkem olarak "Mehis" cezâevini inşâ ettirmiştir. İbn-i Münzir "Borçlarından (Ödemediği için) kişi hapsedilir. Hz. Ömer b. Abdülaziz (rha) bu görüşe katılmaz ve onun (borçlunun) malının taksim edileceğini ve kendisinin hapsedilmeyeceğini söyler"(270) hükmünü zikreder.
1889 Hanefi fûkahası: "Bir zengin; karısına mehrini veya nafakasını vermezse, bu sebeble (vermesi için) hapsedilir"(271) hükmünde ittifak etmiştir. İslâm fıkhında hapis; başlı-başına bir cezâ değil, hakların iâdesi için bir vâsıtadır. İmkânı olduğu halde; başkasına aid bir hakkı ödemeyen kimse, bu sebeble tutuklanır. İçerde kalma süresi; imkânının olup olmadığını tesbit etmekle sınırlıdır. Fûkaha; bu sürenin; bir aydan, altı aya kadar olabileceği hususunda farklı rivayetlerde bulunmuştur. Essah olan kavle göre; şahısların durumuna vâkıf olan kadı'nın (Hâkim'in) süreyi tâyin etmesidir.(272) Zira borcunu; ancak kazanç elde ederek ödeyebilir. Bunun hapishane'de gerçekleşmesi ise; mümkün değildir.(273) Şurası da unutulmamalıdır ki; bir kimsenin borcundan dolayı hapsedilmesi, alacaklı durumunda olan müslümanların talebine dayanan bir hâdisedir. Alacak ve borç hususunda mü'minlerin nasıl hareket etmeleri gerektiği hususunda daha önce kısaca durmuştuk!..(274) Bilindiği gibi zekât verilecek sınıflardan birisi de; borçlulardır!.. Hatta Fûkaha'dan bazıları; borçluya zekât verilmesinin; fakir ve miskine verilmesinden daha evlâ olduğuna hükmetmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde, Hz. Ali (ra)'nin hilâfetine kadar; İslâm toplumunda hapishâne ihtiyacının olmaması da, önemli bir hadisedir.
1890 Feteva-ı Hindiyye'de Hapis Çeşitleri" şu şekilde izah edilmiştir.
Birincisi: Borç yüzünden; alacaklının mürâcaatı ve isbatı sonucu ortaya çıkan hapis!..Borçlunun; aile çevresi veya dostları borcunu ödeyebilecekleri gibi, alacaklı müddet vererek tutukluluğunu ortadan kaldırabilir. Kefil de; geçerlidir.
İkincisi: Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna taallûk eden hudud cezaları için tutuklama!.. "Ukûbat'lar" bahsinde; bu cezaların mâhiyeti ve uygulanma şekli üzerinde durmuştuk!.. Bunun belli bir süresi yoktur; ancak kısa zamanda sonuçlandırılması şarttır. Zira şüphe sanığın lehinedir.
  Üçüncüsü: Hem Allahû Teâla (cc)'nın hem kulun hukukuyla ilgili olarak tutuklama!.. Hadd-i Kazf, cinâyet vs..(275)

  Dikkat edilirse bunların hiçbirisi; belli bir süre ile sınırlı değildir. Dolayısıyla İslâm fıkhında; insan için asıl olan hürriyettir. Zira ruhlar aleminde gerçekleşen Mîsak sonucu insanın elde ettiği nimetlerden birisi budur!.. İmam-ı Muhammed (rha) "Herhangi bir sebeble tutuklanmış müslümanın; karısının belirli süreler içerisinde yanına girmesine müsaade edilmesi gerektiğini" beyan eder!.. Suçlu kimse; tahkir edilmediği gibi, herhangi bir eziyyet (Dövme, dille tecavüz vs.) yapmak da câiz değildir. Zira İslâm dini; suçun cezâsını tayin etmiştir. Ek bir cezâ vermek zulümdür.

 1891 Hz. Ömer (ra)'in "mü'minin sırtı yasak bölgedir. Yâni ona vurulmaz, kötülük edilmez" buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Yusuf (rha): "Hz. Ömer (ra) kendinden vaki olan bir zellesinden dolayı bir adamı dövdü. Adam Hz. Ömer'e: "-Şüphesiz ben şu iki adamdan birisi olmalı değil miydim? Bir adam bilmeyerek hata edince kendisine bilmediği husus öğretilir. Diğeri de hata etmiştir, afv edilir" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) adama: "-Doğru söyledin, benim de öyle yapmam gerekirdi. O halde kalk sen de benden hakkını al" diyerek özür diler."(276) Te'dib ve ta'zir için; şer'i bir hükmü uygulayan kimse dahi; mü'minlerin hassas bölgelerine vuramaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden biriniz dövdüğünde (Te'dib için) yüze vurmaktan sakınsın"(277) emrini vermiştir. Hadd cezâlarında dahi; göğüse, karına, başa, tenâsül uzuvlarına ve yüzüne kamçı vurulmaz.(278) Dolayısıyla gardiyanların; meşrû bir sebeb yokken, sırf suç işlediği gerekçesiyle tutukluları dövmeleri câiz değildir. İnsanların haksız yere dövülmeleri ve eziyete tâbi tutulmaları; büyük bir zulümdür. Kazâ işleriyle meşgul olan kimse (Kadı); cezâevlerinde meydana gelen her türlü zulmün, manevi mes'ûliyetine ortaktır. Çünkü haddlerin icrâ edilmesi ve hükümlerin uygulanmasından mes'ûl olan kendisidir. Gerektiği halde; icrâ kuvvetlerinden, yardım talebinde bulunur.