Babacığım Neredesin

ÖNSÖZ

Parçalanmış ailelerde çocuklar daha çok anneleriyle kalıyor, yani babasız büyüyorlar. Üstelik böyle aileler giderek çoğalıyor. Amerika´da çocukların yüzde 60´ı babası veya genellikle de annesiyle yalnız yaşıyor.
Bazen baba gurbete çalışmaya gidebiliyor, bazen hapse düşebiliyor veya nadir de olsa kaybolabiliyor. Yine kimi zaman da babanın vefatıyla çocuk babasız büyüyebiliyor. Yani çocuk yetim yetişiyor. Ancak akrabaların ilgisi ile çoğu zaman daha az problemle atlatılabiliyor. Osmanlı´nın halen devam eden bir eğitim kurumu olan Darüşşafaka 1873´te bu yüzden açılmış ve sadece babası olmayan çocukları kabul etmiş.
Günümüzde esas sorun, babanın mevcut olup da çocuğuna ilgi ve sevgisini yeterince vermemesiyle veya kötü örnek oluşuyla ortaya çıkıyor. Maalesef babalık görevi ihmal ediliyor.
Evet, zamanımızda ekmek aslanın ağzındadır. Geçim zordur ve bu yüzden babalar yoğun çalışmak durumundadır. Ancak çocuğunu ihmal derecesinde kendini işine verirse veya başka meşgalelere kayarsa, bu kez değişik problemler ortaya çıkmaktadır. Kitabımızda bunlara dikkat çekmek ve babayı tekrar aileye davet etmek istedik.
Okuyanların fark edeceği gibi kitap, eğitimci pedagog ve ruh hekimi olan iki yazar tarafından hazırlanmıştır. Anlatım, vaka, üslûp ve imlâ yönünden farklı olan bu bakış açılarının çelişki değil birbirini tamamlayan ve zenginleştiren unsurlar olduğunu düşünüyoruz.
Aslında babalık zevkli ve kolaydır. Çocuklarımıza içimizden geldiği gibi davranırsak en uygununu yapmış olacağımız kanaatindeyiz. Ancak önemli yanlışlara düşmememiz şartıyla. İşte elinizdeki kitapta hem ideal babalardan hem de babaların yanlışlarından ve bu yanlışlardan ortaya çıkan problemli çocuklardan bahsettik.
Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümü "Çocuğu anlamak" konusuna ayırdık. "Çocuğu eğitmek9´ başlıklı ikinci bölümünde babanın çocuk kimliği teşekkülündeki rolünü ve karşılaşılan problemleri inceledik. Son bölümde ise "Çocukların zararlı alışkanlıklardan korunması" üzerinde durduk.
Ek olarak, üç oğluna örnek bir baba olan üstad edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu´nun rahmetli babasının hatırasına yazdığı duygu yüklü şiirini verdik.
Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın yetişmesinde herkesin üzerine düşen görev ve yükümlülüklerini yerine getirmesi bu kitabın amacı ve temennisidir.
Yeni baskılarda değerlendirilmek üzere kitaba katkı, eleştiri ve sorularınızı bekliyoruz.
Adresimiz:
Doç. Dr. Sefa Saygılı
Fatih Ruh Sağlığı Merkezi
Akdeniz Cad. Battalgazi Sokak Sağlık Ap. No: 19-1
Fatih - İstanbul
Tel: 0.212 - 532 77 79 Faks: 0.212 - 635 97 94 Cep: 0.532 - 233 68 60
TAKDİM
Mustafa Miyasoğlu
Babamı Özlüyorum

İnsanlar, genellikle her zaman beraber oldukları varlıkların değerini yeterince bilemez. Bunun gerçekliği, aile hayatında daha belirgin bir tarzda yaşanır. Her gün görüştüğünüz ve bir arada olduğunuz için sık sık sürtüşüp çatıştığınız anne, baba, eş ve çocuklarınızdan uzaklaşmak zorunda kaldığınızı düşünün. Birden o insanların sizin için ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başlarsınız. Bir de onları kaybederseniz, artık kavuşmak mahşere kaldığından, kaybın içinizde doğurduğu boşluk giderek büyür, sonra da içinizi büyük bir acı kaplar.
Annesiz büyüyen çocuklar, bir tarafı yıkılmış ev gibidir. Çocukluğumuz yaz günlerini, beni çok seven ve erkek çocuğu olmayan dedemin çiftliğinde geçirdiğim için, anne eksikliğinin çocuklarda nasıl bir yara oluşturduğunu bilirim. En çok da bütün çocuklar oyunu bırakıp annesinin sesine koşarken, bir taşa oturup annemi özlediğim akşam üstlerinde ağlamaklı olduğunu hatırlarım.
Babalarını kaybeden çocuklar ise, damı çatısı çökmüş evlere benzerler. Kaç yaşında olursa olsun, babasını kaybeden insan, evini barkını kaybedenlerin ruh haliyle garip bir yetimlik duygusu yaşar. Yaş küçük olduğu ölçüde, yetimlik süreci büyüyeceği için bu duygu da o ölçüde yoğunlaşır. Babanız artık yoktur ve buna alışmak çok zordur. Yaşıtlarınız babalarıyla dolaştıkça babaları onların zor zamanlarında yanlarında oldukça, siz babanızın eksikliğini daha fazla hissedersiniz.
Edebiyatta baba muhabbeti
Âdem peygamberden beri, babaların oğullan üzerinde ayrı bir konumu vardır. Kabil babasının Allah´dan aldığı emre uymaz, kendisine verilene razı olmaz. Kardeşini öldürdüğü için de lanetlenerek kaybolur. Nuh Peygamber kendisine indirilen vahye uymayan oğlunu bile kurtaramaz. Bu yüzden şöyle bir atasözü var: "Atasını tanımayan Allah´ını tanımaz" Hz. İbrahim´in duasıyla Hz. İsmail ve Hz. İshak´ın soyu devam eder. Hz. Yakup’la Hz. Yusuf ‘un ilişkisi Hz. İbrahim´in kurban imtihanı gibidir. Yalnız ilim, aşk ve iman için baba emrinin terk edilmesi meşru görülür.
Homeros destanlarıyla Dede Korkut´tan beri babaların edebî metinlerde çok farklı bir yeri var. Babalar kitaplarda kurucu bir karaktere sahip görünüyor. Sophokles´in Kral Oidipus, Antigone ve Elektra, Shakespeare´in Hamlet ve Kral Lear adlı piyesleri; Balzac´ın Goriot Baba, Dostoyevski´nin Karamozof Kardeşler ile Turgenyef in Babalar ve Oğullar adlı romanları, dünya edebiyatının baba-evlât ilişkisini ele alan belli başlı edebî eserlerdir. Bizde Peyami Safa´nın Fatih-Harbiye romanı, babanın kız evlâdı üzerindeki ikaz ederek kollayıcı tavrını anlatırken; Necip Fazıl´ın "Bir Adam Yaratmak" adlı piyesinde, intihar etmiş bir babanın yazar olan tutkulu oğlu ile onun Ölüm Korkusu adlı eseri etrafında gelişen olaylar ışığında "yaratmak" kavramını idrak edişi felsefi bir mesele olarak ele alınır.
Bütün bu eserlerde, çoğu zaman anlaşılmaz bir kaderle babadan gelen irsî değerlerin sosyal çevreye başkaldıran evlâtta tezahür ettiğini görüyoruz. Bunlardaki babalar ve çocuklar zaman zaman birbirlerini anlamıyor, başkalarına aldanıyor veya vefasızlık gösteriyorlar. Kimileri babalarına ihanet ederken, kimileri de öldürülen babalarının intikamını almak için hayatlarını tehlikeye atabiliyor.
Demek ki, insanlar arasındaki fizikî veya biyolojik bağlar, sosyal ve metafizik değerleri de etkilemektedir. İnsanın genlerine sinmiş bir takım özellikler, onun şahsiyetini yönlendirmekte, bunlar daha sonra tavır veya eser olarak ortaya çıkmaktadır.
"Babam sınıfta kaldı"
Aziz Nesin´in "Şimdiki Çocuklar Harika" adlı kitabı, ilkokul çağlarındaki iki çocuğun aileleri hakkında birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşmaktadır. İnsan ilişkilerine daha çok muzır bir bakış açısıyla yaklaşan mizah yazan, kendi gözlemlerini iki çocuğun diliyle anlatırken, ana-babanın günlük çocuklara büyüklerinin hatalarını araştırma ve onları her fırsatta yalanlama alışkanlığı kazandırılıyor.
Babam Sınıfta Kaldı adlı çocuk kitabının adı, bende buna benzer bir çağrışım uyandırdı. Aziz Nesin´in çocuklarla toplumu uyandırmak şeklinde özetlenecek tavrının yanlışlığı, maalesef yeterince anlaşılamadığı için, 40 yıl boyunca pek çok yazan etkiledi. Kitaplar çocukları mutlu etmiyor artık...
Bir toplumu uyandırmak işi çocukların omuzlarına yüklenemez. Onları çok erken yaşlarda "Harikalar Diyarundan gerçek dünyaya indirmenin pek bir yaran yok. Babalarının güçlü olduğunu sanan çocuklara bunun böyle olmadığını söylemek, onları mutlu etmeyecektir tabii... Baba imajını bu tarz yayınlarla bozmaya çalışanların, anne-baba ayrı yaşayan bir "veledşâhî aile" hedefledikleri belli.
Kutsal kitabımızdaki hukuka riâyet eden, gönlü yaratıcının merhamet hissiyle dolu, yüreği iyilik ve fedâkârlık duygusuyla çarpan, Allah ve Peygamber yolunun güzelliklerini yaşayarak öğreten babamı, yeni nesillere örnek olarak hatırlıyor ve özlüyorum...
ÇOCUĞU ANLAMAK
Çocuğu Tanımak
Çocuğu anlamak ve onunla anlaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Çocukla yaşadığımız bütün çatışmaların temelinde onu yeterince tanımamak yatar. Vaktiyle çocuk psikolojisine ait okuduğum İngilizce bir kitapta yazar konuya İncil´den aldığı bir cümleyle başlıyordu. Hatırladığım kadarıyla cümle şöyleydi: "Eğer çocuğunuzla konuşurken ona benzemezseniz; gökler âlemi size kapanır." Peygamberimiz bunu daha sâde bir dille anlatır ve der ki: "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın."
Burada çocuklaşmaktan kastedilen şey, çocuk gibi davranmak değildir. Çocuklaşmak demek, onun zihin ve ruh yapısını bilmek ve buna göre davranmak demektir. Çocuğu eğitirken onunla yaşadığımız bütün çatışmaların ve problemlerin altında bu bilgisizlik yatar.
Evlenme çağına gelen çoğu gençlerimiz çocuk psikolojisine ve eğitimine dair hiçbir bilgiye sahip olmadan, bu konuda bir tek kitap okumadan evliliğe adım atıyorlar. Çocuk sahibi oldukları zaman da anadan babadan gördükleri gibi, geleneklere göre, onu eğitmeye çalışıyorlar.
Gelenekler çocuk eğitiminde karşılaştığımız bütün problemleri çözmeye yetmediği gibi; her geleneğin çocuk gelişimine uygun olduğu da söylenemez. Mesela, bazı ailelerde çocuğu sevmenin onu şımartacağı görüşü hâkimdir. Yine bazı ailelerde, ayıp sayıldığı için, anne babalar büyüklerin yanında çocuklarını sevemezler. Bilhassa doğu bölgelerimizde çocuk adam yerine konmaz. Aile meclisinde çocuğa söz hakkı verilmez. Çocuğun söze karışması ayıp sayılır. Baba çocukla konuşurken veya ona nasihat ederken çocuk cevap veremez, itiraz edemez ve kendini savunamaz. Bunu yaptığı takdirde, "Bak, utanmadan bir de cevap veriyor!" azarıyla karşılaşır.
Bunlar güzel geleneklerimize aykırı, çocuğun duygusal geleşimini engelleyen ve davranış bozukluklarına yol açan yanlış uygulamalardır.
Çocuk Gelişim Devreleri
Çocuğu gelişimi derken, sadece fiziksel gelişmeyi kastetmiyoruz. Çoğu zaman aile büyükleri, iyi beslenmiş, kilolu çocuğun annesini tebrik ederler: "Çok iyi bakmışsın; maşallah tosun gibi!"
Diğer taraftan, zayıf vücutlu bir çocuğun annesi ona iyi bakamadığı endişesiyle hep suçluluk duygusu içindedir. Aile büyükleri ve komşu kadınları da zavallı anneyi çekiştirmekten geri durmazlar.
Çocuğun kilosu ve boyu, beslenmeden ziyade soyaçekimle ilgilidir. Önemli olan çocuğun kilosu değil, sağlığıdır. Ancak daha da önemlisi, beden sağlığı ile birlikte ruh sağlığıdır. Öyle anneler vardır ki; elinde kaşık çocukla kovalamaca oynar. Ona bir kaşık fazla yemek yedirmeyi marifet zanneder. Çocuğa kilo kazandırmaya çalışırken, ruh sağlığını tehlikeye soktuğunu ve çocukla çatışmaya girdiğini bilmez.
Biz burada çocuğun fizik sağlığından ziyade ruh sağlığı üzerinde duracağız. Çünkü, ekseri anne babalar çocuğu iyi besleyerek, iyi giydirerek ve iyi bir okula göndererek görevlerini tam yaptıklarını zannediyorlar. Çocuğun ruhsal ve duygusal gelişimi hakkında bilgi sahibi olmadıkları için çocuğun dilinden anlamıyorlar.
Bir anne telefonda dört yaşındaki kızından şöyle yakınıyordu: "Doktor bey, bu çocuk beni deli edecek! Ne yapsam faydasız. Çok nankör bir çocuk. Onun için her fedakârlığa katlandığım, hiç bir şeyini eksik etmediğim ve onu çok sevdiğim halde beni üzmekten zevk alıyor. Çoğu zaman kendimi tutamayıp dövmek zorunda kalıyorum. Bazen, keşke onu doğurmasaydım, diyorum."
Kendisine yardımcı olmamızı isteyen anneye, bu işi telefonda halledemeyeceğimizi, görüşmemiz gerektiğini söyledik. Anneyle ve çocukla ayrı ayrı yaptığımız iki seanslık görüşmeden sonra konu açıklığa kavuştu. Anne özel bir bankada çalışıyordu. Bir sene önce kocasından ayrılmıştı. Çocuğu sabahlan bankanın kreşine bırakıyor; akşamlan alıyordu. Baba, mahkeme kararma göre, çocuğunu ancak hafta sonlan iki saat görebiliyordu. Çocuk bu görüşmeyle yetinmiyor; annesine sık sık babasının neden eve gelmediğini soruyor; onu özlediğini söylüyordu. Anne de çocuğu babadan soğutmak için; "baban beni sevmiyor; bizi terketti," diyor; bütün kötü huylarını sayıp döküyordu. Çocuktan aldığımız bilgiye göre, baba kızı ile beraber olduğu saatlerde hiç anneyi kötülemiyor; bilakis onun iyi bir insan olduğunu ancak buna rağmen anlaşamadıklarını söylüyordu.
Anne gerçekten çocuğunu çok seviyordu. Ancak bu egoizme dayanan hastalıklı bir sevgiydi. Onu kimseyle paylaşmak istemiyordu. Boşanmanın bütün suçunu babaya yükleyerek çocuğu kendi tarafına çekeceğini zannediyordu. Halbuki, çocuk baba ile beraberken çok mutluydu. Annesinden korktuğu için babaya olan sevgisini gizliyordu.
Çocuk, şuuraltında kurduğu mahkemede, anneyi suçlu bulmuştu. Yaptığı yaramazlıklarla onu cezalandırıyordu. Anneye bu gerçeği anlatmamız çok zor oldu. Çocuktaki değişmenin suçunu da babaya yüklüyordu. "Hayır, diyordu, ben bunu haketmedim! O adam beni terketmekle kalmadı; çocuğumu da benden kopardı."
Anneyi bu çaresiz duruma düşüren onun bilgisizliğiydi. Belki o da kötü bir insan değildi; ancak çocuk psikolojisini bilmemenin kurbanı olmuştu.
Aslında hanım ile bey anlaşamasa da çocuk için anne ve baba olarak önemlidirler. Bu yüzden çocuklarını iyi yetiştirmek isteyen ve bununla ilgili tavsiye teklif eden babalara, "ilk başta çocuğunuzun annesine saygı gösterecek, ona kıymet vereceksiniz" diyoruz. Tabii, soran anneyse bu kez babaya saygı ve kişiliğe değer verilmesi gerektiğini ifade ediyoruz.
Anne ile baba ayrılsalar bile çocuklarına birbirlerini kötülememeliler.
Tek Hücreden İnsana
Çocuk psikolojisini anlamak için, ana rahminden ergenliğe kadar, çocuğun geçirdiği gelişme devrelerini ve bu devrelere uygun davranış kalıplarını bilmemiz gerekiyor.
Çocuk, ana rahmine düştüğü andan itibaren hızlı bir gelişme içindedir. Her biri çocuk olmaya namzet binlerce sperma yumurta ile buluşmak ve döllenmeyi gerçekleştirmek için uzun bir koşuya çıkarlar. Koşuyu kazanan en güçlü sperma yumurta tarafından içeri alınır; diğerleri geri çevrilir.
Yumurta sperma ile buluştuktan sonra tek hücreden insana doğru akıl almaz bir hayat prosesi başlar. Döllenmenin hemen ardından hızlı bir hücre bölünmesi görülür. Her bölünmede vücut organlarından birinin taslağı ve plânı ortaya çıkar. İkinci haftanın sonunda bu mikroskobik hücreler yumağı (morula) yumurtalığı terkederek rahme iner ve rahim duvarına yapışır. Rahim duvarı ile embriyo arasında plesenta dediğimiz beslenme cihazı oluşur. Bölünme sırasında programlanan organ ve sistem
taslakları hızlı bir şekilde beslenerek olgunlaşmaya ve cenin de insan şeklini almaya başlar. Embriyo (cenin), rahim duvarına tutunduğu andan itibaren dış etkilere ve mekanik baskılara karşı korunmak üzere içi sıvı dolu çok sağlam bir torba içersine alınmıştır.
Embriyo, plesenta yoluyla doğrudan anneye bağlıdır ve onun kan dolaşımıyla beslenir. Bildiğimiz gibi, kanda vücut organlarının ve sistemlerin sağlıklı çalışması için çeşitli hormonlar bulunur. Hormon salgılayan bezlerin çalışması sinir sistemiyle yakın ilişki içindedir. Anne gebelik sırasında ağır ruhsal bunalımlar geçirdiği taktirde sinir sistemi bozulacak, bu da kana hormon salgılayan bezlerin çalışma düzenini etkileyecektir.
Aynı şekilde, plesentanın koruyucu düzenine rağmen, annenin uyuşturucu ve benzeri zehirli maddeler alması veya ağır bir ateşli hastalık geçirmesi halinde, cenin de kan yoluyla bundan etkilenecek ve belki de gelişim bozukluklarına mâruz kalacaktır.
Embriyonun ana rahminde ruhsal gelişimini etkileyen bir diğer faktör de annenin bebeği isteyip istememesidir. Bazen istenmediği halde kaza ile gerçekleşen gebelikler olur. Gebe kadın bu durumda kendisini anne olmaya hazır hissetmediği için embriyoya karşı bir isteksizlik duyar. İsteksizlik, kocaya karşı duyulan güvensizlikten ve evliliğin yürüyemeyeceği korkusundan da kaynaklanabilir. Bütün bu isteksizlikler annenin ruhsal yapısını bozar vp sinir sistemi yoluyla embriyonun gelişimini etkiler.
Doğum esnasında yaşanan zorlukların da bebek üzerinde derin etkileri vardır. Barsak dolanması, ters geliş, anneye uygulanan sezeryan ve anestezi gibi zor doğumlar bebekte büyük bir sarsıntı yapar. Doğum esnasında kalbin iki kulakçığı arasındaki kapak kapandığı için bebek nefes alarak akciğerlerini çalıştırması ve birkaç dakika içinde kan dolaşımını sağlaması gerekir. Bu nefes alma geciktiği oranda bebekte tedavisi zor sistem bozuklukları ortaya çıkar.
Doğumdan Üç Yaşına Kadar
Doğum sırasında yaşanan sarsıntılar, rahimde normal beslenen sağlıklı bebeklerde bile, sonradan ortaya çıkan zihin bozukluklarına, çırpınma ve kasılmalara (ihtilaçlara), baş dönmelerine, kısa süreli bilinç kayıplarına ve sara hastalığına yol açabilir. Bu yüzden doğumun mutlaka tecrübeli bir ebe tarafından veya doğum evinde yapılması gerekir.
İlk yaş, ilk keşiflerin yapıldığı hızlı bir hareketlilik dönemidir. Bebek önce kendi vücudunu keşfeder. Sonra annesinin memesini keşfeder ve emer. Görür, işitir, ışığı ve renkleri algılar. Elleriyle yoklar, dokunur, avuçlarıyla sıkar.
Doğumu takip eden ilk senede bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. En az ana rahmindeki kadar anneye muhtaçtır. Annesiz yapamaz. Bu sebeple, çalışan annelere, mümkün olduğu taktirde bir sene kadar işine ara vermesini tavsiye ediyoruz. Bebek çok iyi bakılıp beslense dahi anne yokluğunun verdiği güvensizliği bertaraf etmek mümkün değildir.
Yeni doğan bebek, durmadan yerinde kıpırdanır. Organlarını zevkle hareket ettirir. Bu beden hareketi, onun sinir ve kas gelişimi için çok lüzumludur.
Gereğinden fazla sıkı bağlanan kundaklar bebek hareketini sınırlayacağı için onu rahatsız eder.
Çocuk bir yaşına kadar sizi dinler ve hafızasındaki söz dağarcığını doldurur. Bir yaşına doğru sit kelimeleri kullanmaya başlar. İlk kelimelerin anne ve baba üzerinde uyandırdığı sevinci görür ve bundan büyük bir zevk alır. Bu zevk bir bakıma sizin insan üzerinde bıraktığı sihirli tesiri keşfetmiş olmaktan kaynaklanır. Böylece çocuk sosyalleşme yolunda ilk adımını atmış olur.
Çocuk sizin hiç önemsemediğiniz bir uyaranı karşısında büyük heyecana kapılabilir veya korkabilir Her şey onun üzerinde etki bırakır. Yeni gördüğü bir şey mesela bir hayvan, bir alışkanlığının elinden alınması mesela odasının değiştirilmesi veya bir yere giderken ilk defa komşuya bırakılması, anneden ayrılması, aniden sütten kesilmesi gibi şeyler çocuk üzerinde korkuya ve aşın heyecana sebep olabilir.
Ancak emekleyerek etrafını keşfetmeye ve ilgisini çeken şeylere dokunmaya çalışan bebek, on dördüncü ayına doğru yürümeye başlar. Konuşma ve yürüme yaşı bölgelere, iklimlere ve soya çekime bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Bu sebeple kesin rakamlar vermek doğru değildir.
Anne ile bebek arasındaki çatışma, çocuk yürü-j meye başladıktan sonra ortaya çıkar. Yürüyen çocuk, hızlı bir öğrenme sürecine girer. Gördüğü her şeye dokunmak, evirip çevirmek, yere atmak, dökmek, dağıtmak, sökmek, takmak ve böylece o şeyi hakkında bilgi sahibi olmak ister Büyük bir merakla keşfetmeye çalıştığı o şeyi elinden aldığınız zaman çok kızar; vermek istemez. Bir nesneye verdiğimiz kıymet soyut bir şeydir. Çocuk nazarında ucuz bir cam bardak ile çok pahalı bir kristal bardak arasında fark yoktur. Kınlan bir vazo ile sağlam vazo arasında da fark yoktur. Bunun içindir ki; pahalı bir şey kırdığı zaman ona gösterdiğiniz öfkenin ve kızgınlığın sebebini anlayamaz; paniğe kapılır.
Çocuğun zihin gelişmesi, duyularının ve kaslarının gelişmesinden ayrı bir proses değildir. Yürümesi, koşması, zıplaması, oyun oynaması bedenini ilgilendirdiği kadar zihnini de ilgilendiren bir faaliyettir. Çocuğun hareket alanı kısıtlandığı ve boş bir odaya kapatıldığı taktirde; beden gelişmesi kadar zihin gelişmesi de gecikme gösterir. Çocukta güvensizlik kompleksi başlar. Korku, saldırganlık, ürkeklik gibi negatif davranışlar geliştirir. Daha sonra aşağılık kompleksi, bir işe yaramama, bir iş becerememe gibi negatif duygular ortaya çıkar.
Peki, çocuğun bedenen, zihnen ve ruhen gelişmesi için onu tamamen serbest mi bırakmak gerekir? Dilediğini yapmasına, eline geçeni kırıp dökmesine, duvarları kara kalemle çizmesine, daha doğrusu bütün zorbalığına katlanmamız mı gerekir? Elbette hayır. En iyi çare, çocuğun yaralanmasına sebep olacak kesici ve kolay kırılabilen eşyayı göz önünden kaldırıp kilitli bir dolaba saklamaktır. Bazı anne babalar, çocuğu oyuncaklarla dolu bir odaya kapatarak problemi çözdüklerini zannederler. Oyuncakların gerçek dünyayla fazla bir ilgisi yoktur. Oyuncaklar, ancak çocuğun hayal dünyasını zenginleştirmeye ve onu eğlendirmeye yarar. Çocuk, gerçek hayat bilgisini oyuncaklarla değil; evin her tarafına yayılmış günlük eşyayı tanıyarak öğrenir.
Eğer çocuğun evde serbestçe dolaşmasına ve eşyayı tanımasına izin verilmez; hareketlerine devamlı müdahale edilirse, üç yaş buhranı dediğimiz çatışmalar başlar. Çocuk yapma dediğiniz şeyi inatla yapar, dokunma dediğiniz şeye ısrarla dokunur. Üstü tabaklarla dolu masa örtüsünü çeker; tabakların ve bardakların yere düşmesini zevkle seyreder. İşittiği azarlar, yediği dayaklar onu yola getiremez. Onu yola getirecek şey, sevgi, anlayış, sabır ve şefkattir.
Çocuğunuz sinirli midir? Ona sakin olmasını söylemenin ve azarlamanın bir faydası yoktur. Bağırıp çağırıyor veya tepiniyor ise; bırakınız bir süre daha tepinsin, enerjisini boşaltsın. Biraz sonra ona hoşuna giden bir rol vererek sakinleştirmeniz daha kolay olacaktır.
Bir baba akşam eve yorgun gelmiş, yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturmuş, kahvesini yudumlarken, gazetesini okumak istiyor. Bunu anlayışla karşılamak gerekmez mi?
Peki ya evin hanımı? O da akşama kadar ev işleriyle uğraşmaktan, çocukların arkasından koşturmaktan yorgun düşmemiş midir? Onun da bir koltuğa oturup televizyon seyretmeye veya kocasıyla sohbet etmeye hakkı yok mudur?
Çocuklar da okulda veya sokakta birçok olay yaşamış; başlarından ilgi çekici şeyler geçmiştir. Bunları babalarıyla paylaşmak istiyorlar. Babalan onları dinlemeyecek mi?
İşte size iç içe girmiş üç soru ve üç problem. Çoğu ailelerde bu problemler vardır ve herkes kendi problemini ön planda tutar; dilediğini yapmak ister. Baba, "Çekilin başımdan gazete okumak istiyorum!" der. Anne, "Gidin dersinize çalışın; sizinle uğraşacak halim kalmadı!" der. Çocuklar da gürültü yaparak veya birbirleriyle kavga ederek anne babanın ilgisini çekmeye çalışırlar. Bu gürültülü ortamda kimse rahat edemez. Çocuklara bağırıp çağırarak veya ceza ile korkutarak sükûneti sağlayamazsınız.
Problemi çözmenin ve herkesi memnun etmenin en güzel çaresi aile sohbetidir. Akşam yemeği sohbet için en uygun zaman ve mekândır. Böylece yemek daha zevkli geçer. Baba, önce anneye sonra çocuklara tek tek günlerinin nasıl geçtiğini sorar. Onları ciddiyetle dinler; heyecanlarını, sevinçlerini, üzüntülerini paylaşır. Baba tarafından ilgi gören çocuklar hem daha hızlı öğrenirler hem de kendilerine güvenleri artar.
Çocuğa saygı gösterilir mi? Evet, gösterilir. Çocuğu adam yerine koymak, ona zaman ayırmak, birlikte gezintiye veya çarşıya çıkmak, onu çarşı esnafıyla ve komşularla tanıştırmak, sorularına anlayacağı dille cevap vermek ona saygı göstermek demektir. Eğer siz çocuğun yaramazlıklarına katlanır buna rağmen sevginizi esirgemezseniz; o da koyduğunuz kurallara uyarak size saygı gösterir.
Oyuna, ilgiye ve sevgiye doymuş bir çocuğa, ´Haydi uyku zamanı geldi!" dediğiniz zaman yatağa gitmekte zorluk göstermez. Çocuğa kaşıkla veya çatalla yemek yeme, ellerini yıkama, tuvalet ihtiyacını haber verme gibi belli alışkanlıkları kazandırmaya çalışırken de çok sabırlı ve anlayışlı olmamız gerekir.
Oyun, çocuğun sadece fiziksel gelişimi için değil, aynı zamanda zihinsel gelişimi için de çok önemlidir. Oyun, çocuğun en ciddi işi ve en aktif öğrenme mekanizmasıdır. Oyun sırasında rahatsız edilmekten hoşlanmaz. Üstünü başını kirleteceği endişesiyle çocuğun oyununu müdahale etmek ve sınır koymak doğru değildir. Çocuk ilk üç yılda canlı cansız ayırımı yapmaz. Oyuncaklarıyla canlı birer varlıkmış gibi konuşur. Bu sizi şaşırtmamalıdır. Bazen anne ve babanın da oyuna katılmasını ve rol almasını isteyebilir. Anne ve baba çocuğun bu isteğini geri çevirmemeli; verdiği rolü en iyi şekilde oynamalıdır.
Anne babanın çocuğa resimli hikâye kitapları okuması dil gelişimi açısından çok faydalıdır. Bu dönemde anneyi rahatlatmak ve çocuğun özgür yetişmesini sağlamak görevi yine babaya düşüyor.
Çocuğun okula iyi bir başlangıç yapması ve başarılı olması, okul öncesi tecrübelerin zenginliği ile doğru orantılıdır. Ana okuluna gitmemiş, annenin dizi dibinden ayrılmamış, arkadaş grubuna katılmamış bir çocuğun okul hayatına alışması çok zordur. İlk günlerin paniği, zamanla okul korkusuna dönüşebilir. Ayrıca ömür boyu annesine bağlı kalmak gibi bir problem de ortaya çıkabilir. Üç yaşına kadar, babasıyla fazla ilişki kurmamış bir çocuğun annesinden ayrılması daha zordur. Oysa babasıyla güçlü ilişkileri olan bir çocuk bu aşamayı daha sorunsuz atlatır.
Dört Yaşından Yedi Yaşına Kadar
Eğer bir çocuk üç yaş dönemini buhransız ve önemsiz çatışmalarla atlatmış ise; ikinci çocukluk çağı dediğimiz 4-7 yaş dönemini daha istikrarlı geçirmesi beklenir. Ancak çocuğun benmerkezciliği (egosantrizmi) devam eder. Çocuktaki benmerkezcilik, her davranışta bilinçli olarak kendi çıkarını gözeten bir egoizm değildir. Çocuğun kendisini dünyanın merkezinde gördüğü, canlı cansız ayınım yapmaksızın her şeyi ve herkesi kendisine göre algıladığı bir özelliktir. Çocuk kardeşiyle konuşurken anne ve baba için, ´babam, annem’ der; ´babamız, annemiz’ demez. Küçük bir çocuğun oyuncağını kardeşiyle paylaşması beklenemez. Vermek istemez; ´benim!´ diye tutturur. Bu ben merkez duygusu, hızlı öğrenmede ve kişilik gelişiminde önemli bir rol oynar.
Yedi yaşına kadar bir çocuğa sorduğunuz şu sorulara aşağıdaki cevapları almanız mümkündür:
~ Ahmet, senin erkek ve kız kardeşiniz var mı?
~ Evet, Kenan adında bir erkek, Ayşe adında birj kız kardeşim var.
- Kenan´ın kaç erkek ve kaç kız kardeşi var?
- Onun Ayşe adında bir kız kardeşi var.
- Peki, Ayşe´nin kaç erkek kardeşi var?
- Onun Kenan adında bir erkek kardeşi var.
Çocuk henüz kendisini dünyanın merkezinde gördüğü ve ondan ayıramadığı için adı geçmedi.Hiç bir yerde kedisini hesaba katmamaktadır.
Benmerkezcilik duygusu yedi yaşından sonra aynı şiddette devam ederse; bencilliğe dönüşebilir.Anne babanın buna dikkat etmesi ve beş yaşında sonra yavaş yavaş, özendirerek, çocuğa paylaşma yardımlaşma duygularını kazandırmalıdır.
Kırıldığında kendisine ve etrafına zarar verebilecek şeyleri ondan saklamak (elinden alıp gözü önünde saklamak değil) kazaları önlemek bakımından gereklidir. Ancak o yine de bazı şeyleri bulup önüne geçilmez o keşif duygusunu tatmin etmeye çalışacaktır.Çocuğu ev eşyasına zarar vermekten alıkoymanın en iyi çaresi, onu günlük hayatınıza katmak ev işlerinde küçük görevler vermektir. Çocuk psikolojisi bilmeyen bir anne, sofrayı hazırlarken eteğine dolaşan çocuğu; "Ayaklanma dolaşma, görmüyor musun işim var, git oyuncaklarınla oyna " diyerek kazaya davetiye çıkarır. Çocuk kendisinin dışlanmasına katlanamaz; masa örtüsünü çektiği gibi üstündekileri yere boşaltır. Halbuki psikoloji bilen bir anne; "Gel yavrucuğum bana yardım et; şu bardakları ver de masaya koyayım," der. Böylece hem çocuğa güven duygusu kazandırmış hem de muhtemel bil kazayı önlemiş olur.
Çocuklar cepli elbiseleri çok severler. Onun için cepli bir keten pantolon, cepsiz bir kadife pantolondan daha kıymetlidir. Ceplerini ıvır zıvırla doldurmasına kızmayın. Bırakım onun da kendisine ait bir-şeyleri olsun. Bizim okulda teorik olarak zorla vermeye çalıştığımız az-çok, uzun-kısa, büyük-küçük kavramlarını o biriktirdiği ve köşelere sakladığı bu özel eşyayla çok daha iyi öğrenecektir.
Çocuk kendisine gereken bilgileri doğal şekilde almalıdır. Her bilginin yaşı ve zamanı vardır. Altı yaşından önce okuma yazma öğretmeye çalışmak, çocuğu okuldan soğutmaktan ve merak duygusunu köreltmekten başka bir işe yaramaz. Çocuğun sormadığı ve merak etmediği konulan zorla beynine doldurmak çok tehlikeli bir girişimdir. Bu girişimde bulunan çok anne ve baba tanıdık. Böyle anne babaların elinde aptallaşan zeki çocukların sayısı az değildir.
Ülkemizde neden çok az sayıda kitap ve gazete okunduğunu hiç merak ettiniz mi? Bunun tek sebebi okullarımız ve yanlış eğitim sistemimizdir. Okullarda, elli-altmış kişilik sınıflarda, yanlış eğitim metotlarıyla, öğrenmeye hiçbir katkısı olmayan ödev yığınlarıyla çocuklarımız aptallaştırılıyor. Kitap okumaktan nefret ediyorlar.
Sinir Sisteminde ve Duyularda Gelişme
Çocuğun oyuna ve öğrenmeye doymak bilmediğini anlamak için onun yüzüne bakmak yeter. Ağzı hep yan açıktır; yutmaya ve emmeye hazır bekler. Burun kanatlan geniş bir şekilde açılmış; kana yeterince oksijen sağlamaktadır. Gözlerini dört açmış etrafında olup bitenleri görmek için pusuda beklemektedir. Kepçe kulakları bütün sesleri almaya hazır. Çocukta beden ve duyular birlikte gelişir. Yeterince hareket edemeyen çocuğun sadece vücudu değil, duyulan da yavaş gelişir.
Üç yaş çocuğu yerinde duramaz. Onu beş dakika sakin oturtmak imkânsızdır.Mutlaka hareket edecek; bir şeylerle oynayacaktır. Hareketli halk arasında "yaramaz çocuk" denir. Eğer çocuğunuz yaramazlık yapmıyor; bir köşede uslu uslu duruyorsa mutlaka psikolojik bir problemi vardır. Hareket etmeyen ve yerinde uslu uslu oturan çocul duyularını dış dünyaya kapatmış; içe dönmüş demektir.İçe dönük çocuk ağzı kapalıdır. Burun delikleri dardır. Göz kapakları ve çatık kaşları gözler yarı yarıya gizlemiştir. Bazı anne babalar uslu çocuklarıyla övünürler: "Benim çocuğum çok usludur. Hiç yaramazlık yapmaz. Otur, dediğim yere oturur; hiç sözümden çıkmaz," diyen bir anne veya baba, aslında, "Benim çocuğum ruhen sağlıksız demektedir.
Özellikle parkları ve oyun yerleri az büyük şehirlerin kutu gibi apartman dairelerinde, daracık mekanlarda yetişen çocukların hareketli ve "yaramaz" olmaları neredeyse kaçınılmazdır.

Zihin Gelişimi
Çocuk beş yaşına kadar soyut şeylere karşı ilgi duymaz. Çünkü zihin kapasitesi henüz soyut şeyleri kavrayacak olgunluğa erişmemiştir. Çocuk içinde bulunduğu anı yaşar ve kavrar. Onun zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavramları yoktur. Bu sebeple "dün, yarın, bugün" kelimeleri onun için bir anlam taşımaz. Bu kelimeleri sadece siz kullandığınız için kullanır. Çoğu zaman bunları birbiriyle karıştırır.
Çocuk, gördüğü ve dokunduğu somut (nesnel) şeylerle ilgilenir. Onun "neden, niçin" le başlayan sorularına cevap ararken bu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız. Çocuk ayrıca rüya ile gerçeği de birbirine karıştırır. Eğer olmamış bir şeyi olmuş gibi anlatıyor veya sık sık hikâye uyduruyor ise; muhtemelen size gördüğü rüyayı anlatıyordun
Çocuğun bedeni gibi, zihni melekeleri de hareket halindedir. Dört yaşına kadar ona zaman kavramını anlatamazsınız. İstediği bir şeyi "dün vermiştim," veya "yarın vereceğim," deseniz bile o istemeye devam eder. Çocuk zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavranılan bir anlam taşımaz; o sadece içinde bulunduğu anı yaşar. Zaman kavramını ve saat okumayı ancak 4-7 yaşları arasında öğrenebilir. Zamanı ifade eden saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve sene gibi kavranılan doğru olarak ancak 8 yaşından sonra kullanabilir.
Çocuk bize ve kendisine zararı olmayan bir şeyle meşgul iken, onu kendi haline bırakalım. Bazı anne babalar kendilerini çocuk yerine koyamadıkları için o anki meşguliyetini çok basit görüp dikkatini kendilerince daha faydalı olan bir işe çevirmek isterler. Bu çocuk psikolojisine aykırı, anlamız bir müdahaledir. Bırakınız çakıl taşlarını incelemeye ve mutlu olduğu meşguliyetine devam etsin; ona güneş ışınlarını ve gölgeyi anlatmaya çalışmayın.
Dil gelişimi üç yaşından itibaren başlar. Beş yaşına kadar dil henüz çocuk için monologdan ibaret basit bir oyundur. Yani egosantrizm (benmerkezcilik) dil alanında da devam eder. Çocuk konuşurken başkalarının kendisini dinlediklerine ve anladıklarına pek aldırış etmez. Çoğu zaman konuşmasını yarıda keserek başka bir işe yönelir.
Üç- beş yaşlan arasında iki çocuğun konuşmasını dinlediğinizde, konuşmanın diyalogdan ziyade iki ayrı monolog şeklinde yürüdüğünü göreceksiniz. Her çocuk aynı konu üzerinde kendi dünyasını anlatır. Cümleler arasında bir mantık bağı yoktur.
Çocuk sembollerin işaret ettiği anlamlan ancak yedi yaşından sonra kavrayabilir. Yazı ve rakamlar birer semboldür. Çocuk harflerin sesleri, rakamların da sayıları sembolize ettiğini ancak soyut düşünme melekesini kazandığı zaman anlayabilir. Çocuk psikolojisi alanında araştırmaların yetersiz olduğu atmışlı yıllarda yazı öğretimi tümevarım metoduyla öğretilmeye çalışılıyordu. Yani önce harfler öğretiliyordu. Sonra sırasıyla hecelere, kelimelere ve nihayet cümleye geçiliyordu.
Öğrenme psikolojisi alanında çalışmalar ve araştırmalar ilerledikçe bunun çocuk zihin gelişimine uygun bir metot olmadığı anlaşıldı. Yerine çok daha kolay ve pratik olan tümdengelim metodu uygulanmaya başlandı. Yani okuma ve yazıya doğrudan cümle ile başladılar. Eski metotla öğrenen anne babalar bunu çok yadırgadılar. Çocuklarına yardımcı olmaya çalışırken, farkında olmadan, onların işlerini zorlaştırdılar.
Aynı problem çocuk eğitiminde de geçerli. Avrupa ülkelerinde ve Amerika´da, evlenmeye niyetlenen gençler, akşamlan Anne Baba Okulları´na giderek çocuk psikolojisi ve eğitimi konularında ders alıyorlar. Türkiye´de, her bilimsel alanda olduğu gibi, maalesef bu alanda da yeterli çalışmalar yok.
Sosyalleşme ve Ahlâk Duygusu
Beş yaşına kadar çocuğun dünyasını ona bakmakla yükümlü anne, baba ve aile büyüklerinden ibaret 3-5 kişi doldurur. Üç yaşına kadar bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. Atalarımız, "Anasız kuzu melemez," sözüyle bunu çok güzel ifâde etmişlerdir. Annesiz veya anne ilgisinden yoksun bir çocuk, doğumdan üç yaşa kadar olan dönemi hem fiziksel hem de ruhsal yönden gelişme bozukluğu içinde geçirir. Ondan sonra en iyi kurumlarda yetiştirilse dahi tam olarak sosyalleşemez.
Çocuğun sosyalleşmesi, ancak beş yaşından sonra, yani çevresinin genişlemesiyle başlar. Aile çevresi ne kadar geniş olursa, çocuk o kadar hızlı sosyallesin Yine de dil gelişimi ile sosyalleşme arasında bir parallellik vardır. Başkalarıyla ilişki kurmak ve onlarla anlaşmak için diyaloga girmek gerekir. Diyalog, başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmek ve öğrenmeye çalışmak, aynı zamanda kendisinin de başkaları için ne düşündüğünü ifade etmek demektir. Halbuki, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, beş yaşına kadar çocuk sıkı bir be-merkezcidir; başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmez. Bu sebeple, beş yaşına kadar çocuk aile üyelerinden başkasına fazla ilgi duymaz. Komşu hanımın kucağında üç-beş dakikadan fazla duramaz; annesini ister.
Beş yaşına kadar bir çocukta ahlâk anlayışı, mantıkî olmaktan çok anneyi ve babayı taklit ederek kazandığı alışkanlıklar şeklindedir. Ancak utanma duygusu diğer ahlaki duygulardan biraz farklı. Çocuk üzerinde yapılan deneyler utanma duygusunun yaratılıştan geldiğini ve diğer ahlâki duygulardan daha güçlü olduğunu gösteriyor. Bu sebeple, çocuktaki utanma duygusunun anne ve baba tarafından dikkatli kullanılması gerekiyor. Hiç unutmuyorum. Küçükken dedemin bana sorduğu bir bilmece vardı: "Allah´tan korkmaz, cennete gider. Bil bakalım o kimdir?" Bilemediğim zaman gülerek şöyle demişti: "O, sensin." Ve sonra o bal akan diliyle açıklamasına geçmişti: "Bîr çocuk Allah´tan korkmaz; ama cennete gider. Neden? Çünkü Allah, çocukları sever ve ergenlik çağma gelinceye, yani bıyıklan çıkıncaya kadar onlara günah yazdırmaz. Ya Alişim, işte böyle: Çocuklar günahsız birer melektir. Çocukları seven ve onlara günah yazdırmayan Allah´tan hiç korkulur mu? Korkulmaz, korkulmaz Alişimin
Dedem iyi bir müslümandı. Bilinçli olarak bana önce cenneti olan Allah´ı anlatmış ve O´nu sevdirmişti. Biz de çocuklarımıza evvela cenneti olan Allah´ı anlatmalıyız. Eğer böyle yapmaz, bazı bilinçsiz anne babalar gibi, çocuğun her yaramazlığını ´ayıp ve günah´ sözcükleriyle değerlendirir; Allah ve cehennemle korkutursak; farkında olmadan suçluluk duygusu aşılamış, onu dinden soğutmuş oluruz.
Öğrenmek demek hareket demektir. Çocuk, hareket etmeden nasıl öğrenecek, çevresini nasıl keşfedecektir? Çocuk, yaramazlık olsun diye hareket etmez. "Yapma!" dediğiniz şeyi yaparken aslında maksadı sizi kızdırmak veya sözünüzü dinlememek değildir. Denemek ve "yapma" dediğiniz o şey hakkında bilgi edinmek istiyor. Eğer yaptığı hareket büyük bir zarara sebebiyet vermeyecekse, bırakın yapsın. Yoksa etraf dağılacak, üstü başı kirlenecek gibi sudan sebeplerle hareketlerini kısıtlarsanız, hem çocuğun öğrenme hızı düşer hem de aranızda çatışmalar başlar.
Siz anne baba olarak her zaman doğru olan şeyleri telkin edin. Ancak çocuğun hür iradesini tamamen elinden almayın. Bırakın, deneme-yanılma yoluyla bazı şeylerin doğru veya yanlış olduğunu kendisi keşfetsin. O zaman telkinleriniz daha tutarlı ve daha kalıcı olur.
İşte bunun için sadece annenin değil babanın da çocuğa ilgi ve sevgi göstermesi, zaman ayırması gerekir. Çocuk, babasıyla iletişime girdikçe çok şey öğrenecektir.
Çocuk Nasihattan Nefret Eder
Çocuğun nasihatten hiç hoşlanmadığını, hatta nefret ettiğini biliyor musunuz? Evet, nasihat kadar çocuğu kızdıran bir şey yoktur.
Olumsuz davranışların önüne geçmek için uzun uzadıya mantıklı açıklamalar yapmanız gerekmez. Bunları onaylamadığınızı ve benimsemediğinizi söylemeniz yeter. Bir baba bu tavsiyelerimiz üzerine şu soruyu sormuştu: "Peki, çocuk sürekli olumsuz davranışlar gösterirse; bunun önüne nasıl geçebilirim?"
Babanın sorusu disiplin konusunu gündeme getiriyordu. Disiplin, eğitimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Disiplinden kastettiğimiz şey, bütün iyi niyetimize ve hoşgörümüze rağmen çocukta ortaya çıkan olumsuz davranışlara karşı tavır almaktır. Bu tavrın her zaman için kinci ve dayağa yönelik olması gerekmez. Cezanın pek çok çeşidi vardır. Üzüldüğünüzü söylemek, kısa bir süre küsmek, surat asmak, yan bakmak gibi tavırlar da birer cezadır. Bunların yetmediği yerde, yani olumsuz davranışın size yönelik olması halinde, onu bir süre için sevdiği şeyden mahrum edebilirsiniz. Ancak âdil davranmaya, cezanın suça eşit olmasına dikkat etmelisiniz. Kızgınlık anında verdiğiniz ağır bir ceza çocuğu ruhen incitebilir.
Disiplin, bir yönüyle, çocuğu ciddiye aldığınızı yâni ona değer verdiğinizi gösterir. Çocuğun olumsuz davranışları her zaman kural çiğnemeye yönelik olmayabilir. Unutmayın; çocuk iyi bir deneyci ve gözlemcidir. Sık sık yaramazlıklar yaparak sizin kendisini ne kadar sevdiğinizi ve ne kadar önemsediğinizi dener.
Ceza, suçun hemen arkasından gelirse etkili olur. Geciktirilen cezanın fazla etkisi olmaz. Devamlı ertelenen cezalar ve kuru tehditler hiç bir işe yaramaz.
Dört-yedi yaş arası dönem, ahlâk eğitiminin yerleştiği çok önemli bir dönemdir. Çocuk, ailede ve toplumda hoş karşılanmayan bazı şeyleri yapamayacağını, ancak bizim kararlı tutumumuz sayesinde öğrenecektir. Ancak, görgü kurallarının bütünü ahlâk sınırlan içine girmez. Özür dilememek ve teşekkür etmemekle, hırsızlık yapmak ve yalan söylemek aynı şey değildir. Görgü kurallarında çocuğu fazla zorlamak doğru değildir. Bir büyüğün verdiği hediyeye karşılık çocuğun teşekkür etmesi güzel bir davranıştır. Ancak bunu büyüğün yanında çocuktan istemek ve ısrarla; "Amcaya teşekkür etsene!" demek onu küçük düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çocuk aynı zamanda iyi bir taklitçidir. Hoşuna giden sözleri ve davranışları taklit etmekten zevk alır. Sizin birine teşekkür ettiğinizi ve onunda bundan çok hoşlandığını gördükçe o da teşekkür edecektir.
Görgü kuralları, taklide dayanır ve yaşanarak öğrenilir. Bu kurallar toplumdan topluma değişir ve tam bir mantığı yoktur. Amerika´ya gittiğimde ilk haftalarda tuhafıma giden çok şeyler görmüştüm. Mesela, Amerikalı hoca sınıfta -affedersiniz- sesli bir şekilde yelleniyor, ancak özür dilemiyordu. Fakat aynı adam konuşurken öksürüğü gelince özür diliyordu. Tahtayı silmeye kalktığım zaman bütün öğrenciler bana gülmüştü. Meğer orada öğrenciler hiç tahta silmezmiş; bu öğretmenin göreviymiş, onun için para alıyormuş.
Yedi Yaş Buhranı
Çocuk yedi yaşına doğru yavaş yavaş aileye ait benlikten yani benmerkezci kişiliğinden sıyrılarak sosyal benliğe adım atar. Çocuğun fiziksel ve zihinsel gelişimi normal olsa dahi, sosyal benlik ancak aile dışındaki dünyaya çıkarak gerçekleşebilir. Annesinin dizi dibinden ayrılmamış, el bebek gül bebek büyütülmüş, her ihtiyacı anne ve baba tarafından karşılanmış, ana okulu tecrübesi olmayan bir çocuk ansızın girdiği okul çevresine uyum sağlamakta zorluk çekecek ve yedi yaş buhranı dediğimiz problemi yaşayacaktır.
Altı-yedi yaşlarından itibaren çocukta yeni davranış biçimleri ortaya çıkmaya başlar. Bunların başında kardeş anlaşmazlıkları gelir. Anne baba ile iyi bir diyalog kuramayan ve onlarla rahat konuşamayan çocuklar, kardeşlerini kıskanarak sıkıntılarını belli ederler.
Kardeşlerini kıskanan ve onlarla devamlı kavga eden çocuklar, anne babanın sevgisinden şüphe eden çocuklardır. Çocuğu içten içe kemiren ve ruh sağlığını bozan bu şüphecilikten kurtarmanın yolu,
ona ailede önem verildiğini hissettirmek ve daha fazla sevmektir. Ancak bunu yaparken sevgi paylaştırmada âdil davranmalı; diğer çocukları ihmal etmemelidir.
Kekemelik olayı daha çok yedi yaş buhranı sırasında ortaya çıkmaktadır. Kendine güveni olmayan çocuğun üzerine gidildiğinde, ondan kapasitesi üzerinde basan beklenildiğinde, köşeye sıkışan kedi psikolojisine girecektir. Ne yapacağını, nasıl kaçacağını, nereye sığınacağını bilemeyen kedi gibi şaşırıp kalacak ve kekelemeye başlayacaktır. Kekemelik solak çocuklarda daha sık görülür. Çocuk doğuştan solak olduğu için, okul çağına kadar sol elini kullanmaya alışmıştır. Öğretmen onu sağ elini kullanmaya zorladıkça ve anne baba da aynı istekte bulundukça çocuğun kekemeliği artar.
Yedi yaş buhranı geçiren bir çocuk, bilinçsiz olarak, sıkıntısını bastıracak yollar bulur. Bazen babası veya ağabeyi kendisine nasıl dayak atmışlarsa, o da küçük kardeşini veya evin kedisini döver. Haksız yere dayak yediklerine inanan mutsuz çocuklar şefkatli değillerdir. Mahallede kedi-köpek kovalayan, kuyruklarına teneke bağlayarak onlara işkence eden veya karınca yuvalarını bozan çocuklar, kesinlikle yedi yaş buhranını atlatamayan mutsuz çocuklardır.
Yedi yaş buhranının tezahürleri farklı farklıdır. Kimi çocuklar, evin ya da bahçenin kuytu bir köşesine sığınır. Orada, kimsenin görmesini istemediği ve düşmanca bakışlardan gizlediği renkli cam parçalan, çakıl taşlan, mandallar, misketler, düğmeler ve birbirini tutmaya bir sürü ıvır zıvırla dolu bir hazine kurar. Kimi çocuklar, ailesinden bulamadığı yakınlığı ve itibarı sağlamak için arkadaşlarına cömertçe hediyeler verir. Evden çaldığı paralarla sakız, şeker, simit, çukulata gibi Çocukların ilgisini ve iştahını çeken şeyler satın alır; arkadaşlarına dağıtır.
Yedi yaş buhranını güçlendiren bir başka etken, okula başladığı zaman yaptığı keşiftir. O zamana kadar Çocuğun gözünde baba en güçlü ve en bilgili kişi, anne de en mükemmel kadın idi. Ancak, öğretmeniyle ve okul müdürüyle tanıştıktan sonra, babanın ve annenin bilgili kişiler olmadığını; onlardan daha bilgili kişiler bulunduğunu keşfeder. Anne baba arasında geçen tartışmaları ve geçimsizlikleri farkeder. Bu keşif ve farkına varış, çocukta derin bir iç sıkıntısı ve ahlâk buhranı doğurur. Daha önce anneden ve babadan hiçbir şey gizlemeyi düşünmüyordu. Çünkü, onlar her şeyi bildiklerine göre, onun ne yaptığını ve ne düşündüğünü de bilirdi. Çocuk, ailenin dışına çıktıktan sonra onları denemek için, artık bazı şeyleri gizlemeye ve ilk yalanlanın söylemeye başlar.
Anne babanın birbirine karşı saygılı ve Allah inancının güçlü olduğu ailelerde yedi yaş buhranı kolay atlatılır. Çünkü o ailede adalet vardır; kimseye haksızlık yapılmaz. Dürüstlük, sevgi, yardımlaşma ve şefkat vardır. Çocuğa, "Her şeyi bilen yalnız Allah´tır," fikri aşılanmıştır. Anne ve baba, bazen, çocuk tarafından kendilerine soru yöneltildiğinde;"bilmiyorum" deme dürüstlüğünü göstermişlerdir.
Çocukta kişilik gelişimi çok önemlidir. Evde, her çocuğun kendisine ait bir odası, bu mümkün değilse, bir dolabı olmalıdır. Şahsi eşyalarını koyacağı ve kimsenin karıştırma hakkına sahip olmadığı çekmeceli masası olmalıdır. Eğer çocuğun sahip olduğu ve sır gözüyle baktığı şeyleri saklayacağı bir yeri olmazsa; o bunları kalbinde saklar ve kalbini anahtarla kitleyerek size kapalı tutar.
Anne-baba birbirlerine karşı saygılı değilse ve karşılıklı hakaretlere varan tartışmaları çocuğun yanında yapıyorlarsa durum vahim demektir. Çünkü çocuk, anne-babasının kişiliklerini yüceltmiştir ve onları örnek alıp davranışları taklit yoluyla kimliğini oluşturmaktadır.
Bilge Bahçıvan
Orhan adında, başını kitaptan kaldırmayan, okuma delisi bir adam tanımıştım. Bu adamın, Burçin isminde, sevimli ve zekî bir kız çocuğu vardı. Baba, daha çocuk konuşmaya başlar başlamaz ona resimli ABC kitapları aldı. Kısa zamanda çok şey öğretme hevesine kapıldı. Burçin yeni birşeyler öğrendikçe, baba sevinçten uçuyor; önüne gelene kızının ne kadar akıllı olduğunu anlatıyordu. Adam, sanki çocuğunu sevimli ve güzel olduğu için değil, çok şey öğrendiği için seviyordu. Kızcağız da baba sevgisini kaybetmemek için var gücüyle çalışıyordu.
İşin daha da tuhaf tarafı, çocukların okulda cümle ile yâni tümden gelim metoduyla okumaya başladıklarını bilmeyen Orhan bey, Burçin´e harfleri öğreterek işe başladı. Çocuk harflerin adını ezberledikçe ona bir ödül veriyordu. Sıra rakamları ezberlemeye gelince, kızcağız, bu sembollerin nasıl sayı ifâde ettiğini bir türlü anlayamıyordu.
Bütün zorluklara rağmen, Burçin beş yaşma geldiği zaman çok düzgün okuyabiliyordu. Bu arada yazı çalışmaları da devam ediyordu. Altı yaşını bitirdiği zaman, artık okur yazar bir çocuktu.
Babası, Burçin´i okula kaydettireceği gün, onu da yanında götürdü. Doğruca müdürün odasına girdi. Kızının okuma yazma bildiğini, dolayısiyle ikinci sınıftan başlaması gerektiğini söyledi. Müdür, masasının üzerinde duran gazeteyi çocuğa uzattı. "Oku bakayım şu haberi kızım." dedi. Burçin, hiç takılmadan, haberi okudu. Müdür şaşırıp kaldı. Sonra yazı denemesine sıra geldi. "Söyleyeceklerimi yaz kızım.´ dedi. Burçin söylenenleri hiç yanlışsız ve düzgün bir yazı ile yazdı.
Müdür, bütün öğretmenleri odasına çağırdı. "Arkadaşlar, dâhi bir çocuk görün." dedi ve Burçin´i öğretmenlere tanıttı. Okulun başladığı günden itibaren, bir hafta boyunca çevre okullardan da kızı görmeye geldiler Orhan bey, bu büyük ilgi karşısında gurur duydu ve kızına daha çok şey öğretmek için gece gündüz çalıştı.
Okula başladığının daha ayı dolmadan Burçin´de tuhaflıklar başladı. Okula uyum sağlayamamıştı. Öğretmenin ders metoduyla, babanın öğretme metodu çok farklıydı. Öğretmen, öğrettikleri üzerinde sorular soruyor, konunun nedenleri ve niçinleri üzerinde duruyor; çocuklardan yorum yapmalarını istiyordu. Halbuki, baba hiç de böyle yapmıyordu. Kızına ödev veriyor; o da ezberliyordu.
Burçin, uzun süre, okuldaki sıkıntılarını gizledi. Babanın kendisine olan güvenini ve sevgisini kaybetmemek için her şeyi içine attı. Ancak, o küçük beden bu kadar ağır sıkıntıları taşıyamadı; uyku ve sindirim bozuklukları şeklinde arızalar vermeye başladı.
Kızcağız, uyku uyuyamıyor, kâbuslar görüyor; yediği şeyleri dışarı çıkarıyordu. Hemen bir doktora götürdüler. Doktor, muayeneden sonra, hastalık sebebinin psikolojik olduğunu söyledi ve çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmelerini tavsiye etti.
Baba, beklemediği bu acı sonuç karşısında, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Dâhi bir çocuğun psikiyatri uzmanına gittiğini hiç duymamıştı. Bir yandan çocuğun sağlığını, diğer yandan kendi prestijini düşünüyordu. Her şey ne kadar da güzel gidiyordu. Birden bire ne olmuştu? Annesi, "Kızımıza nazar değdi" diyor başka bir şey demiyordu. Mahallenin çok bilmiş kocakarısı da; "Bu çocuğu okutmuşlar; filan yerde üfürüğü kuvvetli bir hoca var; ona götürün." diyordu. Sizin anlayacağınız, her kafadan bir ses çıkıyordu.
Orhan bey, modern görüşlü bir adamdı. Muskacı ve cinci hocalara çok kızardı. Çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmekten başka çare bulamadı. Psikiyatrist, "Çocuğun rahatsızlığı çok ilerlemiş; tedavisi uzun sürebilir.’dedi. Baba, bir kere daha yıkıldı.
Burçin, dört aylık bir tedaviden sonra ancak kendine gelebildi. Henüz okula başlayacak kadar iyileşmemişti. Doktor, tedavisinin devam etmesi gerektiğini söylüyordu.
Baba, doktorun uyarılarına rağmen, Burçin´e okuması için çeşitli hikâye kitapları almıştı. Ancak, Çocuğun okumaya pek niyeti yoktu. Sanki beyni tamamen durmuş; artık hiçbir şey öğrenemez olmuştu.
Burçin´in sınıf arkadaşları sık sık ziyaretine geliyorlardı. En sık geleni de Fidan isminde, güleç yüzlü, cana yakın bir kız çocuğuydu. Orhan bey, bir gün, can sıkıntısını atmak için bu kızla sohbet etmeye başladı. Ona çeşitli sorular sordu. Fidan, yaşından beklenmeyen mantıklı cevaplar verdikçe adam hayretini gizleyemedi ve sordu:
- Senin baban ne iş yapıyor, kızım? Fidan:
- Babam bahçıvandır efendim, dedi.
Orhan bey, hayretini gizleyemediği bir ses tonuyla:
- Ya, demek baban bahçıvanlık yapıyor!..
Nerede oturuyorsunuz?
- Uzak sayılmaz efendim. Bahçemiz anayol üstünde. Dolmuşla yarım saatte okula gidebiliyorum. Çok güzel bir bahçemiz var. Arzu ederseniz, bir hafta sonu sizi misafir edebiliriz. Biz misafiri çok severiz.
Burçin sevinçle atıldı:
- Bu pazar gidelim, babacığım! Baba gülerek;
- Tabii kızım gidelim, dedi. Ancak, Fidan´ın babasına sorması gerekir. Ondan haber bekleyelim. Ailenin başka bir programı olabilir.
Fidan:
- Bu hafta sonu için bir plânımız yok efendim, dedi. Ayrıca, babam kendisine sormadan misafir
getirebileceğimi söyledi.
Orhan bey, kızın başını okşadı:
- O zaman mesele yok, dedi, bu pazar günü sizdeyiz.
İki arkadaş sevinçle birbirine sarıldılar. Burçin´in sevinci babasının yüreğini ferahlattı. İçinde, bu ziyaretin iyi sonuçlar getireceğine dair bir önsezi vardı.
Burçin, pazar sabahı erkenden kalktı. Günlerdir ilk defa iştahlı bir ´kahvaltı yaptı. Annesine saçlarını örgü yaptırdı ve kırmızı bir kurdela taktırdı. En güzel elbisesini giydi. Bayram yerine gidiyormuş gibi sevinçli bir hali vardı.
İki aile birbirine çabuk ısındılar. Fidan´ın biri kendisinden büyük üç kardeşi vardı. Ailesi gerçekten misafir seven insanlardı. Bahçe çok bakımlıydı. Meyvenin ve sebzenin her çeşidinden vardı. Evin hanımı da çok nefis yemekler pişirmişti.
Orhan beyle Fidan´ın babası, bir ara bahçeyi dolaşırken, kızların arkadaşlığından söz açtılar.
Orhan bey:
- Çok güzel çocuklar yetiştirmişsiniz, sizi tebrik ederim... dedi.
Diğeri, utangaç bir tavırla cevap verdi:
- İltifat ediyorsunuz efendim. Aslında ben ve eşim fazla okumuş insanlar değiliz. Sizler kadar modern eğitimden anlamayız. Babam rahmetli, bana sık sık nasihat ederdi:"Oğlum,derdi, eşine ve çocuklarına karşı daima hoşgörülü ve şefkatli ol. Çok çalış; ama aç gözlü olma." Bunlar elbette sizin de bildiğiniz şeyler. Babam, atları çok severdi. Çok güzel bir atı vardı. Görenler hayran kalırdı. Rahmetli, çocukları küçük taylara benzetirdi. Bir taya aşırı yük yüklediğin zaman, gelişemez; bodur kalır derdi.
Orhan bey, bahçıvanın ne demek istediğini anladı:
- Çok haklısın, dostum... dedi. Fidanla sohbet ettiğimiz zaman, sizin ne bilge bir insan olduğunuzu tahmin etmiştim. Merakımı bağışlayın; nasıl bir eğitim şekli uyguladınız da Fidan´ı böylesine olgun, ruh sağlığı yerinde, kendisine güveni olan bir çocuk haline getirebildiniz?
Bilge bahçıvan tebessüm ederek söze başladı:
- Beyim, dediğim gibi, ben fazla okumuş bir adam değilim. Hayat okulundan mezunum sizin anlayacağınız. Tabiat, bizim için, Allah´ın yarattığı en güzel okuldur. Çocuklarımı, ABC okuluna başlamadan önce, tabiat okulu ile tanıştırırım. Mesela, onlara sorarım: "Kışın ölen bu tabiat, baharda nasıl dinliyor? Şu koyunlar nasıl oluyor da yeşil ot yedikleri halde, beyaz süt veriyorlar? Şu çiçekler, aynı toprağı, aynı havayı ve aynı suyu paylaştıkları halde; nasıl oluyor da renkleri ve kokulan farklı olabiliyor? Minicik incir çekirdeği, koca bir ağaca nasıl dönüşüyor?´ Bütün bu soruların cevabını ararken onlara kâinatın yaratıcısı olan Allah´ı anlatırım.
Çok okumuş Orhan bey, bilge bahçıvanı dinledikten sonra; "Dostum, çok farklı bir eğitim anlayışınız var." dedi ve ekledi: "Jean Jacgaes Roussau´nun Emil´in düşüncelerine çok benziyor."
Üçüncü Çocukluk Çağı (8-14 yaş dönemi)
Üçüncü çocukluk çağı, sosyalleşmenin ve soyut kavramların elde edildiği bir dönemdir. Ailenin dışına çıkan çocuk, artık kendisinin tek olmadığını, kendisine benzeyenlerin bulunduğu bir dünyada yaşadığını anlamaya başlar. Başkalarını kabullenme, egosantrizmden çıkış demektir. Daha evvel, kendi duygularının çerçevesi içinde kalan bir dünyası vardı. Her şeyi ve her olayı kendi duygularıyla değerlendiriyor; başkalarının ne düşündüğünü merak etmiyordu.
Ailede adam yerine konan, kendisine değer verilen, görüşlerine baş vurulan, özel eşyaları ve kendisine ait bir odası olan çocuk, kişiliği gelişmiş; kendine güveni olan bir çocuktur. Bu çocuk, soyut düşünmenin temeli olan "sebep-sonuç ilişkisi"ni kolay kavrar. "Benim nasıl kendime ait eşyalarım, odam ve sırlarım var ise; başkalarının da izinsiz dokunmaması gereken eşyaları, odası ve sırları vardır," diye düşünür.
Çocuk yedi yaşına kadar hikâyede ve resimde "kişi-yer-zaman" ilişkisine dikkât etmez. Eşyayı ve canlıları göründükleri gibi değil; düşündüğü gibi çizer. Evleri saydam çizerek içindeki kişileri ve eşyayı gösterebilir.
Kişileri evlerden büyük çizebilir. Birbiriyle ilgisi olmayan sahneleri yan yana dizebilir. Neden böyle yaptığını sorduğunuzda mantıklı bir açıklamasını yapamaz. Yarım bıraktığınız bir hikâyeyi tamamlamasını istediğiniz zaman, hiç ilgisi olmayan bir olayla bitirebilir. Bütün bunlar soyut düşünmenin olmadığı "ben merkezli" dönemin tezahürleridir.
Sekiz yaşından sonra, çocuğun zihninde zaman kavramı da oluşmaya başlar. Artık, dünle yarını birbirine karıştırmaz. Dünün geçmişi, yarının geleceği anlattığını kavramaya başlar. Ancak, formel mantığı (tümevarım/tümdengelim) ve matematik problemlerine ait soyut açıklamaları yaklaşık on bir yaşından önce kavrayamaz.
Altı yaşındaki bir öğrenciyle yapacağınız diyalog aşağıdaki gibi bitebilir:
- Okuldan eve arabayla mı yoksa yürüyerek mi geliyorsun?
- Yürüyerek geliyorum.
- Ne kadar zamanda geliyorsun?
- On beş dakikada.
- Eğer arabayla gelsen ne kadar zamanda gelirsin?
- Daha çabuk gelirim.
- Daha az zamanda mı yoksa daha çok zamanda mı gelirsin?
- Daha çok zamanda.
- Ne kadar zamanda?
- On beş dakikadan fazla zamanda.
Bu örnek gösteriyor ki; altı yaşından önce, çocuk zamanla hızın ters orantısını (daha hızlı koşarsam, daha az zamanda gelirim) kavrayamaz.
Çocuk, okul dışındaki toplu oyunlara sekiz yaşlarında katılmaya başlar. Misket, saklambaç veya kaydırak oynayan komşu çocuklarına katılır. Bunların arasında henüz şef yoktur. Sokaktan mahrum edilen, aşırı koruma altına alınan, kuluçkaya yatmış tavuk muamelesi gören, hürriyeti dört duvarla sınırlanan bir çocuk sosyal alışkanlıklar kazanamaz. Sokağa çıktığı zaman nasıl hareket edeceğini bilemez. Ürkek ve pısırık bir hal alır. Diğer çocuklar onun "ana kuzusu" olduğunu hemen anlar; ya alay eder ya da dövüp evine gönderirler. Ailede "el bebek gül bebek" büyümüş, her isteği yerine getirilmiş bir çocuk, sokakta ve okulda gördüğü sert bir tavır karşısında kolayca bozguna uğrar. Okulda veya sokakta, gösterdiği beceriksiz bir tavır karşısında alaya alındığı zaman aşağılık duygusuna kapılır. Sokağa çıkmak veya okula gitmek istemez. Sokağa ve toplu oyunlara alışık bir çocuk, bu tür olayları kolay atlatır. Çünkü, daha evvel, buna benzer tecrübeler yaşamış; belki kendisi de bir başka beceriksiz çocukla alay etmiştir.
Çocukları her zaman kibar ve nâzik olmaya zorlamanın da pratikte fazla faydası yoktur. Gerektiğinde kızgınlığını ve tepkisini dile getirebilmelidir. Ana kuzuları, mahallenin zorba çocukları için iyi birer tatmin aracıdır. Onları dövmekten, yollarını kesip haraç almaktan zevk duyarlar. Çocuklarımızı hayatın her türlü Şartlarına karşı kendilerini koruyacak şekilde yetiştirmemiz gerekir. Sokağa çıkacak, kendi yaşıtı olan mahalle gruplarına katılacak, topluluk içinde rol alacak, gerektiğinde kendini ve grubunu korumak için kavgaya tutuşacaktır.
Müdürünün veya âmirinin asık suratı karşısında ezilip büzülen, kızarıp bozaran, şapkasını beceriksizce elleri arasında evirip çeviren, korkudan "şey efendim, şey efendim..." diyerek lafının devamını getiremeyen komik devlet memuru tiplerine çok rastlamışsınızdır. Bunlar, çocukluklarında sokaktan mahrum edilen, anne babanın koruması altında büyüyen, pısırık ve korkak gölge tiplerdir.
Bazı kibarlık budalası ailelerde, görgü kuralları adına, çocuğun bütün tabii davranışları engellenir. Bu ailelere göre, kendisini savunan ve cevap veren çocuk saygısızdır. Hareketli çocuk yaramazdır. Soru soran ve konuşan çocuk gevezedir. Haksızlık karşısında kızgınlığını dile getiren çocuk kabadır. Çocuk dediğin, sustalı maymun gibi, kalk deyince kalkacak, otur deyince oturacak, sus deyince susacak. Böyle ailelerde yetişen çocuklar, "sosyal tutukluk" dediğimiz psikolojik geriliğe maruz kalırlar. Kendi başlarına hiçbir şeye karar veremezler. Neyi nasıl yapacaklarını hep anne babalarına sorarlar. Bu psikolojik gerilik, ileri yaşlarda kendisini utangaçlık şeklinde belli eder. Zamanla, "acaba ne derler" biçimine dönüşür.
Bir de olayı tersinden ele alalım. Başarıyı her şeyin önünde tutan hırslı ailelere bakalım. Bu ailelerde, anne babalar, yanda kalmış ideallerini, tatminsizliklerini çocuklan vasıtasıyla elde etmeye çalışırlar. Çocuklarını da kendileri gibi bencil yetiştirirler. Oğlunun veya kızının bütün notlan yüksek olmalıdır. Sınıf birinciliğini kimseye kaptırmamalıdır. Çocuk, yarış atı gibi, evde besiye çekilir. Oyundan, sokaktan, arkadaştan mahrum edilir. Başarıya ve birinciliğe şartlandırılan bu çocuklar da bir yönüyle anti sosyaldirler. Kıskanç ve bencildirler. Kendilerinden bir not yüksek alan arkadaşından nefret ederler. Yardımlaşma duygusundan mahrum yetişen bu çocuklar, büyüdükleri zaman, mevki, makam ve para gücünden başka güç tanımazlar. Bütün insani değerleri bu güçlerin uğruna feda ederler.
Çocuğumuza, bir başkasını değil, kendi kendini aşmayı öğretmeliyiz. Onu, daha yüksek not alan arkadaşıyla veya kardeşiyle asla kıyaslamamalıyız. Çok önemli olduğu için, bu "kıyaslama" meselesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Sık sık ifade ettiğimiz gibi, her çocuk belli bir zeka ve yetenek potansiyeliyle doğar. Zekalar çeşitli olduğu gibi; yetenekler de çeşitlidir. İki kardeş arasında bile bu çeşitlilik görülebilir. Biri matematik zekaya sahipken, diğeri sosyal zekaya sahip olabilir. Birinde mühendislik yeteneği varken, diğerinde edebiyat yeteneği olabilir. Biri okulda fen derslerinde daha başarılı iken, diğeri sosyal derslerde daha başarılı olabilir. Bunları birbiriyle kıyaslamak; sosyal zekâya sahip olana, "kardeşin matematikten on alırken, sen neden yedi alıyorsun," diye onu suçlamak doğru değildir. Aynı şekilde arkadaşıyla veya komşu çocuğuyla kıyaslamak da haksızlık olur. Kıyaslama yaparak çocuğunuzun karşı tarafı kıskanmasına ve ona düşmanlık duygulan beslenmesine sebep olabilirsiniz. Çocuğun bir sınavdan zayıf Alması her zaman için kendi ihmalciliğinden veya tembelliğinden kaynaklanmaz. Çok çeşitli sebepleri olabilir. Çocuğunuzla konuşup, onu suçlamadan, birlikte çözüm aramanız gerekir. Burada önemli olan, çocuğun üzerine düşeni yapıp yapmadığıdır. Eğer elinden geleni yapmış ise; zayıfın nereden kaynaklandığını da farkedecek; bir dahaki sefere aynı hatalara düşmemeye çalışacaktır. Siz, çocuğunuza başkalarını değil; kendi kendini aşması yönünde telkinde bulunacaksınız. Eğer bir dersin ilk sınavından üç almış; ikinci sınavda bunu dörde veya beşe çıkarmışsa; kendini aşmış, başarıya doğru yol almış demektir. Onun bu başarısını takdir etmeli; cesaretlendirmeli ve kendine güvenmesini sağlamalısınız.
İnsan acı çekmeden, mücadele etmeden, ter dökmeden olgunlaşamaz. Rahat ve sıkıntısız geçen bir 8-14 yaş dönemi, çocuğu gerçek ergenliğe ulaştıramaz. Ergenliğe geçiş, bir bakıma hür ve bağımsız bir kişiliğe geçiştir. Çocuk, anne babanın yardımı olmadan, kendi ayaklan üzerinde durmayı deneyecek; bu denemeler bazen anne babayı şaşkına çevirecek kadar sert olabilecektir. Nasihatlerinize, akıl vermelerinize kızacak; surat asacak, küsecek ve belki de isyan bayrağını çekecektir. Zaman zaman fikirlerinizi beğenmeyecek, sizi tutucu ve geri kafalı bulacaktır. Aldığınız elbiseyi, ayakkabıyı beğenmeyecek; kendi alışverişini kendi yapmak isteyecektir. Bu geçmişten kopma, kendini isbatlama hamleleri bazen onu da ürkütecek; boğulma ve kaybolma ihtimallerine karşı yine sizin sevginize ve şefkatinize sığınma ihtiyacı duyacaktır. Böyle anlarda bile, ipini uzun ve bol tutmanız, sahnede görünmemeniz gerekir. Yani ona çocuk muamelesi yapmadan ve yaptığınız yardımı başa kakmadan, arkasında olduğunuzu bilmesi onu rahatlatacaktır. İpi sıkı tutulan ve hareketlerine
devamlı müdahale edilen gencin karşı koyması şiddetli olur. Ailesiyle olan ipi koparır; bağımsızlığına kavuşmak için ne getireceği belli olmayan tehlikeli maceralara atılır.
Ergenlik Çağı
(14-18 yaş dönemi)
Ergenliğe geçişte, ailesinden yeterli anlayışı ve desteği bulamayan bir çocuk, sosyal intibaksızlık dediğimiz ağır bir buhranın içine düşer. Toplum içine çıkmak istemez. İçine kapanır ve orada kendisine mutlu bir hayal dünyası kurar. Gerçek dünyayla yüz yüze gelmek onu korkutur. Çünkü kurduğu hayal dünyası ile gerçek dünya hiç birbirine benzememektedir. Dış dünyaya olan bu güvensizliği, aslında kendine olan güvensizliğin bir yansımasıdır. Giriştiği her işte, "yanlış yapacağım, başaramayacağım," korkusu vardır. Karşılaştığı en küçük bir engelde paniğe kapılır; kendine güveni yoktur.
Güvensizlik duygusu en çok baba modelinden yoksun büyüyen çocuklarda görülür. Erkek kimliği babadan, kadın kimliği anneden görerek ve yaşayarak kazanılır. Hem erkek hem de kız çocuğu için baba modeli çok önemlidir. Erkek çocuğu kendi cinsiyetine uygun kimliği babanın davranışlarından ve ailede yerine getirdiği görevlerden gözlem ve taklit yoluyla geliştirir. Kız çocuğu da karşı cinsin davranışlarını babadan ve kan-koca ilişkilerinden öğrenir.
Gençler, bir yandan kendilerini seven ve onlara güvenen duyan anne ve babaya ihtiyaç duyarken, diğer yandan hür ve bağımsız hareket etmek isterler. Artık kendilerinin de büyüdüğünün kabul edilmesini, her işlerine karışılmamasını, görüşlerine değer verilmesini isterler. Nasihatten ve uzun nutuklardan hiç hoşlanmazlar. Çocuklarıyla küçük yaşlarda ilgilenmeyen ve onlarla sıcak bir diyalog kuramayan babalar, büyüdüklerinde onları anlamakta zorluk çekecekler ve belki de hiç anlayamayacaklardır. Aslında kuşaklar arası çatışma dediğimiz şey, ilişki kopukluğunun bir yansımasıdır. İlişkiler kopuk olduğu zaman gençlerin hayallerini, duygularını ve eğilimlerini anlamanız mümkün değildir. Artık çocuk olmadıkları için kurallarınızı ve isteklerinizi onlara zorla kabul ettiremezsiniz. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen anne babalar, ergenleri suçlayıcı bir savunma geliştirirler: "Bu çocuğun huyları değişti. Her şeye itiraz ediyor. Hiç konuşulmuyor; kapıyı çarpıp gidiyor. Bize saygısı yok. Ne yapacağımızı şaşırdık."
Eğer çocuklarınızla çatışma yaşamak istemiyorsanız, küçük yaşlardan başlayarak kendilerini ifade etmelerine fırsat vermelisiniz. Size sevgilerini dile getirdikleri gibi, haksızlığa uğradıkları zaman, kızgınlıklarını da ifade edebilmeliler. Kızgınlığını, küskünlüğünü ve üzüntüsünü ifade etmek saygısızlık değildir.
Burada baba sevgi içinde otoriter olmalıdır. Çocuğuyla bir arkadaş gibi konuşabilmeli, problemlerine beraberce çözüm yolu arayabilmelidir.
Çocuk Kimliğinde Baba Modeli
Çocuğun cinsel kimliği anne-babayı taklitle ortaya çıkar. Kişinin kendi cinsiyetine uygun kimliğe sahip olması, kimlik kavramı ve ruh sağlığı için çok önemlidir. Çocukların bebeklik çağında anneleriyle özdeşleşme çabalan olağan kabul edilir. Çünkü erkek çocuk da kız çocuğu gibi günün büyük bir bölümünü annesiyle birlikte geçirir; onu gözlemler ve taklide yönelir. Üç yaşına kadar bu normaldir. Ama üç yaşından sonra aynım başlar. Erkek çocuklar babalarını, kızlar da annelerini örnek almaya ve onu taklit etmeye başlar. Ancak çocuğun bu aşamayı uygun şekilde geçirmesi örnek alınacak kişiyle birlikte bulunma oranına bağlıdır. Bu sebeple, kız çocukları erkeklere oranla cinsel kimliklerine daha kolay girerler. Çünkü anneleriyle daha çok beraber olma imkânları vardır.
Okula giden çocuğun zamanının büyük bölümünü okulda ve arkadaş çevresinde geçirdiği için, artık babaya ihtiyaç olmayacağı düşüncesi yanlıştır. Çocuk yeni bir dünyayı tanımaya başladığı, yeni ilişkilere girdiği bu yaşta, babanın hep yanında olduğunu, elini uzattığında erişebileceği yerde bulunduğunu bilmesi ona cesaret ve güven verecektir.
Babanın oğlan çocuğuyla, annenin de kız çocuğuyla ilgilenmesi gerektiği inancı yanlıştır. Çünkü, kız çocuklar babalarını gözleyerek ve onunla etkileşime girerek karşı cinse nasıl tepkide bulunduğunu ve nasıl davrandığını öğrenirler. Yani erkekler kadar kızlar da duygusal gelişimleri açısından babaya muhtaçtırlar.
Çocuğun babaya olan ihtiyacı ergenlik döneminde de devam eder. Babanın yakın ilgisi, ergenin sert hareketlerini yumuşatacak; kalbini sevgi ile doldurarak gençlik sıkıntılarını hafifletecektir.
Babanın eksikliğinin hissedildiği pek çok aile ve çocuk gördüm. Böyle problemli çocuklardan biri, "Elbette babam beni sever" diyor ve ekliyordu: "Ancak bir gün bile babamın beni kucakladığını, beni sevdiğini söylediğini hatırlamıyorum."
Çocuğun ruhsal gelişimi için babanın verebileceği iki önemli hediye vardır: Sevgi ve zaman. Fakat babalar nedense bu konuda çok cimri davranırlar. Çocuk büyüdüğünde çocukluğuna ait en tatlı hatıralar, babasıyla geçirdiği hoş vakitlerdir.
Çoğu babalar çocukların kendisine olan ihtiyacın önemini bilmez. Ancak çocuklar bunu hep bekler. Sözgelimi hasta olduğunda babasını yanında görmek ister. Babasının ilgi ve desteği bazen çocuğa tıbbi tedaviden daha çok yardımcı olur. Çocuk elbette annesini sever, ama babasını da yanında ister. Çünkü onun yanında kendisini emniyette ve korunmuş hisseder. Babanın varlığı ve ilgisi anne-çocuk arasındaki ilişkinin daha sağlıklı olmasına da yardım eder.
Çünkü kan-koca arasındaki ilişki sağlıklı değilse anne bu boşluğu doldurmak için bütün ilgisini ve sevgisini çocuğuna aktarmakta, bu da çocuğun bağımsız bir kişilik geliştirmesini engellemektedir.
Araştırmalar babalarından ilgi ve sevgi gören çocukların daha sosyal olduklarını, arkadaşlarıyla sağlıklı ilişkiler kurabildiklerini, liderlik özellikleri taşıdıklarını ve uyumlu olduklarını göstermektedir.
Tabi, burada babanın örnek bir model oluşturması gerektiğini, bunun için sıraladığımız büyük yanlışlardan kaçınmasının şart olduğunu da eklemeliyiz:
- Çocuklar arasında ayırım yapmamalı, büyük-küçük veya kız-erkek diye farklı muamelede bulunmamalıdır. Hepsine ayırt etmeden sevgi ve ilgi göstermelidir.
- Çocukları bırakın başkalarıyla, kendi kardeşleriyle bile kıyaslamamalıdır. Çünkü aşağılanan çocukların kendine güvenleri gelişmez.
- Eğitimde dayağa, kaba kuvvete başvurulma-malıdır.
Geleneklerin Gücü
Türkiye´yi Avrupa ülkeleriyle kıyasladığımızda, her konuda olduğu gibi, aile konusunda da devletin üzerine düşeni yapmadığını görüyoruz. Eğer ülkemizde, bütün olumsuzluklara ve dejenere edici yayınlara rağmen, aile hâlâ kendisini koruyabiliyor ve ayakta durabiliyorsa bunun sebebi dinî inançların, gelenek ve törelerin güçlü olmasındandır.
Dinî inançları, gelenekleri ve töreleri ayakta tutan sosyal baskıdır. Geleneklere aykırı hareket eden bir kişi derhal toplum tarafından tepki görür ve kınanır. Bu tepkinin etkili olması ve kişiyi yanlış davranışından caydırması için bazı şartlar gerekir. Öncelikle ailelerin akrabalık, komşuluk, dostluk ve hemşehrilik gibi sosyal bağlarla birbirine bağlı olmalıdır. Bir gencin yanlış bir davranışta bulunduğunu ve bunu gören bir baba dostu tarafından uyarıldığını düşünün. Genç fazla direniş göstermeyecek, muhtemelen özür dileyecektir.
Büyük şehirlerde akrabalık, komşuluk ve dostluk bağlan zayıf olduğu için sosyal baskı da azdır. Bir apartmanda koca bir köy nüfusu yaşadığı halde
aileler birbirini tanımaz. Çoğu kiracıdır. Birkaç sene oturmadan taşınır, yerine başkası gelir. Kimin evine kimin girip çıktığı bilinmez. Bu sebeple büyük şehirlerde toplum gelenekleri fazla işlemez. Bir ülkede hırsızlık, soygun, rüşvet, gayri meşru ilişkiler ve her türlü ahlâk çöküşü büyük şehirlerden başlar.
Şehir hayatı klasik geniş aile modelinin değişmesine de yol açar. Okulunu ve askerliğini bitiren genç, şehirde iş bulmuş, baba ocağını terk etmek zorunda kalmıştır. Aldığı maaş bir evi geçindirmeye yetmeyeceğinden çalışan bir kızla evlenmiş; iki kişiden oluşan bir aile kurmuştur. Halk arasında "cicim aylan" dedikleri İlk aylarda çok mutludur. Ancak ilk çocukları dünyaya geldikten sonra problemler de kendini göstermeye başlamıştır. Çünkü, "Çocuğa kim bakacak?91 sorusu gündeme gelmiştir. Bir yandan annelik içgüdüsü, diğer yanda ekonomik zorluklar kadını içinden çıkılması zor bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Çalışan annelerin çoğu işi bırakmayı göze alamadıklarından çocuk ya kreşlerde ya da bakıcı elinde büyür. Çalışan genç bir anne, "Ben çok şanslıyım; çocuğuma annem bakıyor," demişti. Aynı anne bir sene sonra bize psikolojik danışma için başvurmak zorunda kalmıştı. Şikâyetlerini, "Annem aşırı taviz verdiği için çocuğuma söz geçiremiyorum. Ceza vereceğim zaman kaçıp anneme sığmıyor. Annem de onu savunuyor. Çocuğumu kendi prensiplerime göre yetiştiremiyorum." şeklinde özetlemişti. "Babası size yardımcı olmuyor mu?" sorumuza gülerek; "O hiçbir şeye karışmaz. Akşam yemeğinden sonra odasına geçer, yatırıncaya kadar televizyon seyreder." cevabını vermişti.
Babanın Rolünü Anne Üstlenirse
Geleneksel aile modelimizde nedense çocuk eğitimi ile çocuk bakımı aynı şey sayılır ve her ikisi de annenin görevleri arasında kabul edilir. Çocuk bakımı bir dereceye kadar belki annenin görevidir; ama çocuk eğitimi kesinlikle anne ve babanın ortak sorumluluğudur. Yukarıdaki örnekte baba eğitim görevinden kaçmaktadır. Büyük anne tarafından şımartılan çocuğun bütün yükü annenin omuzundadır. Çalışan bir annenin bu yükü taşıması çok zordur.
Erkek çocukları genellikle baba otoritesinden çekinmekte; dolayısıyla çocuğun sosyalleşmesinde ve kişilik kazanmasında baba daha etkin bir rol oynamaktadır. Baba sorumluluktan kaçtığı zaman, ister istemez bu rolü anne üstlenmektedir.
Bir öğretmen arkadaş anlatıyor:
"Okulun açıldığı ilk günlerdi. Orta bir sınıfına yanında erkek çocuğu ile birlikte bir bayan girdi. Ders zili çalmıştı; ben de sınıftaydım. Önce beni görmediğini zannettim. Ön sıradan bir çocuğu kaldırdı.
- Sen arka sıralarda bir yere otur çocuğum, dedi. Sonra kendi oğluna döndü:
- Otur bakayım şu sıraya. Buradan kalkmayacaksın. Öğretmenini dikkatle dinleyeceksin. Anladın mı?
- Anladım anneciğim, dedi çocuk titrek bir sesle.
Şaşırmış kalmıştım. Öğretmenlik hayatım boyunca ilk defa böyle bir sahneyle karşılaşıyordum. Kadın belki beni öğrenci velisi zannetmiştir ihtimaliyle;
- Bayan, ben bu sınıfın öğretmeniyim! dedim.
- Olabilir, dedi kadın aynı umursamazlıkla. Çocuğum bu sırada oturacak. Dikkati çok zayıftır; arka sıralarda ders takip edemez.
Doğrusu çok kızmıştım. Öğrencilerimin karşısında onurum kırılmıştı.
- Bana bakın bayan! dedim. Siz kimsiniz ve ne hakla benim yerime hareket ediyorsunuz? Bu sınıfın sorumlusu benim.
- Lütfen sesinizi yükseltmeyin! dedi kadın. Ben filanca genel müdürün eşiyim. Çocuğumun nereye oturacağına pek âlâ kendim karar verebilirim.
"Eyvah! dedim kendi kendime. Ya susacaksın ya da Şırnak´a sürgün gitme pahasına bu kadına haddini bildireceksin." Ancak hemen kendimi toparladım. Hislerime mağlup olmamalıydım. Aklımı kullanmalıydım
- Bayan, dedim. Lütfen, odama gidelim. Bu konuyu çocukların önünde değil; iki olgun insan gibi başbaşa konuşalım.
Kadın meydan okurcasına;
- Buyurun gidelim, dedi.
Sınıftan çıkarken bu işi nasıl çözeceğimi düşünüyordum. Nasıl başlamalıydım? Ne demeliydim? Zor bir meseleyle karşı karşıyaydım.
Odama girince yer gösterdim.
- Ne içersiniz efendim? diye sordum. Kadın odacıya emreder gibi;
- Az şekerli bir kahve lütfen, dedi.
Kadın erkek gibi; hiçbir şeyden çekindiği yok. Gayet rahat. Neyse, zile bastım, hademeyi çağırdım. Az şekerli bir kahve getirmesini söyledim.
- Yanında suyunu unutma! dedi kadın hademeye.
"Vay be, çetin bir cevize çattık!" dedim içimden. Bir yerden başlamam gerekiyordu.
- Anladığım kadarıyla oğlunuzun eğitimiyle siz ilgileniyorsunuz, dedim.
- Evet, dedi kadın. Kocamın işleri başından aşkın; her akşam bir toplantıda. Onu çok az görebiliyoruz. Geldiğinde çocuklar uyumuş oluyor.
- Babanın rolünü de siz üstlenmişsiniz. Çok zor olmalı. Pedagoji masteri yaptım; çocuk psikolojisini iyi bilirim. Çocukların kişilik kazanmaları, kendi yeteneklerini ve ilgi alanlarını keşfetmeleri için onları biraz serbest bırakmalıyız. Aşın müdahale çocuklarda güven duygusunun gelişmesine engel oluyor.Devamlı neyi nasıl yapacaklarını biz söylediğimiz zaman, yanlış yaparım korkusuyla kendi başlarına bir iş yapmaya cesaret edemiyorlar. Pedagojide bu tür çocuklara "kişilikleri silik gölge tipler" diyoruz.
Kadının ses çıkarmadan beni dinlemesi cesaretimi artırdı.
- Hanımefendi, dedim. Korkarım aşırı müdahale yüzünden çocuğunuzda güven duygusu gelişmemiş. Arkadaşlarının gözü önünde ona bebek muamelesi yaptınız. Onu küçük düşürdünüz. Belki şu anda onunla alay ediyorlardır.
Kadın ayağa fırladı.
- Buna asla cesaret edemezler! dedi. Hepsine haddini bildiririm.
"Eyvah, dedim içimden. Baltayı taşa vurduk." Artık olan olmuş; ok yaydan çıkmıştı. Yine de alttan alarak;
- Hanımefendi, kızmayınız! dedim. Kızmakla problemi çözemezsiniz. Belki kendi çocuğunuza şimdilik söz geçirebilirsiniz; ama diğer çocuklar kendi inandıkları gibi hareket ederler. Siz ne kadar korkutursanız korkutun; eğer onlar çocuğunuzla alay etmek istiyorlarsa bir yolunu bulup alay edeceklerdir. Ben sizin yerinizde olsaydım çocuğun ön sıraya oturma meselesini başka şekilde çözerdim. "Oğlum, sınıf öğretmenine söyle seni ön sıraya oturtsun," derdim ve sebebini de açıklardım. Ben sınıf öğretmenleriyim. Onu dinler gerekeni yapardım. Çocuk kendisini ifade ettiği ve bir iş başardığı için cesareti artardı.
- Belki haklısınız, dedi kadın. Ben bilime saygı duyarım. Ama artık olan oldu. Yalnız, çocuğuma hakaret edilmesini asla kabul edemem. Gelin anlaşalım. Çocuk psikolojisi bildiğinize göre, çocuğumun bu konuda incinmesine engel olun. Ben de bundan sonra karşılaştığım problemlerde size danışayım.
- Anlaştık hanımefendi, dedim. Siz akıllı ve mert bir insansınız. Anlayışınıza teşekkür ederim. Şimdi izninizle sınıfıma dönmek istiyorum.
Sınıfa adımımı atar atmaz korktuğum sahneyle karşılaştım. Çocuk başını sıraya koymuş ağlıyordu. Anlaşılan çocuklar yapacaklarını yapmışlardı.
- Çocuklar, dedim, arkadaşınızı siz mi üzdünüz?
- Hayır öğretmenim! dedi sınıf başkanı. Kendisi ağladı.
- Söylediğin doğru mu, inanayım mı?
- Yemin ederim öğretmenim; biz bir şey söylemedik. İçim rahatlamıştı. Gerisi artık kolaydı.
-Teşekkür ederim çocuklar, dedim. Çok iyisiniz; sizinle gurur duyuyorum. Bütün sırlarımız bu sınıfta kalacak. Her türlü problemimizi kendi aramızda konuşarak çözeceğiz.."
Arkadaşın hikâyesi uzun. Burada ortaya çıkan sonuç önemli. Çocukların ruh sağlığı yönünden iyi gelişmeleri ve kişilik kazanmaları anne ve babanın kendilerine düşen sorumlulukları yerine getirmesine bağlıdır. Eğitimde anne ve babanın üstlendikleri roller farklıdır. Çocuklar cinsiyetlerine uygun davranışları anne ve babayı izleyerek ve taklit ederek kazanırlar. Birinin sorumluluktan kaçması ve rolünü diğerine devretmesi halinde çocukta kişilik tam gelişmez. Alman protest filozof Nietzsche, bir arkadaşına yazdığı mektupta, "İsyancı kişiliğimde babasız bir evde büyümemin büyük rolü vardır," der. Nietzsche´nin çocukluğu otoriter bir anne ve evde kalmış iki kız kardeş arasında geçmişti.
İdeal bir baba modelini hiç göremedi. Tarihi kanla yazan büyük diktatörlerin, yüzlerce kişiyi hiç acımadan öldüren Karın Deşen Jack gibi büyük canilerin ve mafya babalarının çocukluk yılları incelendiğinde; sıcak bir aile yuvasından ve anne baba sevgisinden yoksun büyüdükleri ortaya çıkmaktadır.
Tabi, babasız daha doğrusu baba ilgi ve sevgisinden yoksun büyüme sadece kişilikte bozukluklara yol açmakla kalmaz, kimi durumda da cinsel kimlikte sapmalara sebep olabilir. "Erdi´nin Dramı" başlıklı yazımızda böyle bir vakadan yola çıkarak bu hususu anlatmaa çalıştık. Çocuğa sadece annenin değil anne-babanın dengeli ilgi ve yaklaşımı şarttır.
Çocukların Korkuları
Bize gelen vakaların ekserisinde çocukların iki şeyden korktuklarını gördük. Birincisi, zayıf alma korkusu.İkincisi, anne veya babanın okula çağırılarak kendisinden şikâyetçi olunması korkusu.
Eğer bir çocuk elinden geleni yapıyorsa; öğretmen mümkün olduğunca zayıf vermemeye çalışmalıdır. Çocuklar, notla korkutan öğretmenleri hiç sevmezler.
Öğrencileri tarafından sevilen başarılı bir öğretmen anlatıyor:
"Hiçbir öğrencimi annesine veya babasına şikayet etmem. Durumunu sormaya geldiklerinde, en zayıf çocuk için bile, "Ben çocuğunuzdan memnunum. Elinden geleni yapıyor," derim. Çocuk bunu duyunca yüzünde gülücükler açar. Gözleriyle, "Teşekkür ederim öğretme-nim; size minnettarım, " der gibidir. Ben hiçbir öğrencimin bana karşı nankörlük ettiğini görmedim. Yaramaz çocuk vardır, içine kapalı çocuk vardır, kendine güvensiz çocuk vardır, yavaş öğrenen, hızlı öğrenen çocuk vardır; ama nankör çocuk yoktur. Eğer bir çocukta davranış bozukluğu varsa, bu kesinlikle kendi suçu değil, ailenin verdiği kötü eğitimin sonucudur."
Öğretmenimize hak vermemek mümkün değil. Görüşlerine aynen katılıyoruz. Ancak kaç öğretmen onun gibi mesleğin hakkını vermekte ve işini ciddiye almaktadır? Neyse, o da meselenin bir başka boyutu. Geçelim.
Yine meslek hayatımız boyunca iki şeyin çocukları çok üzdüğünü gördük: Büyüklerin kendilerine güvenmemeleri ve onlara sormadan onlar adına karar vermeleri. "Sen adam olmazsın! Sana verdiğim emekler haram olsun! Sen yalancı ve düzenbaz bir çocuksun!" gibi suçlayıcı sözler çocuğun bütün iyi niyet çabalarını öldürür.
Bir baba, sınıfını taktirle geçen oğluna süpriz yapmış, beş vitesli bir bisiklet almıştı. Çocuk bisikleti görünce hiç sevinmedi ve ona bir kere olsun binmedi. Baba oğlunu nankörlükle suçlamış; sinirinden bisiklete bir tekme atarak yere devirmişti. Çocuğu dinlediğimizde, "Ben bisiklet istemiyordum ki, dedi. Bana sormadan bisiklet almış. Benim bisikletim vardı. Beş vitesli değildi; ama işimi görüyordu. Benim hayalimde bilgisayar vardı. Eğer bana sorsaydı, bilgisayar almasını söylerdim."
Hiçbir anne ve baba çocuğunun kötü olmasını istemez. En fakirinden en zenginine, en bilgilisinden en cahiline kadar her anne baba çocuğunun iyi yetişmesini ister. Psikoloji bilmeyen çoğu anne babalar, çocuğu iyi beslemekle, iyi giydirmekle ve iyi okullarda okutmakla görevlerini yerine getirdiklerine inanırlar.
Oğlunu pahalı bir kolejde yatılı olarak okutan bir baba, zayıflarla dolu karnesini görünce şöyle bağırmıştı: "Oğlum neden çalışmıyorsun; neyin eksik? Burslu okuyan fakir aile çocukları taktir alırken, sen zayıf getirmeye utanmıyor musun?" Baba güzel bir soru sormuş; ancak cevabını alamamıştı: "Neyin eksik?" Çocuk cevap verse bile babayı ikna etmesi zordu. Çünkü, baba hiçbir şeyin eksik olmadığına inanıyordu. Çocuğu dinlediğimizde, babasının kendisini sevmediği için yatılı okula verdiğini söylüyordu. Zayıf getirerek babasından intikam alıyordu.
Sevgili anne ve babalar! Çocuğunuzda bir davranış bozukluğu ortaya çıktığı zaman hemen onu suçlamayın. Oturup kendinize sorun: Ben nerede yanlış yaptım? Cevabını bulmakta zorlanırsanız; bir ruh sağlığı hekimine danışın.
Hırslı ve İşkolik Babalar
Yaşlı bir insana sorulduğunda, geçmişi için "Keşke sabahları erken kalkıp işyerine gitseydim daha çok işime kendimi verseydim" dediği duyulmamıştır. Aksine, "Aklım olsaydı daha çok ve düzenli ibadet ederdim. Ayrıca çocuklarıma ve aileme daha bol vakit ayırırdım." dediğine sık rastlamışızdır. Gerçek şu ki; çocuklar için ayrılacak zaman, onlara olan sevginin ifadesidir.
Bir gün muayenehaneme telefon eden bir hanım 14 yaşındaki kızım getireceğini söyledi. Randevuya geldiğinde önce kendisinin görüşmek istediğini belirtti. Şunları anlattı:
"Kızım genç kızlığa adım attığından beri giderek garipleşti. Sık sık evden kaçıyor, bizim tasvip etmediğimiz kıyafetleri giyiyor. Biraz sonra gördüğünüzde siz de durumu anlayacaksınız. Babası evden kopuk, çocuklarıyla ilgisiz. Ondan olduğunu tahmin ediyorum. Ben bu kızla baş edemiyorum. Beni dinlemiyor."
Anne çıktı, kız içeri girdi. Gerçekten manzara tam anlamıyla trajediydi. 15 yaşında, oldukça tombul, kısa boylu bir kızcağızdı. Yeni belirmeye başlayan göğüslerinin yansını ve sırtını açıkta bırakan bir elbise giymişti. Ayrıca şişman ve yağlı olan karnı dışarı fırlamıştı. Çünkü göbeğini dışarıda bırakmayı tercih etmişti. Yüzü makyajlı ve tırnaklan ojeliydi Eteği de oldukça kısaydı. Boyunu uzun göstermek için giydiği aşın yüksek topuklu ayakkabıyla palyaçoya benzediğinin farkında değildi.
- Kızım, bu kıyafetin çok acaip; sana hiç yakışmamış, diyecek oldum.
- Son gittiğim yerden, Antalya´dan aldım, diye cevap verdi.
Evde geçimsizlik olduğunu, gezmekten hoşlandığını, en son da bir arkadaşı ile Antalya´ya kaçtığını anlattı. "Hoşuma gideni yapıyorum,0 diyordu.
Daha sonra babasını dinlemeye aldım. Devlet memuruydu. Kazancı, giderlerini karşılamadığı için
diğer zamanlarda şoförlük yapıyordu. Bu yüzden sabah erken çıktığı evine gecenin geç saatlerinde dönebiliyordu. Geldiğinde kızı yatmış oluyordu.
Kızının davranışları ve kıyafeti için ne düşündüğünü sorduğumda; tasvip etmediğini, ancak ne yapacağını da bilmediğini söyledi.
Baba, kız için kayıptı. Çünkü baba kızını hiç görmüyordu, şu anki haliyle de fazla ilgili olduğu söylenemezdi. "Her şeyi onlar için yapıyorum. Geç vakitlere kadar onların ihtiyacını karşılamak için çalışıyorum. " diyordu. Belki evin maddi ihtiyaçlarını karşılıyordu; ama eşinin ve kızının gerçek ihtiyacı olan birlikte olmak, her türlü sevinci ve acıyı paylaşmak, sohbet etmek, pikniğe veya komşu gezmesine gitmek gibi ruhsal ihtiyaçlarını karşılayamamıştı ve bu yüzden kızını manen kaybetmişti.
Bizi derinden etkileyen ve içimizi burkan bir başka örnek, 18 yaşındaki Orhan´ın durumuydu. Bir-gün işlediği suçtan dolayı akli dengesi kontrol edilmek üzere bize getirilen bu genç, ünlü bir şairin oğluydu. "Niçin Orhan, niçin?" diye sordum. "Sen ki böyle sanatkâr bir babanın oğlusun. Baban eser ortaya çıkarıyor, ama sen?.."
Orhan, asaletinin verdiği utangaçlıkla boynunu eğmiş ve "Size bir şey söyleyeyim mi doktor bey?" demişti; "babama ne zaman yaklaşıp konuşmak, bir-şeyler zormak istesem bana ilham perisiyle araşma girdiğim için kızardı. Onunla sohbet ettiğimi, benimle ilgilendiğini hatırlamıyorum. Siz onu güzel eserler yazan bir şair olarak bilirsiniz, ama onun şiirleri benim için bir anlam taşımıyor."
Gerçekten bu ünlü şair ilgi çekici şiirler ortaya çıkarırken, en büyük eseri olacak oğlunu ilham perisine feda etmişti.
Ahmet ise yine tanınmış bir yazarın oğluydu. Babası annesinden ayrılmış ve yeniden evlenmişti. Ahmet, annesi ile kalıyordu. Yazar olan babası Ahmet´e para yollamıyordu. Annesi onu geçindirebilmek için işe girmişti. Bazen eve ek işler de alıyordu. Bu kahraman anne, görevini elbette yapıyordu. Ama babası herkese akıl verirken acaba çocuğunu ihmal ettiğinin farkında mıydı?
Ahmet bana aynen şöyle demişti: "Baba derken gözümde olumsuzluklar beliriyor. Onun gibi bir baba olmamak için evlenmeyi hiç düşünmüyorum."
ABD´de işlerinde başarılı olduğu için zirveye çıkan yöneticiler arasında anket düzenlenmiş. Kendine güvenen, teşebbüs gücü yüksek ve girişken bu kişilerin ortak özellikleri şöyle bulunmuş:
* Bu insanlar evlidirler ve üstelik hemen hepsi ilk eşiyle birliktedir. Yani boşanmamışlardır.
* Yine hepsinin iki veya ikiden daha fazla çocuğu vardır. Boş zamanlarını çocuklarıyla geçirirler.
* Anne ile babanın bir arada olduğu ailede büyümüşlerdir.
Yani bu kişiler huzurlu ve mutlu bir aileden geldikleri için aynı modelde bir aile kurmuşlardır.
Eşlerini ve çocuklarını sevdikleri, onlara daha kaliteli bir hayat sunmak istedikleri için işlerine motive olmakta ve daha çok çalışarak başarılı olmaktadırlar. Ancak işkolik değildirler. Haftada 50 saat civarında çalışırlar.
Oğlum Yasin küçükken bana çok düşkündü. Dışarı çıkarken üzerime atılır, kendisini de almamı isterdi. Ben de çarşıya alışverişe çıkarken veya sabahlan kahvaltı için ekmek ve gazete almaya giderken onu da kucağımda götürürdüm. Araba ile çıktığım zaman onu yanıma oturtur, sohbet ede ede gideceğimiz yere gider, bundan ikimiz de büyük zevk alırdık. Sonra işe gitmek için evden ayrıldığımda bunu hoşgörü ile karşılar beni kapıya kadar uğurlardı.
Gerçekten çocuğumuzla geçirdiğimiz her vakit, onun ruh sağlığı ve mutluluğu olarak bize geri dönecektir.
Bir de iş yerine sosyal faaliyetlerle boş vaktini geçiren, ancak çocuklarıyla yeterince ilgilenmeyen babalar vardır ki, bunların da çocuklarıyla diyaloktan kopuktur.
Tanınmış dindar bir siyasetçi bir gün oğlunu getirdi bize: "Doktor kardeşim," dedi, "toplumun derdi ile uğraşmaktan kendi oğlumu ihmal ettim galiba. İbadetlerini yapmıyor, okuldan kaçıyor, dersleri berbat Ne yapacağımızı şaşırdık."
Daha sonra bu siyasetçi ile sohbete daldık. Bana Şu itirafta bulundu: "İnanır mısın okuduğu özel okulun müdürü ile görüştüm. Müdür bana, okulda en çok, problemli olan gençlerin sosyal yönü aktif babaların çocukları olduğunu söyledi."
Haftanın on saatini konuşmalarda, faaliyetlerde harcayan fakat ailesini yemeğe, pikniğe, seyahate ve tatile götürmeyen bir baba ailesini ihmal ediyor demektir.
Siyasetçimiz, boş zamanlarını çocuklarına ve eşine ayıracağı yerde; kayıkla balık avına çıkıyordu. "Bu, dinlenebilmek için kendime ayırabildiğim tek boş zamanımdır" diyordu.
Kendisine sordum:
- Ailenizle birlikte hiç tatile çıktınız mı?
- Hayır, dedi.
- Peki çocuğunuzla cuma namazına veya teravihe gider misiniz?
- Hiç düşünmedim, hep arkadaşlarla beraber gideriz.
Bu arada muayenehanenin diğer odasında oynayan oğlumun ve kızımın sesi geldi. Siyasetçi dostumuz;
- Çocuk hastalarınız galiba, dedi.
- Hayır, dedim, onlar benim çocuklarım. Bazen buraya çağırırım. Onları görmek bana sevinç verir. Onlar da bundan çok memnun kalıyorlar. Yoğun iş temposunda bile onlara zaman ayırmaya ve ihmal etmemeye çalışıyorum. Pazar günümü genelde onlarla geçiririm. Gideceğim toplantılara mümkünse onları da götürürüm.
Aslında çocuklarımız her bozuk davranışında "Neredesin baba?" diye çığlık atmaktadır. Bu çığlığa kulak vermediğimiz taktirde bedelini madden ve manen çok ağır ödeyeceğimizi unutmayalım.
Baba Figürü Vazgeçilmez
Çocuğun cinsiyetine uygun bir kişilik kazanabilmesi için, rolünü kabullenmiş ve statüsü belirlenmiş bir baba modeline ihtiyacı vardır. Çocuk erkeksi davranışları çalışarak öğrenemez. Günlük hayatta birlikte yaşadığı babayı izleyerek ve onun davranışlarını taklit ederek öğrenebilir. Freud, "Hayatta çocuğun babasının korumasına ihtiyacı olduğu kadar hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." derken haklıydı.
Kendisini koruyan güçlü ve bilgili bir babaya sahip olduğunu bilmesi çocuğa güven duygusu verir. "Benim babam senin babanı döver." övünmesi bunun en belirgin göstergesidir. Babası olmayan çocukların ezik ve mahzun olmaları boşuna değildir. Çocukların büyüyecekleri en sağlıklı ortam, rollerini bilen ve bu rollere uygun sorumlulukları yerine getiren anne ve babanın olduğu sıcak bir aile yuvasıdır.
Bazı anne babalar modern eğitim uyguladıklarını zannederek çocuklarına sınırsız bir cinsel serbesti tanımaktadır. Çocuklar anne ve babanın yatak odasına istediği saatte, izin almaya gerek duymadan, girebilmektedir. Bunun modern eğitimle ilgisi yoktur ve yanlıştır. Babanın silik olduğu bir evde anne disiplin sağlamakta zorluk çekmektedir. Çocuklar şımarık davranışlarıyla ve kaba sözleriyle annelerini rahatsız ederler. Annenin, "Bu çocuklarla baş edemiyorum" demesi, babanın ağırlığının yetersiz olduğunu gösterir. Baba otoritesini kullanarak bu davranışa izin vermemelidir.
Baba, çocukların annelerini haksız yere üzmelerine engel olmalı; gerekirse bu konuda otoritesini kullanmalıdır. Diğer taraftan baskıcı bir anneye karşı da çocuğu savunmalıdır. Bazı anneler çocukların J büyüdüğünü kabul etmek istemezler. Büyüdükleri halde onlara çocuk muamelesi yapmaya ve aşırı korumacılığa devam ederler. Aşın korumacı sevgi, psikolojide hastalıklı sevgi olarak nitelendirilir. Aşın koruma, aşın müdahale demektir. Çocuğuna devamlı olarak neyi nasıl yapacağını empoze eden bir anne, onun bütün hürriyetlerini elinden almakta, kişiliği silik, köle zihinli, gölge bir tip yetiştirmektedir. İşte ; burada baba devreye girmeli ve çocuğa yalnızca korumaya yönelik değil, özgürlük ve kişilik kazandıran h bir sevgi sunmalıdır. Anne çocuğa sevilmeye layık biri olduğunu ve kendisine değer verildiğini telkin ederken, baba da her türlü zorlukta kendisini destekleyeceğini söyleyerek onun güven duygusunu güçlendirmelidir.
Genelde erkek çocukları daha az baskı altında yetiştirildikleri için daha şanslıdır. Kız çocukları baba ile rahat diyalog sağlayamadıkları için güçlü bir kişilik geliştiremezler. Araştırmalar babalan ile rahat konuşan ve her türlü problemini ona açan kız çocuklarının ergenlik dönemini rahat karşıladığını ve cinsiyetine uygun sağlıklı bir kişilik geliştirdiğini göstermektedir.
Çocukların özellikle üç tehlikeli alanda babaya ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Dış dünyadan gelebilecek tehlikelere, iç dünyadan kaynaklanan korkulara ve annenin fazla baskılarına karşı çocuklar korunmak isterler.
Küçük bir çocuk için dış dünya yabancı ve tehlikeli bir alandır. Çocuk yabancısı olduğu dış dünyaya karşı koruma altında olduğunu bilmek ister. Mahallenin kabadayı çocuklarına, karanlığa, sokak köpeklerine, motorlu araçlara, elektrik çarpmasına, kısacası korku veren her şeye karşı çocuk babanın korumasına muhtaçtır. Çocuk, babasını yanında hissettiğinde kendine güveni artar ve dış dünyaya karşı başı daha dik olur.
Kızgınlık dolu veya korkutucu fantezilerden ve isteklerden kurtulabilmek için de çocuğun babaya ihtiyacı vardır. Çocuğun fantezileri vahşice olabileceği gibi rüyaları da kâbusa dönüşebilir. Rüya ile gerçeği birbirinden ayıramadığından çok korkabilir. Henüz korkutucu düşüncelerin gerçekleşmeyeceğini bilmez. Bu durumda babaya önemli bir görev düşer. Çocuğun korkularını, endişelerini, kızgınlıklarını ve düş kırıklıklarını dinlemeli ve onu teselli etmelidir: "Korkma oğlum bu ürkütücü hayallerin ve rüyaların gerçekleşmesine izin vermeyeceğim," demelidir.
Babanın çocuğuna ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda güven duygusu vereceğine gelince, bu tür
destekler ve telkinler her zaman ve her şart altında verilebilir. Bunları hissetmek için kişinin üstün yeteneklere sahip olması gerekmez. Yeter ki çocuğunu sevsin, ilgi göstersin ve zaman ayırsın.
Sonuç olarak, anne ve baba çocuğunu cinsiyetinden memnun olacak şekilde yetiştirmelidir. Sağlıklı anne baba ilişkisi, çocuğa farklı iki cinsiyetin! birbirine ihtiyaç duyduğunun en güzel kanıtı olacaktır.
Eğer anne ve baba, çocuklarına iyilik etmek, onları ruh sağlıkları en uygun şekilde yetiştirmek istiyorsa, öncelikle kan ve koca olarak birbirlerine saygı duymalı ve birbirini sevmelidir. Çocuklar, sevgiyi ve saygıyı onlardan öğreneceklerdir. Büyük bir düşünür diyor ki; "Sevgi ve saygı istenilmez, verilir." Çocuğun ruhen sağlıklı büyümesi ve sosyalleşmesi için sıcak bir aile ortamına ihtiyacı vardır. Sağlıklı, mutlu ve kendisiyle barışık nesiller ancak sevgi dolu, birbirine saygılı çiftlerin oluşturduğu ailelerde ortaya çıkar.
Çocuklarla İlgilenmek
Elif ile Ali evliliklerini yürütemeyeceklerine inanmışlar ve geçimsizlik had safhaya gelince ayrılmaya karar vermişlerdi. Bu karalardan en çok etkilenen ise 6 ve 10 yaşlarındaki iki çocukları olmuştu. Çocuklar annelerinde kalmıştı.
Ali muayenehanemde koltuğa oturmuş, sanki günah çıkartırcasına anlatıyordu:
"Doktor bey, beni en çok üzen şey, evliliğim sırasında karıma ve çocuklarıma fazla zaman ayıramamak olmuştur. Bunu anladığımda çok geç kalmıştım, maalesef ailem dağılmıştı.
İşlerimin yoğunluğu sebebiyle gece geç saatlerde eve dönüyordum. Sofraya oturduğum zaman hanı-mim bana kırılmış; sohbet etme fikrinden artık çoktan vazgeçmiş olurdu. Ama çocuklarım asla... Oğlum arkadaşlarıyla oynayacağı maçtan veya gidecekleri piknikten bahsederdi. Kızım ise ya yeni elbisesini giyer, beğenip beğenmediğimi sorardı veya ağabeyini şikâyet ederdi Ama benim zihnim hâlâ işyerindeki bir Meseleye takılmış veya bir gün sonrası için bir strateji belirlemekle meşgul olduğundan söylenenleri neredeyse duymazdım. Baştan savma bir cevap mırıldanırken telefon çalardı ve oğlumun beni aradıklarını söyleyen sesi ile birden kendime gelirdim. Telefonda konuşurken adetâ canlanırdım. Çocuklarımın biraz şaşkınlık biraz alınganlıkla beni izledikleri gözümden kaçmazdı. Bana kızgınlıkla saldırdıkları olmazdı belki ama onlarla ilgilenmeyip telefonda canlı ve neşeli; olmama üzüldüklerini, kendilerini değersiz hissettiklerini belli ederlerdi. Telefonun beni hayata döndürdüğüne, ancak ilgimi bunun çektiğine öfkelenirlerdi." Aslında Ali´nin dramı bugün pek çok babanın içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Bugün çocuklar "şeklen babalı ama fiilen babasız ailelerde büyümektedir."
Babalık görevi, ihmal edilmeye gelmez. Dıştan göründüğü gibi babalık pek kolay değildir ve ilgisiz davranıldığında çocukların iyi kişilik geliştireceği konusunda kimse bize teminat veremez. Bu yüzden babalar çocukları için gereken çabayı göstermek zorundadırlar.
Ölüm döşeğinde olan bir kimsenin "Keşke işime biraz daha vakit ayırabilseydim," dediği duyulmamıştır. Babalar, iş hayatı ile aile yaşantısı arasında ustaca bir denge kurmalıdır.
Çocuk sahibi olacak kadar şanslı olanlar göz açıp kapayana kadar onların büyüdüklerini göreceklerdir. Ben de babayım ve aynı duygulan yaşadım. Oğlum Yasin doğduğunda onun büyüyüp okula gideceğini görmemin çok uzak bir gelecek olduğunu zannederdim. Şimdi 13 yaşında ve sekizinci sınıfa
gidiyor. Yıllar göz açıp kapayıncaya kadar hızla geçiverdi.
Bu yüzden babalar, çocuklarıyla birlikte olma fırsatını asla kaçırmamalıdır. Babalar ancak belli zamanlarda çocuklarına masal anlatmaya, pikniğe çıkmaya, sohbet etmeye ve onları dinlemeye fırsat bulurlar. Bu fırsatlardan birini bile kaçırmamaya özen gösterilmelidir. İşimiz bizi bekleyebilir. İnanın hiç kimse dünya işlerini bitirip de gitmemiştir. Çocuklarımız büyüyüp evlendiklerinde bile işler bizi bekliyor olacaktır.
Bir gerçek daha var: Babalar çocuklarıyla küçük yaştan itibaren yeterince birlikte olmamışlarsa onlar da büyük ihtimalle ergenlik çağına geldiklerinde babalarıyla birlikte olmak istemeyeceklerdir. Bu yüzden çocuklar yetişkin çağa gelinceye kadar baba-ço-cuk ilişkisini güçlü tutmamız gerekiyor.
Bazı günler babalar akşamlan geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalabilir; ancak ailemiz her zaman ön planda olmalıdır. Bu yüzden elden geldiğince eve erken gelmekte fayda vardır. Bazı erkeklerde iş bitse de belli saate kadar işyerinde kalma, hesapları gözden geçirme saplantısı vardır. İşlerimiz ne kadar yoğun olursa olsun, ailemizi işimize feda etmemeliyiz. Mutlaka iş hayatının çeşitli dönemlerinde saatlerce fazla mesai yapılması gerekebilir. Bitkin bir halde eve gelip külçe gibi koltuğa çökebiliriz. Bu kokuda yapılabilecek bir şey de yoktur. Asıl problem, bu yaşantı tarzını alışkanlık haline getirmek ve sürdürmektir.
Bazılarımız meşguliyeti evimize taşımaktan zevk duyarız. Kapıdan içeri girerken öncelikle "Beni arayan oldu mu?" diye sorarız. Faal olmak insanların hoşuna gider ve her ne kadar kabullenmek istemesek de meşguliyeti kendimiz buluruz. Bazı kişiler sürekli meşgul olma gereğini duyar.
Babalan çocuklarıyla birlikte olmaktan alıkoyan sadece işleri değildir. Kendilerinden birşey yapmasını isteyen hemen herkese "evet" derler. Bir meşguliyetlerinin olmasından çok hoşlanırlar. İstenilen kişi olmak çoğumuzu mutlu eder. Dolayısıyla etrafındaki herkese "evet" diyenler en yakınlarında olup herkesten fazla kendilerine ihtiyaç duyanlara "hayır" demek zorunda kalırlar.
ken babasını kaybetmişti. Arkadaşlarının evlerine gittiğinde bazılarının babalarıyla ilişkilerinin kopuk olduğunu, çoğunun kendisinden farklı bir durumda olmadığını gördü. O zaman, bu çocukların babalarını ölümden dolayı olmasa da kendi kendilerine empoze ettikleri bir meşguliyet yüzünden kaybetmiş olduklarını anladı. Aylin şunları anlatıyordu:
"Çok şükür annem babasızlığın ortaya çıkardığı olumsuzlukla son derece güzel başedebildi ve bu yüzden onunla gurur duyuyorum. Ancak zaman zaman özellikle de bazı babaların çocuklarıyla çok vakit geçirerek onları mutlu ettiğini görünce kaçırdığım şeyler için üzüntü duyuyorum. Bununla birlikte hayatta olsaydı, onun şaşırtıcı bir baba olacağından eminim. Beni asıl üzen şey, babaların kendi istekleriyle çocuklarıyla birlikte olmamalarıdır."
Babalar Yeterince Vakit Ayırıyor mu?
Birçok baba "Elbette çocuklarıma vakit ayırıyorum, onlarla iletişime giriyorum!" diyecektir. Babalarla ilgili bir araştırmada, onlara şu soru yöneltildi: "Küçük çocuğunuzla günde tahminen ne kadar konuşursunuz? Erkeklerin büyük bir bölümü 15 ile 20 dakika diye bir tahminde bulundu. Bunu sınamak için araştırmacılar babalar ve çocukları üzerine mikrofon yerleştirdiler. Bu yolla çocuklarla babalar arasındaki etkileşimin süresini kesin olarak hesaplayabileceklerdi. Yoğun bir tempo içinde olan babaların günde 40 saniyenin altında bir süre çocuklarıyla ilgilendikleri bunu da 10 ilâ 15 saniye arasında değişen üç ayrı zaman dilimine ayırdıkları anlaşıldı.
Bir başka araştırmada babaların çocuklarıyla günde üç dakika konuştukları ortaya çıkmıştı. Aynı Araştırmada bu çocukların günde üç saat televizyon izledikleri anlaşılmıştır.
Çocuklarımızla birlikte geçireceğimiz vakitler çok zevklidir ve üstelik bu şansımız zaman ilerledikçe azalmaktadır. Hem çocuğumuz hem kendimiz için bu fırsatı elden geldiğince değerlendirelim...
Baba İmajı Değişiyor mu?
Kadınların cevabı: Elbette
İngiltere Başbakanı Tony Blair´in hamile eşi Cherie Blair, doğum yapmadan önce, dünya kamuoyunun önünde açık açık şunları söyledi: "Doğum iznine çık ve evde bebeğe bak."
Tony Blair belki doğum iznine çıkmadı ama akşama randevu vermeyi iptal etti. Hatta bir keresinde ülkesine gelen bir yabancı heyetin randevusu akşam saatine denk geldiği için gitmedi, evde çocuk baktı. Sekreterine bıraktığı notta ise şu cümleler vardı: "Bu akşamki randevuya iptal edin, eve gidip çocuk bakacağım."
Bebeğe bakmaktan ev işleriyle ilgilenemediklerini söyleyen kadınlar, bu sorumluluğun artık paylaşılması gerektiğini ifade ediyorlar,
Kocalarının boş vakitlerini arkadaşlarıyla veya herhangi bir eğlence ile geçirmesi yerine evde kalmalarını, kendileri ev işleriyle ilgilenirken onların da bebeğe bakarak kendilerine yardımcı olmalarını istiyorlar. ´.
Çalışan kadının derdi
Çalışan kadın açısından bebek bakımı tam anlamıyla bir sorun teşkil ediyor. İşte bu devrede kadınlar, eşlerinden yardım istiyorlar. Evlenirken verilen "iyi ve kötü günde ..." sözü üzerine erkekler de evde sorumluluk alıyorlar. Özel arkadaş toplantıları, bir yerde eğlenme gibi lüksler zamanla ortadan kalkıyor ve bütün boş zamanlar artık bebeğe endeksleniyor. Bir arkadaştan, "Haydi, bu akşam bir yerlere gidelim. " diye telefon geldiği zaman artık rahatlıkla, "Kusura bakma gelemem. Bu akşam çocuğa bakma sırası bende." cevabını verebiliyor.
"Ev erkeği" olmak ayrı bir maharet istiyor. Dünyaca ünlü çocuk dergisi "Parents", bu konuda Amerika Birleşik Devletleri´nde özel kursların açıldığına dikkat çekiyor. Eşi anne adayı olan erkekler, boş zamanlarında bu kurslara giderek bebek bakımı konusunda detaylı bilgiler alıyorlar. Kurslarda, teoriğin yanına pratiği de ekleyen erkekler, bebeğin beslenmesinden tutun, gazının alınmasına, uykusuna, gezdirilmesine, eğlendirilmesine kadar her türlü bilgiyi en ufak detayına kadar öğreniyorlar.
Kılıbıklık değil görev!
Türkiye´de erkek egemenliği halen sürdüğü için, erkeğin doğum izni alması ve bebeğe bakması bir "kılıbıklık" olarak algılanıyor. Oysa uzmanlar, olaya aynı açıdan bakmıyorlar. Türk erkeğinin eşlerine daha fazla yardımcı olması gerektiğini, babalığın sadece eve para getirmekten ibaret olmadığını ifade ediyorlar. Uzmanlar, bir bebek için anne sevgisi ne kadar önemliyse baba sevgisinin de aynı derecede önemli olduğunu ve bebeğin bu sevgiden mahrum bırakılmaması gerektiğini kaydediyorlar.
Gelişen dünya ile birlikte babalık misyonunun da değiştiğini ifade eden pedagoglar, bebeklerin kan kocanın işbirliği içerisinde büyütülmesinin mecburi görev olduğuna işaret ediyorlar.
"Ev erkeği olmak"
Tartışmanın tam ortasında yer alan babaların bir kısmı böyle görevin işleri açısından mümkün olmadığını söylese de bazıları "ev erkeği" olmayı seve seve kabul ediyorlar. Karşı çıkanlar, kendilerini, "İsterseniz bir de doğuralım! diyerek savunuyorlar.
Baba İmajı Değişmeli mi?
Önceleri ailede anne ile babanın rolleri birbirinden ayrılmıştı. Baba imajı belliydi ve anneden oldukça farklıydı. Genellikle evin geçimini sağlar, geleceğe ait kararlar alır ve aile disiplini sağlardı. Evin bozuk aletlerini tamir eder, her türlü zorluk karşısında baba son sığınak olurdu. Dışarıdan aileye yönelik bir tehdit olduğunda, karşısında babayı bulurdu. Anne, yaramazlık yapan çocuğa "Akşam baban gelince gününü görürsün! der ve bu tehditle çocuğun gözünü korkuturdu.
Genellikle bütün gün dışarıda olan baba eve geldiğinde, zamanın anlayışına uygun olarak, çocuklarına mesafeli davranır, geceleri de yine işine dalar giderdi. Büyüklerin bu karmaşık, geniş yaşantısını çocuklar asla tam anlayamazlardı.
Çocuklar sevgiyi annelerinde bulmaya çalışırlardı. Babanın görevi evin ekmeğini kazanıp dış tehditlere karşı aileyi korumaktı. Çocuklar babalarını pek yakından tanımazlardı. Bir defasında muayene için getirilen 10 yaşındaki Ahmet, aynen şöyle demişti: "Babamı seviyorum, ancak nereye gider, nerede çalışır bilmiyorum. Onun varlığını ihtiyaçlarımızı karşılamasından ve anneme verdiği paradan anlayabiliyorum."
Eskiden bu kadar yakın olmak gerekmeyebilirdi. Çünkü aileler genişti. Büyükbaba, dayı ve amca gibi ailenin diğer büyükleri ulaşılabilir yerdeydiler. Çocuğun örnek alabileceği model kişiler vardı ve onlarla devamlı temas imkânı mevcuttu.
Kimi çocuklar da babalarıyla birlikte çalışırdı. Demirci ve tamirci olan ya da çiftçilik yapan babalar, , küçük yaştan itibaren oğullarını yanlarına alırlar ve onları yetiştirirlerdi. Bu yüzden onların babasızlık meselesi olmazdı. Az konuşsa da ona mesafeli dursa da babalarıyla sık sık beraber olurlardı. Ancak günümüz dünyasında işler böyle değildir ve eski tip babayı bugünkü aileler kaldıramamaktadır. Çünkü babasıyla çalışan çocuk kalmamış gibidir. Baba işine, çocuk okula gitmektedir. Okulda ise öğretmenler genellikle bayandır. Çocuklar yakın akrabalar ve geleneksel çevre içinde olmayıp, anne-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek ailelerde yaşamaktadırlar. Bu yüzden babanın koruyucu kanatlarını daha çok germesi, çocuklarıyla yakından ilgilenmesi gerekmektedir. Baba ilgisiz kaldığında çocuğun taklit edeceği, örnek alacağı erkek imajı yok olmaktadır.
Son yıllarda karşımıza bambaşka bir baba imajının çıkması bu sebepledir. Alıştığımız roller tamamen değişmiştir. Kendisi için çok önemli konuları bir kenara bırakıp çocuklarına sevgiyle yaklaşan, onlara vakit ayıran ve aile içinde aktif rol alan babaları görmek artık yadırganmıyor.
Artık babalar sabahları çocuklarını okula götürmekten rahatsız olmamaktadır. İki çocuğunu her sabah okula bırakan doktor arkadaşım Ali Bey bana aynen şöyle demişti: "İnan çok güzel bir hâdise. Çocuklarımla başbaşa kaldığım, sohbet ettiğim bu yarım saatlik vakit oldukça zevkli geçiyor. Onlarla günün siyasî olaylarını, gündemdeki konulan bile konuşuyoruz. Onlara daha yakınlaştığımı ve onları daha yakından tanıdığımı hissediyorum."
Yine Dr. Ali Bey, bir başka gün, çocukların okuldaki temsillerine katıldığını, bundan da büyük zevk aldığını ifade etmişti. "Bu yüzden bazı günler spora ve egzersize gideceğim zaman oğlumu da muhakkak yanıma alıyorum. Çünkü hem işim aksamıyor, hem de oğlumla birlikte oluyoruz." diye eklemişti.
Günümüz babası çocuklarına, özellikle onu örnek alacak erkek evladına daha çok vakit ayırmalıdır. Çocuğun en iyi arkadaşı olabilmek ümidiyle, coşku ve hevesle dürüst bir duygu ve sevgi alışverişine girmeye can atmalıdır. Çocuğunu yetiştirirken onun hayatında daha etkili ve aktif rol almayı istemelidir. İçinden geldiği gibi hareket etmeli, çocuğuna baba sevgisi yaşatmalıdır. Otoriter yönünü olduğu kadar anlayışlı ve yumuşak tarafını da göstermelidir. İlgisini, sevgisini ve bağlılığını göstermek hevesiyle hareket etmelidir. İşinde varmak istediği hedeflerine bütün zamanını ayırmamak, çocukları dünyaya getirmenin sorumluluğunu yüklenmeye daha çok gayret göstermelidir.
Babalar da Kazançlı!
Aslında babaların çocuklarına daha fazla vakit ayırmalarında kazanç hanelerine birçok şey katılacaktır. İşte sayısız faydalardan bazıları:
• Babanın katı ve yabani hisleri uysallasın Çocukla ilgilenme ve kurulan iletişim babayı rahatlatır.
• Hayat daha anlamlı hale gelir. Baba çocuğuyla gurur duyar, bu da ölçüsüz bir haz verir.
• Babanın kendine güven duygusu artar. Birşeyler yapma, ortaya çıkarma arzusu doğar.
• Babanın şefkat, hoşgörü, sabır, sevgi ve cömertlik gibi duygulan gelişir. Hayata daha sıcak bakar.
• Baba, sevgi açlığını çocuğuyla ilgilenerek giderir. Birçok erkek ilgisizlik yüzünden kararan çocukluk yıllarının acısını, kendi çocuklarına ilgi göstererek önemli ölçüde azaltır. Çocuğunu koruyarak içinden gelen acılan hafifletmeye çalışır.
Bir baba aynen şöyle demişti: "Babalık müthiş bir hadise. İçimden zapt edilmesi zor hazlar ve tatlı
hisler fışkırıyor sanki. Başkalarının da bana taktirle baktığını hissediyorum. Üstelik aile bütünlüğünün çocukla sağlandığını, yani şimdi tam bir aile olduğumuzu farkediyorum."
• Yine kişinin baba olması kendi babasının değerini daha iyi anlamasına ve onunla daha iyi ilişkiler kurmasına sebep olur; çünkü babalığın ne demek olduğunu anlayarak babasını daha çok sevecektir. Babasının yaptığı fedakârlıklar ve onunla olan iyi hâtıralar gözünde canlanacaktır.
Baba yoksunluğu
Günümüzde babanın sorumluluklarında bazı değişiklikler olmuştur. Artık baba, çocuğuna yararlı olabilmek için onun bakımına katılabilmelidir. Bu, hep annesini gören ve adeta ondan başka kişi ve cinsiyet tanımayan çocuğun babası aracılığıyla farklı bir kişiyi görmesi demektir. Böylelikle güvenliği tehlikede olmadan babasına uyum sağlayacaktır. Babanın varlığı, çocuğun babası ile kurduğu ilişkiler, annesi ile olan ilişkilere yeni bir boyut, değişik bir çeşit olarak girecektir.
Baba ilgisi, çocuğun kadınla erkeği ayırt edememekten kurtarır. Bunu da çocuğun doğrudan doğruya annesinin oluşturduğu bir dünyanın ötesine götürerek ve bireyselleştirmeye yönelterek yapar. Babanın rolü kısa bir süre sonra annenin rolünü aşar. Çocuk için bu rol, bilhassa babanın kişilik özelliklerini istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü ölçüde belirginleşir. Çocuk, annesinde gözlediği tutumları referans
alarak baba rolüne daha farklı bir ağırlık ve önem verir.
Çocuk için ilk otorite annedir; fakat çocuğun yavaş yavaş oluşturduğu değerler sisteminin ve düşüncelerinin kaynağı geniş ölçüde babadır. Baba, bir özdeşleşme modeli olarak çocuğun kişiliğinin gelişmesinde büyük bir yer tutar. Babanın yokluğu veya ilgisizliği çocuğun kişilik yapısını, ruh ve beden sağlığını olumsuz yönde etkileyerek bazı uyum ve davranış bozukluklarına yol açacaktır.
Söz konusu olan sadece davranışlar değildir. Babalar, çocuklarına aktarabilecekleri büyük bir bilgi yüküne ve tecrübeye sahiptirler. Çocuğa hayat konusundaki bilgilerini devreder, değer yargılarını öğretirler. Babanın annesiyle ilişkilerini incelemek, erkek çocuğa bir koca olarak davranmanın bütün yönlerini görme imkânı verir. Ayrıca babasının çevredekilere karşı davranışlarından etkilenir. Babanın çocuk bakımında faal rol aldığı ailelerde erkek çocuklar, kardeşlerinin bakımında yardımcı olma ve gerektiğinde babalarının vekili gibi davranma eğilimi gösterir. Bu arada çocuk, babasının kendine davranışını büyük bir dikkatle izler. Bu şekilde baba olmanın gereklerini kendi babasından öğrenmiş olur.
Kız çocukları erkekler hakkında ve babalarının nasıl davrandığı konusunda fikir edinirler. Erkekler konusunda öğrendikleri, özellikle anne ile babasının karşılıklı ilişkilerini izlemek fırsatını bulduğunda, kendini bir kadın olarak geliştirmesinde yardımcı olur.
Araştırmalar ne diyor?
Babadan ayrı büyümeyi konu alan bilimsel araştırmalar, çocuğun baba yoksunluğu karşısında ne gibi etkilenme içinde bulunduğu hakkında bize fikir vermektedir. Bu araştırmaların sonuçlan, bir babanın disiplin uygulayıcısı olarak otoritesini ortaya koymasının yalnızca güçlü olmakla kalmayıp, aynı zamanda müşfik oluşunun da çocuğun gelişen kişiliği üzerinde büyük bir etkisi bıraktığını ortaya koymuştur. Baba özellikle çocuğun özdeşleşmesinde (identifikasyon), kişilik gelişiminde ve doğru ile yanlış kavramlarının özümsenmesi yönündedir. Bunların yanısıra, babanın yaşanılan evde bulunmayışı şüphesiz çocuğu pek çok mutlu tecrübeden de yoksun bırakmaktadır.
Baba yokluğunun bazı sonuçları
• Baba olmadığı zaman otorite rolünü anne üstüne alır ve bu fonksiyon, annenin ilk görevi durumuna gelir. Bu durumda erkek çocuk annesine bağlı kalır ve cinsiyetine has bir cinsel kimlik kazanması tehlikeye girebilir. Bu gruptaki çocukların babaları evde olan erkek çocuklara oranla daha "kadınsı bir yönelişe" sahip olduğu ortaya konmuştur.
• Erkek çocuklarda suça yöneliş oranıyla, küçüklüklerinde yeterli bir baba (erkek) figürünün yokluğu arasında da ilgi vardır. Otorite yokluğu (çünkü baba otoriteyi simgelemektedir) çocuğu antisosyal olaylara (çalma, saldırganlık gibi) itebilmektedir.
• Çocukların sosyalleşmesinde anne kadar babalarının da önemli olduğu artık bilinmektedir. Özellikle erkek çocukların toplumsallaşmasında babanın rolü daha belirgindir. Saygın, otorite sahibi, güçlü ve etkili bir kişi olarak baba korkulan fakat aynı zamanda çekici bir kişidir. Çocuk babasıyla gurur duyar, ona benzemek ister. İşte bu yüzden babaları olmayan çocuklar hem yetişkinlere hem de başka çocuklarla iyi ilişkilen geliştirme ve sürdürmede güçlük çekmektedirler. Böyle çocukların daha sıkılgan, içe kapanık veya uyum bozukluğu çektikleri gösterilmiştir.
• Baba yoksunluğunda anne de problemlidir. Anne, babanın rolünü de üstüne alır. Görev ve sorumlulukları artar. Çocukların bakımını, eğitimini ve yönlendirilmesini bütünüyle anne yapar. Böylece anne daha ağır bir yük altında kalır. Bu da çocuğu olumsuz etkiler. Buna bağlı olarak ruhsal yapısı da etkilenir. Anne-çocuk ilişkileri bozulabilir.
• Baba olmayınca erkek çocuk, özdeşim modeli olarak televizyondan, sinemadan, arkadaşlıktan birine kayabilir. Bunlarında uygunsuz örnekler olduğu aşikardır.
• Yine intiharlara (özellikle erkeklerde) ve psikolojik bozukluklara baba yokluğunda daha sık rastlanır.
• Okul başarısı da baba yoksunluğunda düşmektedir. Çoğunlukla sınıf ortalamasının altında basan gösteren çocuklar ortaya çıkmaktadır. Babasıyla birlikte olan çocuklarda, babanın bir model oluşturduğu ve başarıyı güdüleyici bir fonksiyon gördüğü söylenebilir. Hatta baba yoksunluğu çeken çocuklarda zekanın kullanımında da problemler olmaktadır.
Bilim adamları ne diyor?
"Birçok parlak insanın Amerikan ailesinin kötüye gidişine değinmesinden çok etkilendim. Çocuk ihmalkarlığının, anne-babalar arasındaki geçimsizliklerin, şiddetin ve işsizliğin şartlan net. Bazılarımız televizyonu, magazin basınını, sanayiyi ve benzeri şeyleri sorumlu tutuyoruz. 40 yıllık çalışmalarım, danışmanlığım, hazırlıklarım ve başarılı aileleri gözlemlerimden sonra hiçbir şeyin evde etkili bir babanın olması kadar işe yaramadığı sonucuna vardım. Babalan rolleri ve görevleri için destekleyene ve hazırlayana kadar Amerika´da ailenin çöküşünü asla önleyemeyeceğiz."
Dn Ernest Eberkardt
"İyi babalığın parıltısı ve sıcaklığı insanoğlunun zenginliklerini çoğaltabilir. Babayı değiştirmek, şehirde, varoşlarda, Amerika´nın -kırsal kesimlerinde veya bütün dünyada evi, toplumu ve insan soyunu değiştirmektir.»
Michael Stevart
"Her zamankinden çok daha iyi biliyoruz ki; çocuğun ruhsal gelişmesinde, uyumlu oluşunda güçlü ve sevgi dolu bir baba vazgeçilmezdir."
Prof, Dr. İbrahim Balcıoğlu (Psikiyatrist)
İstatistiklerin bazı sonuçları
Görünür ve etkili bir baba, çocuğun hayatının iyiliği için şarttır. ABD´de yapılan bir araştırma sonuçlan bize şunları gösteriyor
1- Amerikan Değerler Enstitüsü Başkanı David Blankenhorn´a göre uzun dönem ıslah evindeki çocukların %70 i babasız büyüdü.
2- Yoksulluğa saplanan veya çok sıkıntıda olan ailelerin hepsinde babanın kendisini ailesine adamadığı dikkati çekiyor.
3- Babalarıyla sevgi dolu ve güçlü ilişkiler yaşayan çocuklar, eşleriyle sağlıklı ve tatmin edici ilişkiler kurmakta daha başarılı olmaktadırlar.
4- Çocuk ihmali ve suistimali oranı, öz baba evden ayrıldığında artış gösteriyor.
5- Babası dışında hiç kimse bir çocuğa baba olmayı öğretemez. Bu örnek alınarak öğrenilen bir yetenektir.
6- Bir anne çocuğa kibarlığı ve temizliği öğretebilir, fakat sadece bir adam erkekliği öğretebilir. Babalar çocuk büyütmek için gereklidir. Eğlendirirler, gürültü yaparlar ve anneler dikkatli olmaları konusunda uyardıklarında babalar risk almaları için onları yüreklendirirler. Bir çocuğun anne ve babanın birlikte sağladığı dengeye ihtiyacı vardır.
7- Babasıyla görünür bir ilişkiden yoksun olan çocuklar bunun acısını ömür boyu çekerler.
Sonuç olarak, bazı babalar başta gelen en önemli görevlerinin geçim temini olduğunu düşünürler.
İşlerinden dikkat ve zaman ayırıp çocuklarının ihtiyaçlarına eğilmeyecek kadar geçim gailesine dalarlar. Bu davranış, yıllarca sürerse babanın işi, sorumluluktan kaçma vesilesi olarak kullandığını da düşünebiliriz. Böyle bir baba, hem kendisini hem de eşini ve çocuklarını, çok değerli yaşantı ve tecrübeden yoksun bırakmaktadır.
Bu sıraladığımız sadece babası olmayan çocukları değil, babanın yeterince vakit ayırıp ilgilenmediği çocukları da ilgilendirmektedir.
Babaya Olan İhtiyaç
Aslında çocuğun babaya olan ihtiyacı henüz anne karnındayken başlar. Hamile olan anne adayına müstakbel babanın gösterdiği yakınlık, sevgi ve ilgi annenin kendine güvenini ve karnındaki çocuğa sevgisini artırır. Dolayısıyla hamileliği daha sağlıklı geçirir.
Doğum esnasında yine babaya ihtiyaç vardır. "Müjde bir kızınız veya oğlunuz oldu!" haberi her erkek için güzel bir sevinç kaynağıdır. Baba çocuğu sevmek ve çocuklarıyla birlikte olmaktan tad alır; zevk duyar. Bu olay ise annenin daha sağlıklı ve mutlu olması demektir.
Babalık duygusu sadece çocuğa değil, babaya da fayda sağlar; erkeğin kişiliğini güçlendirir. Psikolojik açıdan baba olmak, ergenliğin meyvesini almak demektir. Nasıl ergenlik, gencin cinsel kimliğini teyit etmesini sağlıyorsa; babalık da gelişmenin başka seviyesinde erkekte bir bütünlük, tam olma duygusu meydana getirir. Normal olarak baba olma, kişiliğin dengeli bir suretle gelişmesini sağlar.
Ahmet´in Dramı
Psikiyatri hekimi olunca, bir de çeşitli gazete ve dergilerde mesleğimle ilgili yazılar yazınca birçok mektup almaya başladım. İnsanlarımız dertlerini anlatıyor, doktora söyleyemedikleri problemleri yazıya döküyorlar.
İşte 18 yaşındaki Ahmet´in yazdıkları:
"Derdim, sosyal bir fobi olarak adlandırılabilir. Senelerdir kendimi toplumdan soyutladım diyebilirim. İnsanlarla iletişim kurmaya cesaret edemiyorum. Onlarla konuşmaktan çekmiyorum. Kalabalık ortamda kendimi rahatsız hissediyorum. Bir senedir hiç kimseyle görüşmedim diyebilirim. Arkadaşlarımdan çok uzak kaldım. Fazlaca içine kapanık biriyim. Senelerce aynı sınıfta okuduğum yaşıtlarımla konuşup tanışmadım. Kısacası, toplum içine giremiyorum. Sokakta yalnız yürürken bile kendimi rahatsız hissediyorum. Sanki herkes beni izliyormuş gibi geliyor. Bu bende 14-15 yaşında başladı. İnsanlıkla ilişkimi kestim. 17 yaşında bunun normal olmadığımı fark edip rahatsızlık duymaya başladım. Zamanla kendimi aşmaya çalıştım.Ancak gayretlerimin bir sonuç vereceğinden emin değilim.
Kendimi sürekli mutsuz, huzursuz, yalnız, her yerde rahatsız, sanki fazlalık gibi hissediyorum. Devamlı sıkıntı içindeyim. Sonunda sıkıntıdan sigaraya başladım.
Kendime güvenim yok. Kendimi küçük görüyorum. Çirkin sayıyorum. Biriyle konuşurken aşağılık kompleksine giriyorum. Bayramda dayımın elini öpmeye dahi gidemedim. Sosyal hayatım koca bir sıfır. Görüştüğüm arkadaşlarımın sayısı iki üçü geçmiyor. O da seyrek olarak. Senelerdir yalnız dolaşıyorum hatta buna alıştım diyebilirim."
Mektup böyle uzayıp gidiyor. Ahmet´in derdi gerçekten büyük. Liseyi bitirmiş, üniversiteye hazırlanıyor. Belli ki tertemiz, pınl pırıl bir genç. Ama gördüğümüz o ki, bir saplantı uğruna hayatı kendisine zindan etmiş. Peki bunun sebebi ne? Ahmet ilerleyen bölümde bunu da anlatıyor:
"Bu halde gelmeme ailem büyük ölçüde sebep oldu diyebilirim. Babam, bana hep kötü arkadaş edin-mememi söylerdi. Bu yüzden arkadaşlarımdan uzak kalmamı sağladı. Evden dışarı çıkmamı engellerdi. Bana küçükken de, şimdi de hiç güvenmedi. Hep ipleri kendi elinde olması gereken bir bebek gibi gördü. 15 yaşındayken bir elektrik faturası bile yatıramaz-dun. Sonuçta insanlardan koptum. Onları hep potansiyel tehlike olarak görüyordum. Babam bana bunu aşılmıştı.
Artık yalnız, dertli, sıkıntılı, huzursuz, kimsesiz biri olup çıktım. Senelerdir babamla kavgalıyım. Onun sözünü dinlememeyi, ondan kopmayı bir çıkış yolu olarak gördüm. Ama bataklığa batmışım bir kere; bir türlü çıkamıyorum. Yardım edecek birini arıyorum. Çıkmam şart bu fobiden. Benimle ilgilenirseniz memnun olurum. İlaç vs. ne gerekirse almaya, yapmaya hazırım. Sizi tekrar aramama izin vereceğinizi umuyorum. Selamlar"
Evet, mektup böyle bitiyor. Şimdi Ahmet tedavimiz altında ve oldukça değişine var.
Ne mi yaptık? "Sosyal Fobili Genç" başlıklı yazımızdaki adaşına benzer yaklaşımla uzun bir terapiye aldık Ahmet´i.
Aşın korumacı sevgi, hastalıklı bir sevgidir. Çocuklarınıza güvenin ve onları iç dünyalarına hapsetmeyin. Bugün teşebbüs gücü yüksek, girişken, kendine güveni tam, aşağılık kompleksi olmayan gençler toplumda hizmet ediyor ve yüksek mevkilere geliyorlar.
Erdi´nin Cinsel Kimlik Bunalımı
Telefonun öbür ucunda ağlamaklı bir anne vardı ve randevu istiyordu:
"Doktor bey, 19 yaşındaki oğluma muayene etmenizi istiyorum. Dün telefonda bir erkek arkadaşı ile konuşmasına paralelde farkında olmayarak kulak; misafiri oldum. Yıkıldım. Panik halindeyim. Galiba oğlum erkeklere ilgi duyan bir homoseksüel."
Randevu saatinde Erdi adlı genç annesi ile birlikte içeri girdi. Abartılı el kol hareketleri ve yüzündeki mimikleriyle konuşan bu gencin kadınsı eğilimleri olduğu hemen anlaşılıyordu. Daha içeri girer girmez "Ayol anne, beni niye doktora getirdin ki? Benim hiçbir şikâyetim yok. dedi.
Annesine bir süre gençle yalnız görüşmemiz gerektiğini söyledim. Delikanlı anlatmaya başladı:
"Benimkisi cinsel tercih meselesi. Tercihimi erkeklerden yana kullanıyorum ve halimden memnunum. İsteyerek değil belki, ama içimden geldiği gibi davranıyorum. Annemi de çok seviyorum. Benim için üzüldüğünü biliyorum; buna üzülüyorum. Ama yapacak bir şey olduğunu sanmıyorum. Galiba benim yaratılışım böyle."
Daha sonra annesini muayene yerine aldım. İlk önce aile yapısını sordum. Çünkü gencin homoseksüel olduğu açıktı ve bu konuda en önemli sorumluluk babaya düşüyordu. Babanın bedeniyle ve ruhuyla ağırlığının hissedilmediği ailelerde yetişen çocuklar cinsel rollerini kazanmada büyük problemler yaşayabiliyor.
Pek çok eşcinsel erkek dinledim, anne ve babanın ailedeki rollerini araştırdım. Bu tip sapmanın ortaya çıktığı ailelerin hemen hepsinde samimi, candan, fedakâr bir anneye karşılık ilgisiz ve neredeyse düşmanca tavırlar sergileyen bir baba yer almaktaydı. Eşcinsel oğulları olan babaların diğer babalara göre çok daha az şefkatli oldukları dikkât çekiyordu.
Bu konuda yapılan araştırmalar da aynı sonuca çıkıyordu. Elli homoseksüel erkek üzerinde yapılan bir araştırmada, elli kişiden bir tanesi bile babasıyla arasında sevgi dolu bir ilişki olduğunu söylememişti. Homoseksüel erkeklerin, babalarının ailesiyle ilgilenmeyen kişiler olduğu neredeyse ispatlanmış bir gerçektir. Bu babaların çoğu evde karar alma görevini, yani otoriteyi annelere bırakmışlardır. Bu tip babaların oğullan, erkeğe has belirli rollerde babanın eksikliğini hep hissetmişlerdir.
Homoseksüel erkeklerin çoğu büyüdükleri aile ortamında annenin egemen olduğunu ifade etmektedir. Bu tip aile ortamlarında, ne anne ne de baba oğullarının erkeksi sözlerini, hareketlerini, tavırlarını veya düşüncelerini destekleyip cesaretlendirmemiştir.
Cinsel rollerine uygun davranan, kendilerine güvenen, ahlâklı çocuklar yetiştirmek için onları dinlememiz ve onlarla konuşmamız gerekir. Onları oldukları gibi görmeyi ve bir insan olarak benimsemeyi öğrenmeliyiz.
Eşcinsel gencin annesine işte bu düşüncelerle anne ve babanın ailedeki rolünü ve etkinliğini sordum. Anne, yarası deşilmiş gibi, acı bir ses tonuyla anlatmaya başladı:
"Doktor bey, çok önemli bir noktaya değindiniz. Ben çocuğumun üzerine ne kadar düştüysem babasıda o kadar ilgisiz kaldı. Onun boşluğunu doldururum ümidiyle oğlumla fedakârca ilgilendim. Babası sabah erken evden çıkıyordu ve geç saatlere kadar çalışıyordu. Çocuğumu günlerce göremiyordu bile. Her şeyiyle ilgilenmek bana düşüyordu. Halen de böyle devam ediyor. Erdi de bazı garip ve değişik tavırlar olduğunu babasına söyleyecek oldum. Bana olayı büyüttüğümü, Erdi´nin gayet normal bir genç olduğunu söyledi´
Anneye, "Peki, kocanızın tatili yok mu? Pazar günlerini nasıl geçiriyor?" diye sordum. Annenin cevabı ibret doluydu:
"Kocam av meraklısıdır. Bütün hafta çalıştığını, yorulduğunu, Pazar günleri arkadaşlarıyla ava çıkmanın hakkı olduğunu söyleyerek erkenden evden ayrılır. Hala müsait olmadığı zaman arkadaş toplantılarına veya kahveye gider. Yani hafta sonlarını bizimle beraber geçirmez.Mesele anlaşılmıştı. Annenin de çok güzel ifade ettiği gibi; Erdi´nin kişilik ve cinsiyet gelişiminde erkek çocuk için vazgeçilmez baba rolü ve bu role uygun model yok denecek kadar silikti. Anne bu rolü de üstüne alınca çocuk benzeme ve idealize etme tercihini ilgisiz silik baba imajından ilgili aktif anneye çevirmişti. Dolayısıyla kendisine yakın olan annenin cinsiyetini benimsemiş; bir kadın gibi erkeklere cinsel ilgi ve yakınlık duyar olmuştu.
Anneye Erdi´nin bir homoseksüel olduğunu ve üstelik bu sapmadan şikâyetçi olmadığını açıkladım. Ayrıca homoseksüelliğin modern psikiyatri tasniflerinde bir rahatsızlık olarak geçmediğini, tıbben yapılacak birşey bulunmadığını anlattım.
Acı da olsa gerçeği bilmenin annenin hakkı olduğunu düşündüm. Doktorları ve üfürükçüleri dolaşarak bir servet harcayan ailelerin durumuna düşmesini istemiyordum. Bu yüzden gerçekleri bilmeliydi. Kadıncağız oğlunun dramına ağlamaya başladı. "Hiç mi çaresi yok, doktor?" dedi. Büsbütün ümidini kırmamak için bazı tavsiyelerde bulunarak cesaret vermeye çalıştım. "Oğlunuzun davranışlarına çekidüzen vermesi ve sapkın duygularını bastırması için telkinde bulunursanız iyi olur;" dedim.
Erdi ise annesini ağlar görünce şöyle deyivermiş-ti: "Ayol anne, ağla da boşat. Ben de çok sık ağlarım."
Babalar, çocuklarının Erdi gibi olmasını istemiyorlarsa, onlara daha çok zaman ayırmalı, onları dinlemeli, sevinçlerine ve acılarına ortak olmalıdır.
Gece Yatağını Islatan Çocuk
Son yıllarda ülkemizde toplum köklü bir değişikliğe uğradı. Evlilikler bozuldu, geçimsizlik ve boşanmalar arttı. Yalnız başına çocuklarını büyütmeye çalışan anneler çoğaldı. Artık maddeye daha fazla değer veriliyor ve dinî bağlar zayıflıyor. Medyanın sorumsuz yayınlan da bu yozlaşmayı hızlandırıyor.
Eğitim, kaliteden ziyade yansı ön planda tutuyor. Üniversite ve iş alanlarının yetersizliği bu yansı iyice körüklüyor. Anne baba tarafından yapılan baskı ve taleplerin artması, çocuklarda huzursuz davranışların çoğalmasına yol açıyor.
Çocuklardaki duygusal çatışma yeni bir konu değil elbette. Problemli evlilikler ve aileler her zaman vardı. Ancak şimdi baskılar çok daha yoğun. Artık çocukların yaklaşık %30-40´ının, uzman yardımı gerektiren iç çatışmalar yüzünden acı çektiği tahmin ediliyor.
Abdullah böyle bir problemden, gece altına işeme sebebiyle, getirilmiş 5 yaşında bir çocuktu. Sık sık yatağını ıslattığından annesi şikâyetçiydi.
Gece altına kaçırma (enüresis) iki tip olabilir. Ya primer (birincil) veya sekonder (ikincil) şekil sözkonusudur. Primer durumda, çocuk mesanesini kontrol etmeyi henüz öğrenmemiştir. Bunun çeşitli sebepleri var. Problem organik olabilir. Çocuğun iyi bir tuvalet eğitimi almamış olmasından kaynaklanabilir. Çoğu zaman genetik (kalıtsal) faktörler de oldukça etkilidir.,
Sekonder durum mekanizma olarak farklıdır: Çocuk mesanesini kontrol etmesini öğrenmiştir, ama sonra bu melekesini kaybetmiştir. Sekonder idrar kaçırmanın sebepleri; hemen her zaman psikolojik veya sosyaldir. Anne-baba fiziksel belirtiler gösteren bir çocuk getirdiği zaman, hekimin kendi kendine sorduğu ilk soru şudur: "Bu belirti çocuğun ne açıdan haklı olduğunu ifade ediyor?"
Öncelikle şunu kabul etmeliyiz: Çocuk huzursuz davranmakta daima haklıdır. Çünkü bu davranışı ile bizleri uyarmakta, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu çocuğu böyle hareket etmeye iten ruhsal dinamikler söz konusudur. Görüntü ne olursa olsun, altında yatan çatışmayı araştırmak gerekir.
Yatağını ıslatan, sinirli, hiperaktif, tırnak yiyen, ters davranan, öfke nöbetleri yaşayan bir çocuk niçin ve nasıl bu hale gelmiştir? Uyumsuzluk, problemin kendisi değil; onun belirtileri veya ifade tarzıdır. Ne yazık ki; bu belirtiler, özellikle kontrolsüz davranışlarla ortaya konduğu zaman, evdeki insanların canını sıkar; anne babaya ve evin diğer bireylerine sorun olur. Ailenin tipik tepkisi çocuğu cezalandırmaktır. Ancak cezaya rağmen olumsuz davranışlar ısrarla devam eder. Çünkü gizli çatışma tamamlanmamış; hatta daha da körüklenmiştir.
Abdullah´ın problemi neydi? Çatışma neden kaynaklanıyordu? Önce annesiyle ilişkisini inceledim. Çocuk yatağını ıslattığından dolayı annesi tarafından örseleniyordu ama onun dışında aralarındaki ilişki sıcaktı ve anne oldukça ilgiliydi. Acaba yeni bir kardeş olmuştu da Abdullah kıskançlık duygusuna mı kapılmıştı? Böyle bir olay da söz konusu değildi.
Geriye, çocuğun babasıyla ilişkisini araştırmak kalıyordu. İnceleyince gördüm ki; böyle bir ilişki adeta ´yok´ gibiydi.
Babanın yapısı dikkat çekiciydi. Aşın hırslı, kendini tamamiyle işine vermiş, hem evlilikteki sorumluluklarını hem de çocuğuyla ilişkisini ihmal eden bir kişiydi. Açıkça görüldüğü üzere bu adamın kendine güveni yetersizdi ve kendi gözündeki imajını, aşın çalışarak telafi etme çabası içindeydi. Ancak ne yazık ki; bundan hem kendisi hem de çocuğu zarar görüyordu.
Genellikle eve çok geç geldiği için, o saatlerde Abdullah yatmış oluyordu. Sabah da erkenden, çocuk daha yataktayken evden çıkıyor, işe gidiyordu. Hafta sonları da evde işiyle meşguldü. Boş zamanlarını çocuğu ve hanımıyla geçirmek yerine telefon görüşmeleri yapıyordu.
Babası Abdullah´a hemen hemen hiç zaman ayırmıyordu. Üstelik annesi ile de ilgisi azdı. Sanki ayrı dünyalarda yaşıyor gibiydiler.
Abdullah´ın yatağını ıslatarak ortaya koyduğu tehlike sinyali iki sebebe dayanıyor olabilirdi:
Birincisi, çocuk hem kendisinin hem de çok sevdiği annesinin baba tarafından ihmal edildiğini ve ciddiye alınmadığını farketmiş; yatağını ıslatarak tepkide bulunmuştur. Hayatında tümüyle bağımlı olduğu tek kişinin, yani annesinin herhangi bir şekilde incinmesi, zarar görmesi fikri Abdullah için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Altını ıslatarak bu tehlikeyi açığa vuruyordu.
İkinci ve daha ağırlıklı ihtimal ise Abdullah´ın kendisini babası tarafından reddedilmiş hissetmesi ve bu kayıp duygusunu gece idrar kaçırarak belli etmesiydi.
Her iki ihtimalde problemi çözme görevi babaya düşüyordu. Baba ile görüşerek durumu açıkladık. Eşine ve çocuğuna daha fazla zaman ayırması gerektiğini söyledik. Eve mümkün olduğunca erken gelmeye çalışmasını, geldiği zaman çocuğun odasına girmesini, uyuyup uyumadığına bakmaksızın onu öpmesini, uyanıksa kucaklamasını, bunun dışında hiç değilse hafta sonları gününün bir kısmını çocuğuna ve eşine ayırmasını tavsiye ettik.
Aslında baba da yardıma muhtaçtı. İşyerindeki bütün önemli işleri üzerine alıyor; diğer elemanlara güvenmiyordu. Kendisi işin başında olmadığı zaman zarara uğrayacağı saplantısı içindeydi. İşbölümü yaparak üzerindeki sorumluluğu hafifletmesini de tavsiye ettik.
Baba, tavsiye ettiğimiz şekilde, çocuğuna ve eşine daha çok vakit ayırmaya, yakından ilgilenmeye ve onlara sevgisini ifade etmeye başladı. Bunların gerçekleşmesinden birkaç hafta sonra Abdullah´ın yatak ıslatma problemi ortadan kalktı.
Çocuk Sevildiğini Nasıl Anlar?
Çocuk ailesine ait olduğunu, şartsız sevildiğini bilmeli ve bunu yaşayarak görmelidir. Her çocuk sevildiğini, kendisine değer verildiğini davranışlarımızdan hisseder. Çünkü güven duygusunun gelişmesi için ailenin özel bir üyesi olduğunu ve evinde özel bir yeri bulunduğunu hissetmeye ihtiyacı vardır. Bu his çocuğa yaşama gücü verir. Çocuğa ailenin bir parçası olduğu için sevildiğini ifade etmenin birçok yolu vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
• Kucaklayarak ve öperek onu sevdiğimizi belli etmeliyiz.
• Kendisini dinlemeli, anlattıklarını ciddiye almalıyız.
• Sık sık şartsız sevgi göstermeli; "iyi çocuk olursan seni severim; kötü çocuk olursan sevmem," gibi sözlerle sevgimizi tehdit aracı olarak kullanmamalıyız.
• Beraber oynamalı, oyunun kurallarını birlikte koymalıyız.
• Çocuğun aile sohbetine katılmasına izin vermeli, fikrini sormalıyız.
• Olumlu ve başarılı hareketlerini onaylayarak cesaretlendirmeliyiz.
• Hatalı davranışlarını onaylamadığımızı, onu küçük düşürücü ağır kelimelerle değil; caydırıcı sözlerle açıklamalıyız.
Sosyal Fobili Genç
Ahmet 29 yaşındaydı ve güney illerimizden birinde dünyaya gelmişti. Orta boyluydu, esmerdi, yüzünü gür bir bıyık süslüyordu. Kısacası yakışıklı bir Anadolu delikanlısıydı.
Muayene odasına girerken telaşlı davranışlarından ve yüzünün kızarmasından heyecanlı olduğu anlaşılıyordu. Odaya yavaşça girmiş ve koltuğa adetâ çöküvermişti.. Kısa bir sessizlikten sonra:
- Hoş geldiniz Ahmet bey, probleminiz nedir? diye sordum.
Derin bir iç çekmesi ile bir süre durakladıktan sonra anlatmaya başladı:
- Aşırı heyecanlıyım. Tasarladığım şeyleri yapmakta zorlanıyorum. Üzerimde hep bir güvensizlik ve tedirginlik var. İyi bildiğim şeyleri bile anlatamıyorum. Toplum içinde otururken, konuşurken veya başka bir iş yaparken yüzümde kızarma, ellerimde titreme, terleme oluyor. Kendime güvenim yok. Sanki yanlış bir şey yapacağım, küçük düşeceğim korkusu içimi kaplıyor. Başkalarının yanında yemek yiyemiyorum. Adeta kâbus çöküyor üzerime. Lokmaları ağzıma götüremiyorum."
Ahmet bu ve benzeri yakınmalarını anlattıkça anlattı. Gerçekten topluma, kalabalığa girmekte zorlanıyordu ve özgüveni kaybolmuştu.
Kendisine, önemli gördüğü kişilerle görüşürken veya birisiyle tanıştırılırken tedirginlik duyup duymadığını sorduğumda:
- Hem de nasıl, dedi. Sizinle görüşürken bile heyecanım belli herhalde. Gördüğünüz gibi yüzüm kızarıyor, bu beni daha çok rahatsız ediyor; bunalıyorum.
Evet, bu gencin sosyal fobi denilen rahatsızlığı vardı. Ahmet´e anne-babasını ve yetişme şartlarını, çocukluğunun nasıl geçtiğini sordum. Babası nasıl biriydi? Kişiliği, çocuklarına ilgisi nasıldı? Ebeveynleriyle iletişiminde bir bozukluk, kopukluk olmuş muydu? Kaç kardeşi vardı?
Ahmet yine derinden bir iç çekti ve:
"- Doktor bey, dedi, aslında babamı hatırlamak bile istemiyorum. Hep kumar oynardı, bizimle ilgilenmezdi. Ben altı kardeşin en büyüğüyüm. Babam evden erken çıkıp geç geldiği için onu fazla görmezdik. Zaten gördüğümüz zaman da bize yakınlık göstermezdi. Çevrede varlıklı bir aile olarak tanınırdık, ama yaşantımız hiç de öyle değildi. Çünkü babam paralan kumara yatırdığı için bize kalmazdı. Varlık içinde yokluk çekerdik. Ben babamı tanıyamadım. Onu pek görmezdim çünkü. Kucağına bizleri alıp yavrum´ dediğini pek hatırlamam. Baba nasıl olur bilemedim. Evin en büyük çocuğu olduğum için sorumluluk üzerime erken yüklendi. İşte çocukluğum böyle geçti.
Ahmet daha sonraki görüşmelerimizde; evliliğe karşı soğuk durduğunu, başarısızlık korkusunu bir türlü atamadığını ve penis küçüklüğü kompleksi bulunduğunu da ifade etti. Şimdiye kadar doktora gelmediğini, bunun tedavi edilebilir bir tıbbî rahatsızlık olduğunu bilmediğini, kişiliğinin bir parçası zannettiğini de ekledi. Dergideki bir yazımdan etkilenerek bize müracaat etmişti.
Sosyal fobinin kişi üzerindeki etkileri şöyle sıralanabilir:
• Sosyal fobiler kendilerini ifade etmede güçlük çektiklerinden hayatta başarılı olma şansları düşer.
• Ahmet´in durumunda olduğu gibi arkadaş faaliyetlerine katılamazlar, yalnız kalırlar ve hatta evlenmekte zorlanırlar.
• Okul başarısı ve meslekî performansları kısıtlı olur.
• Devamlı sıkıntı ve endişe içindedirler.
• Bazı sosyal fobiler bu anksiyetelerini (endişe, kaygı) yatıştırmak için alkole sığınabilir, bu kez de tabloya alkol kullanımının olumsuz etkileri eklenir.
• Bazen depresyon ve bunun sonucu intihar girişimleri de görülebilir.
Ahmet´i tedavi teşebbüsünden dolayı kutladım. Çünkü sosyal fobinin düzelme gayreti göstermesi, tedavide başlı başına önemli bir faktördür.
Yine tedavide ilaç ve davranış terapileri kombine olarak uygulanır. Ahmet´in gayretli olması, söylenenleri yapması gerekir. Üstelik bu tip hastalar tedaviden oldukça yararlanırlar.
İlaç tedavisi olarak; benzodiazepinler, MAO inhibitörleri ve SSRTlar başta olmak üzere antidepresanlar ve beta adrenejik blokörleri kullanılır.
Psikolojik tedavide ise; anksiyeteyle başa çıkma temelinde kombine teknikler uygulanır. Bu tekniklerin uygulanmasındaki basan, olumlu bir terapi ilişkisine, karşılıklı güven ve işbirliğine dayanır. Sosyal fobik çok az sayıda kişiyle ilişki kurabilmekte, ilişkilerinde güvensizliği yoğun şekilde yaşamaktadır. Bunlar ancak olumlu bir hasta-doktor diyaloğuyla aşılabilir.
Ahmet´e tedavi konusunda şu tavsiyelerde bulundum:
• En başta sosyal fobik olduğunu kabul etmen ve tedaviden oldukça yararlanacağını bilmen gerekir.
• Verdiğim ilacı düzenli kullanmalısın. Çok fayda göreceksin
• Rahatsızlığının sebebi, yukarıda izah ettiğim gibi, temeli küçük yaşta edindiğin yanlış şartlanmalara bağlı. Bu rahatsızlığı kendi iradenle ve benim yardımımla yeneceğine inanmalısın. Çünkü kendine güvensizlik sosyal fobinin ana belirtilerinden biridir. Özgüven, hem hayatta başarılı ve mutlu olmak için hem de tatmin edici sosyal ilişkiler kurmada çok gereklidir. İsimlerini verdiğim kitapları okuyarak içindekileri tatbik etmelisin.
• Üniversite mezunu gösterişli bir gençsin. Diğer insanlardan hiçbir eksiğin yok, aksine artıların çok. Aslında zor şartlara rağmen bir yerlere gelerek kendini ispat etmişsin. Ancak bunlar yetmez.
• Elden geldiğince topluma girmeye, yeni insanlarla tanışmaya, toplu taşıt araçlarına binmeye, diğer insanların yanında bir yerlere telefon etmeye, yemek yemeye gayret etmelisin. Başlangıçta zorlansan bile grup içinde kalmaya alışmalısın. Yüzün biraz kızarsa bile insanlarla inadına konuşmaksın. Zamanla hiçbir şey olmadığını görecek ve giderek sıkıntılarını yeneceksin.
Evet, Ahmet´in tedavisi uzun gayret gerektiriyor. Bu gayretin boşa gitmeyeceğini ve güzel sonuçlar vereceğini söyleyebiliriz.
Oğlum Niçin Dindar Değil?
Muayene için genç oğlunu getiren baba, ondan hayli dertliydi:
"Çocuğum bizim yolumuzu seçmedi doktor bey. Hiç dinle imanla ilgisi yok. Namaz kılmaz, haram-helal gözetmez. Ramazanda bize oruç tutuyormuş gibi dönmüyor ama tuttuğundan şüpheliyim. Şimdi de bira içtiğini duyuyorum. Niçin böyle oldu anlayamadım? Ondan hiç memnun değiliz. Ailece yıkılmış durumdayız. Acaba bir rahatsızlığı mı var? Psikolojisi mi bozuk? Bunları incelemeniz için getirdik. Nerede hata yaptığımızı bilmek istiyoruz."
Kendi inanç yapısını sorduğumda baba şunları söyledi:
"Oldukça sofuyumdur. Genç yaştan beri gördüğünüz bu sakalı taşırım. Namazlarımı çok şükür geçirmem. Hatta gece namazlarına bile kalkmaya gayret ederim. Hayatımı İslam’a göre yönlendiririm."
Çocuğa dini eğitimi verip vermediğini sorduğumda baba değişik bir tavır takındı:
"Ben o konuda oğlumu serbest bıraktım. Ebeveyn olarak nasıl olsa bize uyart bana benzer diye düşündüm. Bir takım zorlamalara girmedim. Baskı ters tepebilir inancını taşıdım. Tabii ilkokuldayken yazın bir ara Kur´an kursuna göndermiştim. Onun dışında kendi haline bıraktım."
Bu sefer delikanlının ders durumunu ve okul başarısını sordum. Babanın gözleri parlamıştı. Hemen söze girerek şunları söyledi:
"Bakın benim oğlum okul hayatında başarılıdır. Bu sene üniversitenin elektronik bölümünde İkinci sınıfa geçti. Ama bu kolay olmadı tabii. Yıllardır düzenli olarak okula gitmesinde, döndüğünde derslerine çalışmasında ısrarlı takipçi oldum. Hatta baskı yaptım diyebilirim. Çünkü başarılı olması, mesleğini kazanması şart diye düşünüyorum. Ayrıca yazları yabancı dil kursuna gitti İngilizcesini geliştirmesi için onu iki yaz Amerika´ya gönderdim. Maddi olarak sıkıntıya girdim ama değdi doğrusu. Şu an yabancı dil sorununu halletmiş durumda."
Oğlunu yalnız görmek istedim. Delikanlı gerçekten zeki ve saygılı bir gençti. Babasının iddialarını dolaylı yollarla ağzını arayarak sordum. Şunları söyledi:
"Bu benim hayat tarzım doktor bey. Bir yerlere gelmek istiyorum, bunun için çok çalışmam gerektiğinin farkındayım. Zaten ailem de hep bunu empoze ettiler. Yoksa elbet inancım var ama çevreye uyumlu olmak benim hedefim. İnşaallah yaşlanınca, hatta emekli olunca ibadete boşlarım. Şu an buna vaktim yok. Ayrıca, üniversitede gerici damgası yemek istemiyorum. "
Bazı babalara gerçekten şaşıyorum. Kendileri oldukça dinine bağlıdırlar. İslamiyeti hayat tarzı olarak seçerler. Hanımlarının kıyafetlerine özen gösterirler. Fakat çocuklarının dinî bilgilere ihtiyacı olduğunu düşünmezler. Sanki kendileri yüce Rabbimizin rızasını kazanmak, O´nun cennetine gitmek isterler de evlatlarını buna kavuşturma konusunda isteksizdirler. Din dışı eğitimin fazlasıyla teshindedirler.
Bu babalar sofuca kendi amellerine dikkat eder, ancak kendi "dini" değerlerini çocuklarına empoze etmek istemediklerini söyleyerek onları camiye götürmez veya Kur´an eğitimi aldırmaz, yönlendirme yapmazlar. Çocuklarının kendi seçimlerini yapabilecekleri yaşta bunun kendiliğinden olacağını zannederler.
Aynı anne-baba 6-8 yaşındaki çocuklarının yemek çeşitlerini seçmekte, yatağa yatma saatini belirlemekte, giyecek almakta veya soğuk havalarda ne giymeleri gerektiğine karar vermektedirler. Çocuklarına değil, kendi muhakemelerine güvenirler ve üstelik bu konularda ısrarcıdırlar. Çocuğunu "ilerde yaparsın" diye bu davranışında serbest bırakmazlar. Her gün ısrarla okula gönderir, derslerine çalışması için baskı yaparlar. Bazı babalar ücretle öğretmen bile tutarlar. Peki, her konuda ısrarla takip edip de küçük bir çocuğun ahlaki ve dini eğitimini şansa bırakan veya "Büyüyünce kendi seçimini yapar." mantığıyla hareket eden ebeveynlere ne demeli?
Evet, anne baba elbet örnek olmalı, davranışlarıyla çocuklarına model olduklarını bilmeliler. Bugün anne ve babanın rolü, şahsiyet gelişimi ile dünya görüşünün oluşmasında eskiye oranla epey azalmıştır. Özellikle zamanımızda artık anne-babalar, örnek alınan tek model olmaktan çıkmıştır. Televizyon başta olmak üzere medya, laik eğitime sahip okullar ve arkadaş çevresi ebeveynin önemini oldukça azaltmıştır. Vakit geçip çocuk beklenen yaşa geldiğinde kendi seçimini çoktan yapmış ve aileden yeterince etkilenmemiş olacaktır.
Elbet, dini eğitimde dayak ve korkutma olmamalıdır. Özendirerek, sevgi ve ilgi göstererek çocuğumuzu küçüklüğünden itibaren dinimizin emirlerini tatbik etmesi için çalışmalıyız.
Böyle yapmaz da, "Doğruyu kendisi balar." mantığı ile çocuğu kendi haline bırakırsak; örneğimizdeki baba gibi bunun gerçekleşmediğini görüp nerede yanlış yaptığımızı sorar dururuz. Sorunun cevabım bulsak da artık çok geç kalmışızdır. Çocuk eğitiminde yapılan hataları geriye dönüp tamir etmek mümkün değildir. Babanın çocuk eğitimine bakış açısı gerçekten ibret vericiydi. Aynı baba, çocuğunu hayata hazırlarken, "Kendisi okuma yazma öğrenir." diye düşünmeyip okula gönderiyor veya "Kendisi İngilizce öğrenir." diye düşünmüyor, onu Amerika´ya gönderiyor... Dinini öğrenmeye gelince kendi haline bırakıyor. Sözle olmasa da davranışı ile Allah´a ve ahiret gününe imanı önemsemediğini, ibadetlerin ihtiyarlıkta yapılacak mezara hazırlık türü şeyler olduğunu telkin etmektedir. Delikanlı da "Allah´a inancım var, ibadetlerimi yaşlanınca yaparım." sözleri ile tezimizi doğrulamış oluyordu.
Bugün sağduyulu birçok eğitimcinin okullarda yeterli dini eğitim verilmesini savunmaları boşuna değildir. Çünkü çocuğun hayatının önemli bir kısmı okul duvarları arasında geçmektedir. Din, okulda yer almazsa, çocuk da dinin ve inancın hayattan dışlanması gerektiğini düşünecektir.
Bu yüzden okullarımızda anayasamızın öngördüğü şekilde dini eğitim daha geniş yer almalıdır. Böylelikle genç nesillerimiz vicdan, doğruluk, yardımseverlik, düşkünün ve yetimin elinden tutma, her amelinde Allah rızasını gözetme, kimseyi aldatmama, helal kazanç gibi toplumu ayakta tutan değerleri öğrenecek ve hayatına uygulayacaktır.
Ama biz yine de çocuklarımızın dini eğitimi konusunda ısrarlı olalım. Devlet olarak imzaladığımız "İnsan Haklan Beyannamesi" her çocuğa velisinin istediği tarz ve yoğunlukta dini eğitimi verme hürriyetini garanti altına almıştır. Geleneklerimiz de bu konuda ailenin vereceği eğitimi ön plânda görmektedir. Vakit geçirmeden gerekli tedbirleri almak, ebeveynin hem hakkı hem de vazifesidir.
Beni Babam Bile Sevmez
Bir öğretmenimiz anlatıyor:
Kolejde, lise hazırlık sınıfında, yatılı bir öğrencim vardı. Hiç ders çalışmıyordu. Sınıfta ders dinlemiyordu. Bütün sınavlardan zayıf alıyordu. Etüt saatlerinde, kitabının arasına roman koyar okurdu. Sessiz, içine kapanık, utangaç bir gençti. Derse kaldırdığım zaman, kulaklarına kadar kızarır, hiç cevap vermezdi.
İşin tuhaf tarafı, arkadaşları arasında çok seviliyordu. Çok güzel futbol oynuyordu. Kesinlikle geri zekâlı değildi. Neden ders çalışmadığını kimse çözemiyordu. Zayıf aldığı zaman hiç üzüntü belirtisi göstermiyordu.
Bir defasında herkesin notunu okuduğum halde, onun notunu okumadım. Zaten merak da ettiği yoktu. Sanının, dinlemiyordu bile; ben notlan okurken o hayal kuruyordu.
Yanına yaklaştım. Omuzuna dokundum:
- G., dedim, notunu merak etmiyor musun?
Omuzuna dokununca ayağa kalktı. Yine her zamanki gibi kulaklarına kadar kızardı. Anlaşılan beni duymamıştı. Çünkü hayal kuruyordu. Arkadaşları gülmeye başladı. Sorumu tekrarlamak zorunda kaldım.
Alçak bir sesle cevap verdi:
- Zayıf alacağımı biliyorum; neden merak edeyim?
- Zayıf alınca üzülmüyor musun?
- Hayır.
- Ama ben üzülüyorum. Sana zayıf verirken çok üzülüyorum.
- Neden üzüleceksiniz ki; zayıf alan benim.
- Çünkü seni seviyorum.
Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Bakışlarından sıkıldığı belli oluyordu. Kim bilir, belki de bana kızmıştı. Yerine otururken mırıldandı:
- Benimle dalga mı geçiyorsunuz, hocam? Beni babam bile sevmez; siz neden seveceksiniz!
G.´nin sözleri beni çok etkiledi. Uzun süre kendimi toparlayamadım. Notlan okumaya devam ettim.
Okulda, dersimin olmadığı saatlerde, bir kaç defa G. ile görüşmek istedim; kabul etmedi. Konuyu rehber öğretmene anlattım. O da durumun farkındaymış; G. ile birkaç defa görüşmüş; ama yeterli bilgi alamamış. Çocuk konuşmak istememiş. "Benim tahminim, bu çocuk yatılı okula uyum sağlayamıyor; evini özlüyor," dedi rehber öğretmen.
G.´yi, evime bir akşam yemeğine davet etmeyi düşünüyordum. Belki ev ortamında konuşması daha kolay olurdu. Bu fîkrimi rehber öğretmene de açtım, "iyi olur, dedi, sonucu bana da bildirirseniz sevinirim."
G.´yi gerçekten seviyordum. İyi bir çocuktu. Arkadaşları arasında seviliyordu. Öğretmenlerine karşı saygılıydı. Uyguladığım bir zeka testinden oldukça yüksek bir puan almıştı. Zekî olmasına rağmen, okul derslerine karşı zekâsını tamamen kapatmıştı. Bunun mutlaka psikolojik bir sebebi olmalıydı.
Gerçek sevgi hiçbir zaman karşılıksız kalmıyor. Nitekim, bu genç yemek davetime karşı fazla direnmedi; kabul etti. Davet gerçekleşmeden önce, durumu bizim hanıma anlattım. Çok duygulandı. Çünkü o da bir anneydi; hem de üç çocuk annesi. Ayrıca, misafir seven bir Anadolu ailesinin kızıydı.
Ağızlarından gencin hoşuna gitmeyecek bir şeyler çıkar endişesiyle çocuklara davetimin gerçek sebebini anlatmadım. Çocuklarımdan ikisi G. ile aynı yaşlardaydı. Her şey tabiî akışı içinde geçti. Çocuklar çabuk kaynaştılar. Yemekten sonra, bilgisayarda oyun oynamak için benden izin istediler. G.´ye, yeni aldıkları CD leri göstereceklermiş. Gençlerin bilgisayar merakını bilirsiniz.
İçeriden neşeli sesler gelince, bizim hanımın hoşuna gitti: "Bey, dedi, senin öğrenci bizim çocuklarla iyi anlaşmışa benziyor."
O akşam G. ile özel görüşmenin pek uygun olmayacağını düşündüm. Akıllı bir gençti ve yemeğe niçin davet ettiğimi biliyordu. Birlikte eve gelirken, onu rahatlatmak için dedim ki: "Bu akşam misafirimsin; sana bir şey sormayacağım. Ne zaman istersen o zaman anlat. İstersen hiç anlatma. Evindeymiş gibi rahatına bak."
Çocuklar hep birlikte geç saatlere kadar hoşça vakit geçirdiler. Genç okula dönmek için izin istedi. Çocuklar, iyi anlaşmış olacaklar ki, bırakmak istemi
yorlardı. Yalvararak; "Baba, dediler, lütfen izin ver; G. bu gece bizde yatsın." Baktım, G.´de ses yok. Anlaşılan o da bu işe razı. "Peki, dedim, yurt sorumlusunu arayıp izin isteyelim."
Telefon edip arkadaştan izin aldım. Bizim hanım G.´nin yatağını hazırladı; başını okşayıp iyi geceler diledi. Odamıza çekildik. Hanım, duygulu bir sesle; "
- Bey, dedi, bu çocuk anne hasreti çekiyor.
- Nereden biliyorsun?
- Ben öyle hissediyorum; anne yüreği yanılmaz.
Sabah ailece kalkıp kahvaltımızı yaptık. Bizim çocuklar da öğrenci oldukları için hep birlikte evden çıktık.
Öğle tatilinde G. yanıma gelip konuşmak istediğini söyledi.
- Odama gidelim, orada daha rahat konuşuruz, dedim.
Odaya girince kapıyı kapattım. Söze başlamak için;
- G., dedim, bizim hanım ve çocuklar seni sevmişler. Ne zaman istersen gelebilirsin.
- Hocam, dedi, ben yurtta kalmak istemiyorum. Okulu ve arkadaşları seviyorum, ama ...
- Okulunu ve arkadaşlarını seviyorsan işimiz kolay.
- Nesi kolay, hocam?
- Evden gelir gidersin; yurtta kalman şart değil.
- Babam izin vermez.
- Babanla konuşurum.
- Kabul edeceğini sanmıyorum.
- Neden?
- Çünkü, annem denedi, ama razı edemedi. Yurtta kalmamın daha iyi olacağını söylüyor, başka bir şey demiyor. Evden gelip gidersem, mahalledeki arkadaşlara takılır, ders çalışmazmışım.
Güldüm:
- Peki, yurtta ders çalışıyor musun?
- Ders bahanesi, hocam. Yurtta ders çalışmadığımı babam da biliyor. Asıl sebep....
- Evet. Neymiş, asıl sebep?
- Babam beni sevmiyor, hocam. Biliyorum, evden uzaklaştırmak için yurda verdi. Ben de ona inat ders çalışmıyorum.
- Neden sevmesin; seri üvey çocuğu musun?
- Hayır. Yâni bildiğim kadarıyla üvey değilim.
- Kaç kardeşsiniz?
- İki.
- Sen büyüğü müsün?
- Evet. İlkokul ikiye giden bir kız kardeşim var. Babam kızını çok sever, bir dediğini iki etmez. O evde rahat, ben yurtta sefalet....
- Seni de sever canım; öyle deme.
- Sevdiği için mi hafta sonlan eve gitmemi istemez?
- Hafta sonlan eve gelmeni istemiyor mu?
- Hayır. Gittiğim zaman hemen surat asar; "Zayıfları düzeltmeden gelme, demedim mi!" diye bağırır.
- Bu seni sevmediği anlamına mı geliyor?
- Hocam, siz de beni anlamıyorsunuz! Neyse, bırakalım. Konu burada kapansın.
- Hayır, kapanmasın. Konuşacağız ve problemi birlikte çözeceğiz.
- Neyi konuşacağız?
- Bir anlaşma yapalım. Seni yurttan alması için babanı razı edeceğim, ancak senin de bir konuda bana söz vermeni istiyorum.
- Sen zayıfları düzelteceğine söz ver; ben de babanı ev konusunda razı edeyim.
Anneni seviyor misin?
-Evet.
- Okulunu ve arkadaşlarını sevdiğini; okula evden gelip gitmek istediğini söylemedin mi?
- Evet.
- Ben de diyorum ki, baban seni sevmediği için değil; daha iyi ders çalışsın diye yurda vermiştir. Eğer gerçek bu ise ve sen de zayıflan düzelteceğine söz verirsen; eve dönmen konusunda babanı ikna edeceğim. Zekî bir genç olduğunu biliyorum. Hatırlıyor musun, bir bulmaca yarışması yapmıştık. Aslında o bulmaca yarışması değil; bir zekâ testiydi. Ve sen de ciddiye almadığın halde sınıfta üçüncü olmuştun. İstersen bütün zayıflarını düzeltebilirsin.Hem böylece babana da kendini ispatlamış olursun.
Yüzüme baktı. Ciddi olduğumu anlayınca;
- Tamam, dedi, siz babamı razı edin; ben de zayıfları düzelteceğime söz veriyorum.
Babaya telefon ettim. Kendimi tanıttım. "Eğer uygun görürseniz, dedim, evinize gelip G. konusunda görüşmek istiyorum." Memnuniyetle kabul etti.
Görüşmemiz çok olumlu geçti. Baba, tahmin ettiğimden daha anlayışlı çıktı. G. hakkındaki görüşlerimi ve kanaatlerimi anlatınca çok duygulandı; gözleri yaşardı.
- Nasıl olur, hocam? dedi, ben oğlumu çok severim. Sevdiğim için, sokağa alışmasın, ahlâkı bozulmasın diye yatılı okula verdim.
- Ayrıca, orada bol zamanı olur ve ders çalışır... diye düşündünüz; değil mi?
- Elbette. Aynen öyle düşündüm.
- Peki, bunları oğlunuzla konuştunuz mu? Ona da düşündüklerinizi söylediniz mi?
- Hayır.
- Keşke konuşsaydınız. Çünkü o kendisini sevmediğiniz ve evden uzaklaştırmak istediğiniz için yurda verdiğinizi sanıyor.
- Çok üzüldüm. Ne diyeyim?
- Çocuğunuza çok iyi bir terbiye vermişsiniz. Efendi, hocalarına karşı saygılı, arkadaşları arasında sevilen bir öğrencimiz. Sokakta bozulacağı konusundaki endişenize katılmıyorum. Ona güvenmeniz gerekir. Güveninizi boşa çıkarmayacaktır. Dahası, o artık çocuk değil. İleride toplum içine çıkacak. Bir kurumda görev alacak. İş arkadaşları olacak. Her türlü insanla karşılaşacak. Topluma uyum sağlaması için tecrübeye ihtiyacı var. Karşılaştığı değişik çevrelerle uyum sağlaması için sadece bilgili olması yetmez. Gözleme, deneye ve tecrübeye de ihtiyacı var. Öyle bilgili insanlar vardır ki; içinde yaşadığı topluma uyum sağlayamaz, arkadaş ve çevre edinemez; tek başlarına yaşarlar.
Baba, beni dinledikten sonra:
- Anlaşıldı hocam, dedi, hata yapmışız. Çaresini de söyle bari. Ne yapmamız gerekiyor?
- Biz G. ile anlaştık. Bana söz verdi. Evden okula gelip gitmesine izin verirseniz; o da çok çalışıp zayıflarını düzeltecek.
Baba, teklifimi memnuniyetle kabul etti:
- Tamam, dedi, ben dünden razıyım.
Baba ile anlaştığımız üzere, G. evden okula gelip gitmeye başladı. Üç ay içinde bütün zayıflarını düzeltti. Bazı öğretmenler buna inanamadı: "Bu çocuk kopya çekiyor.91 dediler. G., çekingen ve içe kapalı bir genç olduğu için, sözlülerde yeteri kadar başarılı değildi. Tereddüt eden öğretmenlere biraz sabretmelerini ve anlayış göstermelerini söyledim. Hepsi de iyi niyetli oldukları için, zamanla G.´nin tutuk hali iyileşme göstermeye başladı.
Aklıma gelmişken bir şeye daha temas etmeden geçemeyeceğim. G´nin arkadaşları arasındaki lakabı neydi, biliyor muşunu? "The Father of İdea" (Fikir Babası). Aralarında bir anlaşmazlık veya problem çıktığı zaman, G.´yi hakem yapıyorlarmış. Bulduğu çözüm, herkesi memnun ettiği için ona bu ismi takmışlar.
Adı Tembele Çıkan Zeki Çocuk
Bir baba anlatıyor:
İki çocuğum var. Büyüğü erkek, ilkokul beşinci sınıfa gidiyor. Küçüğü kız ve ilkokul birinci sınıfa gidiyor. Kızım okula başlamadan önce, ağabeyine özendiğinden kitaba, deftere, kaleme çok meraklıydı. Ağabeyini kıskanmasın, onun ders araçlarına zarar vermesin diye, kızımıza ayrıca defter, kalem ve boyama kitapları alıyorduk.
Okula başladığı gün, çok sevinçliydi. Gelir gelmez derse başlıyordu. Ancak, aradan bir hafta geçmeden, "Ben okulu sevmiyorum; gitmeyeceğim." demeye başladı. Annesi de ben de buna çok şaşırdık; bir anlam veremedik. Öğretmenini görmeye gittik.
Öğretmen bizi görünce, "İyi ki geldiniz; ben de sizi çağıracaktım." dedi. Başladı kızımızdan yakınmaya: "M. hiç derslerle ilgilenmiyor. Sınıfta beni dinlemiyor; başka şeylerle meşgul oluyor. Verdiğim ödevleri yapmıyor. İki satir çizip bırakıyor. Böyle giderse, bu çocuk yazı yazamaz. Beş sayfalık yatık çizgi ödevi veriyorum; o gidiyor başka şeyler çiziyor. Çok da inatçı. Kafasına eseni yapıyor. Sınıfa uyum sağlayamıyor."
Ne diyelim. Öğretmen daha iyi bilir. Annesi de ben de üzüldük tabiî. "Kızım neden böyle yapıyorsun? Neden öğretmenin dediklerini yapmıyorsun?" diye sorduğumuzda başlıyor ağlamaya. Ödev yaptırmak için başına dikildiğimiz zaman; defteri kalemi bir tarafa fırlatıp kaçıyor.
Sabahlan yataktan çıkmıyor. Annesi zorla giyindirip okula gönderiyor. Bir türlü okula gitmek istemiyor. Sınıfta adı ´Tembel Kız"a çıkmış. Son günlerde hasta rolü yapmaya başladı. Öğretmene "hoştayım" diyor. Okuldan telefon geliyor; "Çocuğunuz hasta, gelip alın." diyorlar.
Sonunda doktora götürmekten başka çare bulamadık. Doktor, "Bu çocukta okul korkusu var; bir çocuk psikologuna götürün." dedi.
Psikolog Anlatıyor:
Çocuk bize getirildiğinde gerçekten hastaydı. Psikolojik rahatsızlığı dikkate alınmadığı için, fizyolojik belirtiler göstermeye başlamıştı. İlk günde teşhis koymak zordu. Çocuk konuşmak istemiyordu. Anne ve babanın anlattıklarına bakılırsa, öğretmenden kaynaklanan ağır bir okul korkusu vardı. İleri seanslarda, çocukla diyalogumuz ancak oyun tarzında gerçekleşebildi. Çocuk, oyun şeklinde uyguladığımız mekanik, yani "None-Verbal" testlerde çok başarılıydı. Zekâ yaşı, güneş yaşından en az iki yıl ilerideydi.
Çocuğun bize güvenini sağladıktan ve birkaç test daha uyguladıktan sonra, konu nihayet açıklık kazandı. Zekâsı, yaşıtlarına nazaran iki yıl ilerideydi; yani yüksek zekâlı bir çocuktu. Öğretmenin kalem tutma alışkanlığı kazandırmak için verdiği ödevler ona çok basit ve sıkıcı geliyordu. Kendi ifadesine göre, zaten yapabildiği eğri bir çizgiyi beş sayfa yazmak saçma ve sıkıcıydı. Bunun yerine daha karmaşık çizgiler çiziyor; öğretmen de buna sinirleniyor, ısrarla verdiği ödevi yapmasını istiyordu. Öğretmenin bu gereksiz isteği, çocuğun canını sıkıyor; tepkisine neden olmuyordu.
Önce çocuğun kendisine güvenini sağlayacak psikolojik telkinde bulunduk. Sonra aileyi konu hakkında bilgilendirdik. Kızlarının yüksek zekâlı olduğunu, öğretmenin onu anlayamadığını, mutlaka okulunun değiştirilmesi gerektiğini anlattık. Bu tür problemlerin ancak çevre değişikliği ile çözülebileceğini eski çevrede yâni eski sınıfında ve eski arkadaşları arsasında kaldığı taktirde, öğretmenini ve arkadaşlarını bilgilendirsek dahi, fazla bir değişiklik olmayacağını, problemin devam edeceğini sebepleriyle açıkladık.
Tavsiyemiz üzerine çocuğun okulu ve öğretmeni değiştirildi. Yeni öğretmen, kendisini salisemi tanıdığımız, pedagoji ve meslek bilgisine güvendiğimiz, çocukları seven, iyi bir eğitimciydi.
Çocuk üç ay içinde okul korkusunu yenmiş, öğretmenini sevmiş, başarılı bir öğrenci olmuştu.
Babasız Çocuklar
Avrupa ülkelerinde ve ABD´de aileye karşı gelişen cereyan büyük problem haline dönüşmüş durumda. Bir yandan çocuk denecek yaştaki kızlar evlilik dışı çocuk sahibi oluyor, diğer yanda evlilik yapanların sayısı oldukça azalmış. Son birkaç yılda dünyaya gelen Danimarka ve İsveçli bebeklerin neredeyse yarısından çoğu evlilik cüzdanı olmayan çiftlerin eseri. Fransa ve İngiltere´de her üç çocuktan biri gayri meşru. İnsanların çocuklarını evlatlık olarak vermek istememeleri de yalnız anne babaların sayısında artışa sebep olmakta.
Bu ülkelerde ailenin yapılanması değişmiş gibi. Çocuğuyla yaşayan anne veya baba, özellikle de babasız çocuklar çok artmış. Sadece anne ve çocuktan oluşan ikili bu yüzden aile kabul edilmeye başladı.
Ancak babasız yetişen bu yeni kuşağı pek çok problem de bekliyor: Uyuşturucu, alkol, işsizlik ve eğitim düşüklüğü bunların başında geliyor. Sadece çocuk mu? Yalnız anneler de çok dertliler, işsizlikten ve daha önemlisi stresten çekiyorlar. Ortak söyledikleri: "Çocuklarımıza karşı kendimizi korkunç derecede suçlu ve sorumlu hissediyoruz. Ayrıca bizim tek ihtiyacımız para değil. Arkadaşa, aileye gerek duyuyoruz."
Amerika´da çocukların yüzde 60´ı babası veya genellikle de annesiyle yalnız yaşıyor. Amerikalı anne-babaların 20-30 yıl öncesine kıyasla çocuklarına yüzde 40 daha az zaman ayırdıkları tespit edilmiş: Hafta boyunca sadece 17 saat. Ayrıca, çocukların dışarıda "gözetim altında olmaksızın" oynayabilme şansları yok artık. Suç oranlarının artması ve çalışmak zorunda olan annelerinin ilgisizliği yüzünden güvenli bir ortamda özgürce koşturamayan çocuklar, bunun bedelini büyüyünce topluma ödetiyorlar.
Babasız ailelerde büyüyen çocuklarla kurulacak bir toplumun sağlıklı olmayacağında ve bu durumun çocukları olumsuz etkilediğinde bütün uzmanlar görüş birliği içerisindeler. Böyle büyüyen çocuk okulda başarısız, problemlere çabuk bulaşan, hissi olduğu kadar sağlık sorunları olan biri haline geliyor ve büyüdüğünde kendisi de evlenmemeyi veya çabuk boşanmayı tercih ediyor.
Babanın rolü
Halbuki çocuk için baba vazgeçilmez önemdedir. Baba, anneden açıkça farklı bir insandır ve bu farklılığın algılanması erkek ve kız çocuğun cinsel kimliklerini kazanmalarına katkıda bulunur. Erkek çocuk babasını örnek alır ve taklit ederek kendi cinsiyetini öğrenir. Kız evlât ise babasının nelere sevindiğini gözleyerek kadın olmanın anlamı konusunda belli bir anlayış edinir.
Bütün çocuklar etkili bir babaya muhtaçtırlar. Babanın gücünü, varlığını ve desteğini hissetmek isterler.
Çünkü çocuğun uyumlu psikolojik gelişmesinde güçlü ve sevgi dolu bir baba vazgeçilmezdir. Gerek babanın sahip çıkmadığı gerekse ayrılık veya boşanma ile babanın olmadığı ailelerde büyüyen çocukları birçok tehlike beklemektedir.
Baba ilgili olduğunda
Ailede etkili ve iyi bir baba olduğunda çok şey değişir:
• Çocuğun özgüveni gelişir ve şahsî başarısı için potansiyeli yükselir.
• Sağlıklı bir baba-çocuk ilişkisi, bir nesilden bir sonraki nesile mutluluk ve süreklilikten dolayı da şeref verecektir. Çocuklara yapılan yatırım, nesillere yapılmış saydır.
• Bir gün büyümesine ve en sonunda kendi yoluna gitmesine rağmen baba için de en değerli hediye çocuğudur. Çocuk, yıllar geçtikçe kendini sürekli dolduran bir hazinedir.
Evet, anne-baba ve çocuklardan oluşan aile çağımızın tehlikelerine ve problemlerine karşı zırh olmaya devam etmektedir. Sadece çocukların değil anne ile babanın da birbirine ihtiyacı vardır. Unutmayalım ki çocuk en sağlıklı ve mutlu bir şekilde ancak böyle ailelerde yetişir.
Alkol Kullanan Babalar ve Çocukları
Bir gencin kendine güven duymaması, yaşıtlarının yanında kendini küçük görmesi kişilik gelişimini engeller. Teşebbüs gücünü kırar, topluma girmesini ve başarılı olmasını zorlaştırır. Onu içe dönük, sıkılgan ve utangaç yapar.
Alkol kullanan babaların çocukları genellikle güven duygusundan yoksun yetişir. Çünkü baba alkollüyken ne yaptığını bilmez. Daha sonradan mahcup olacağı sözler söyler, hareketler yapar. Alkole düşkün bir babanın genç kızı şöyle yakınıyordu: "Babam alkollüyken bana ağır laflar söylüyor, seni vuracağım, öldüreceğim diyor. Ertesi gün hiçbir şey hatırlamadığını söylüyor."
Berberlik yapan, yirmi yaşlarında bir genç, "insanlardan kaçma, güvensizlik, arkadaş edinememe," gibi şikâyetlerle bize gelmişti. İnsanlar onun için güvenilmez varlıklardı. Bu yüzden hiç arkadaşı yoktu. Şimdi onu ürküten askerlik çağının gelmesiydi. Yabancı bir ortamda, o kadar yaşıtının arasında ne yapacak, nasıl davranacaktı?
Akşamlan odasına çekiliyor, sık sık ağlıyordu. Dertleşeceği ve danışacağı bir yakını yoktu.
Acaba niçin kendine güvensizdi? Çocukluğu araştırıldığında konu açıklığı kavuştu. Delikanlının babası eve sık sık alkollü geliyordu. Alkollüyken ne yaptığını bilmiyor, karısını ve oğlunu dövüyordu. Daha da korkuncu, bazen delikanlıya aşırıya varan sataşmaları oluyordu. Erkek çocuk için örnek alınması, taklit edilmesi gereken baba böyle kötü bir modeldi. Delikanlı, babasından çektiklerini hatırladıkça ürperiyordu.
"Bir baba böylesine kötü alabiliyorsa, yabancı insanlar daha kötüdür herhalde," diye bir mantık yürütüyor ve herkesi güvenilmez olarak görüyordu.
Yirmi-yirmi beş yaşlarında genç bir kızın, "sıkıntı, gerginlik, kendini mutlu hissedememe, çevreye güvensizlik" gibi şikayetleri vardı. Sebebi alkol kullanan babanın dengesiz hareketleriydi. Baba alkollüyken gülünç ve garip davranışlar gösteriyordu. Hastam babasından utanç duyuyordu. "Babamın yüzünden başkalarıyla insanî ilişkiler kuramıyorum. Karşılaştığım her insanın sarhoş bir babanın kızı olduğum için beni küçük gördüğünü ve babamın densiz hareketlerinden dolayı bana acıyarak baktığını düşünüyorum; herkesten utanıyorum," diyordu.
Kadınsı davranışlar geliştiren ve bunun normal olmadığının farkında olan genç bir delikanlı, "Bunun sorumlusu babamdır," diyordu. Genci dinledikten sonra ona hak vermemek imkânsızdı. "Babam alkol aldığında zâlim bir adam olup çıkardı. Sebepsiz yere annemi döver; eline geçirdiği eşyayı sağa sola atarak etrafa korku saçardı. Bir köşeye siner, çaresizlik içinde annemin dayak yemesini izlerdim. O kötü sahneler gözümün önünden hiç gitmiyor. Zavallı annemin çığlıkları hâlâ kulağımda çınlıyor."
Bu yüzden hastam babasından ve giderek erkeklerden nefret etmeye başlamıştı. Acı çeken annesini kendine daha yakın görmüş, ona sığınmıştı. Derken davranışları, huylan ve konuşması da kadını andırır olmuştu. Böylelikle kızlara ilgi duymayan, evliliği istemeyen kadınsı bir erkek tipi ortaya çıkmıştı. Sebebi ise babasının gaddarlığı ve alkol almasıydı.
Delikanlının ablası ise daha değişik bir psikolojideydi. Erkekleri hep hanımlarını döven bir model olarak algılamaya başlamıştı. Bu yüzden erkeklerden ürküyordu. Evlenecek yaşa geldiği halde evlenmeyi hiç düşünmüyordu. Zaten rezalet çıkaran alkolik bir babanın kızı olduğu için fazla isteyeni de yoktu. İstemeye gelen tek tuk kişileri de reddediyordu. Çünkü evlendiği zaman annesi gibi mutsuz olacağını düşünüyordu.
Alkol kullanan babaların çocuklarında pek çok psikolojik bozukluklar görülür. Alkol kesinlikle aile mutluluğunun düşmanıdır. Bir toplumda alkol tüketimi arttıkça, mutsuzluk ve ailenin faciaları da aynı oranda artar.
Son yapılan çalışmalar sigara ve alkol kullanan bir annenin gebeliği sırasında bebeğine sanıldığından daha büyük zararlar verdiğini, ruhsal, fiziksel ve entellektüel gelişimini engellediğini gösteriyor.
Bilim adamları fetüsün gelişimi sırasında ortaya çıkan anormal yapılanmaların yüzde 5 ile 10´una sigara ve alkol alımı gibi dış faktörlerin yol açtığını belirtiyor. Almanya´da her yıl iki bin bebeğin alkolembriyopati (ceninde alkole bağlı bozukluk) kurbanı olduğu ileri sürülüyor. Belirtileri vücutta ve yüzde zor farkedilen işaretler ve beyinde önemli hasarlar şeklinde ortaya çıkıyor. Bu yüzden hastalığın işaretlerini doğru yorumlamak kolay olmuyor. Lübeck Üniversitesi uzmanlarınca 82 çocuk üzerinde yapılan bir araştırmada;
• yavaş büyüme
• düşük kilo
• az gelişmiş zihni melekeler
• hiperaktivite
• kas güçsüzlüğü (hipotoni) başta olmak üzere toplam on iki belirti ortaya çıkarılıyor.
Bu yüzden çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin muhakkak alkol ve sigara alımını gebelikten önce kesmeleri gerekiyor.
Üstelik zarar sadece anneden geçmiyor. Alkol ve sigara babanın spermlerine de zarar veriyor. Yani çocuğun etkilenmesi iki taraftan oluyor.
Çocuklarını düşünen anne ve babalar, kendilerini ve ailelerini kötü alışkanlıklardan, alkol ve sigaradan uzak tutmalıdır. Unutmamak ki, annelerle babalar, çocukları için vazgeçilmez birer örnektir.
Alkol, Sigara ve Çocuk
Alkol bağımlısı anne ve babalar üzerinde yapılan araştırmalar, alkolün sadece anne ve babalar üzerinde olumsuz etkiler bırakmadığını; çocukları da ruhsal ve fiziksel yönden etkilediğini göstermektedir. Araştırma sonuçlarının bir özetini aşağıya alıyoruz:
• İçki kullanan ana-babaların çocukları fizik ve ruh sağlığı açısından, içki kullanmayanların çocuklarına göre daha sağlıksızdırlar.
• Alkolik annelerde doğum güçlükleri alkol almayan annelerden yedi kat fazladır. Küçük yaşta ölen çocukların oranı yine içmeyenlere göre üç kat yüksektir.
• Alkoliklerin çocuklarında karakter bozuklukları, fizik gelişme kusurları, alkolizm gelişme ihtimali daha fazladır.
• Suçlu çocukların yansı alkolik babaların çocuklarıdır.
• İçki içen bir baba, rol paylaşımında üzerine düşen sorumluluğu yerine getiremediği için aile içinde "saygı duyulan ve güvenilen kişi" figürünü kaybeder.
• Aile fertleri, maddî imkanlarını içki temin etmek için kullanan baba yüzünden sıkıntıya düşerler ve geleceğe dönük problemlerle ilgili olarak büyük bir endişe içine girerler.
• Babanın otorite figürü ortadan kalkar. Bu ise, özellikle çocuklar üzerine olumsuz etki yapar.
• Kan koca arasındaki şiddetli geçimsizlik aileyi dağılma eşiğine getirir. Boşanmalarda yüzde 50-75 oranında sebep alkoldür.
• Sigaranın içenlere olduğu kadar çevrede bulunanlara da (duman altı olanlara) zarar verdiği ispatlanmıştır. Gelişmiş ülkelerde sigara içenlerin oranı yapılan kampanyaların da etkisiyle düşerken maalesef ülkemizde giderek artmaktadır.
• Günün yalnızca bir bölümünü tiryaki anne ve baba ile geçiren okul çocukları bile, yılda 80 paket sigara dumanına eşdeğer miktarda duman solumak zorunda bırakılmaktadır.
• Sigara tiryakisi anneler tarafından bir yılda doğurulan 3 milyon çocuktan çoğu doğumdan önce zarar görmüş olarak dünyaya gelmektedir. Ortalama 1/4 kilo eksik doğum tartısı, gecikmiş öğrenme yeteneği, 2 misli sıklıkta görülen solunum güçlüğü sendromu, %50 oranda artmış ani çocuk ölümü bunların başında gelmektedir.
• Avrupa ve A.B.D.´de her yüz ölümün yirmisinin sigaraya bağlı olduğunun yanı sıra, hamile kadınların sigara içmesi sebebiyle, sadece Amerika´da üç milyon bebeğin hayati tehlikeye atılmaktadır.
• Bebeklerde görülen uykuda ölüm vakaları anneleri hamilelik sırasında sigara içenlerde daha yüksektir. Günde 9 sigaradan fazla içen anne adayı, bebeğini on iki defa daha çok ölüm riskine atmaktadır.
• Sigara dumanı evde ve kapalı yerlerdeki en yaygın ve zararlı bir hava kirletici olarak değerlendirilmektedir. Müzmin hastalıklar, zatürre, bronşit ve diğer solumun yollan hastalıkları, ebeveyni sigara içen çocuklarda daha çok görülmektedir.
• Çocuğun anne veya babası sigara içiyorsa, onun da sigara içme ihtimali içmeyenlere oranla üç kat yüksektir.
• Çocuk anne ve babasını taklit ederek, onlara benzemeye çalışarak büyür. Sigara içen bir annenin veya babanın çocuğuna "içme" demesi çelişkili bir mesajdır.
Çocuklar büyüklerin sigara içtiğini gördükleri zaman bunu bir yetişkinlik alameti sayarak onları taklit ederler. Büyüklere benzeme psikolojisi de sigaraya başlamanın önemli sebeplerinden biridir.Büyükler, özellikle öğretmenler kötü örnek olmamak için çocukların yanında sigara içmemelidir.
Sigaraya Başlayan Çocuk Nasıl Vazgeçirilmeli?
Çocukları sigaradan vazgeçirmek için büyüyünce akciğer kanserine veya kalp hastalığına yakalanacaklarını söyleyerek korkutmak doğru değildir. Büyümeye çok var deyip aldırış etmeyecekleri gibi, o yılların psikolojisine uygun olarak aksine davranıp sigara içmeye devam edebilirler. Ayrıca, sigara içen bir annenin veya babanın nasihatleri fazla etkili olamaz. Etkili olmanın en iyi yolu önce yetişkinlerin sigarayı bırakmasıdır.
Sigara içmeyen anne ve babanın da olaya sevgiyle yaklaşması daha doğru olur.Tütün kokusu içmeyenleri çok rahatsız eder. Sigara içenler elbiselerinin ve kendilerinin tütün koktuğunu; çevrelerindeki insanların bundan rahatsız olduğunu farkedemezler." gibi bir açıklama faydalı olabilir. Zararlarım saymak da iyi olur: Sigara tiryakisinin dişleri ve tırnaklan sararır. Nefesi çabuk kesilir Enerjisi azalan, çabuk yorulur. Çoğu gençler arkadaş seçerken sigara içmeyenleri tercih ederler. Bu yüzden sigara içen gençlerin arkadaşları azdır. Sigaraya verilen para boşa gider. Bu parayla daha önemli bir ihtiyacını karşılayabilirsin. Sigara, uyuşturucuya geçiş için basamak olabilir.
Uyuşturucu Tuzağındaki Gençler
Araştırmalar, alkol kullanan gençlerin uyuşturucuya kolay geçiş yaptıklarını gösteriyor. Dünya Sağlık Teşkilatı Alkolizm Komitesi´nin raporunda: "Bira dahil her türlü alkollü içki içmeyi, miktarı ne olursa olsan, alışkanlık haline getiren kimselerin hepsi alkolik olarak kabul edilir" denilmiştir.
İlmi istatistiklere göre, alkoliklerin %80´i alkollü içki alışkanlığına 15 yaşından önce evlerinde veya misafir kaldıkları yerlerde bira ile başlamıştır.
Gençleri uyuşturucu tuzağından korumada en büyük vazife aileye düşmektedir. Aile, toplumun temel direği ve en önemli kurumudur. En başta anne ve baba çocuklara güzel örnek olmalıdır. Çocuklar her türlü sıkıntılarını ve problemlerini öncelikle anne babalarına açabilmelidir. Araştırmalar, uyuşturucu kullanan gençlerin mutsuz bir çocukluk dönemi yaşayan, güven duygulan gelişmemiş, aileleriyle anlaşamayan gençler olduğunu gösteriyor.
Aileleriyle ne kadar problem yaşıyor olurlarsa olsunlar, gençler uyuşturucu kullanmakla asla bu problemlerin üstesinden gelemezler. Dahası uyuşturucu batağına saplanarak hayatlarını tehlikeye sokmuş olurlar. Gençlere birkaç önemli tavsiyemiz var:
• Gerçek sevgiyi ve mutluluğu uzakta değil kendi yuvanızda arayınız.
• Kötü arkadaş gruplarından uzak durunuz. Böyle kişiler davranışlarından, hareket ve sözlerinden anlaşılır.
• Boş zamanlarınızı spor yaparak, okuyarak veya bilgisayar kullanarak değerlendiriniz,
• Gençlik dönemi, halk arasında söylendiği gibi, kanınızın deli dolaştığı bir devredir. Bu yaşlarda idealist, hayalci ve gözü kara olursunuz. Anne baba otoritesini fazla baskıcı bulur; bundan sıkılabilirsiniz. Ancak bir an için onların yaşadığı tecrübeleri düşünün. Hoşunuza gitmese de onların uyarılarını dikkate alın. Zamanla bazı konularda haklı olduklarını göreceksiniz.
Son olarak gençlerimizi uyuşturucunun içine çeken alt kültürden bahsetmek istiyoruz.İçki, uyuşturucu, kumar, şans oyunları, cinsel serbesti, disko müziği, fuhuş, evden kaçma gibi faaliyetlerin tümünü besleyen ve ortaya çıkaran ortama "uyuşturucu kültürü" adını veriyoruz.
• Zararlı alışkanlıkların temelinde uyuşturucu kültürü vardır. Gençler bu kültürün filizlendiği birahane, pub, diskotek, kahvehane, kumarhane, meyhane ve benzeri yerlerden uzak durmalı; iradelerine
güvenmemelidir. Bütün zararlı alışkanlıkların temelinde basit ve masum bir deneme ve bir ilk vardır.
• Bira ve "alkolsüz" denilen bira, alkolizm ve uyuşturucu batağının başlangıcı ve ilk basamağıdır.
• Milli ve manevi değerlerimiz, yüzyıllardan beri nesilden nesile intikal eden geleneklerimiz uyuşturucu kültürünün panzehiridir. Bu değerlere sahip çıkmak zorundayız.
Acaba Çocuğum Uyuşturucu Kullanıyor mu?
Çocuklarıyla diyalogu zayıf olan ve zaman zaman çatışma yaşayan bazı anne babalar onların uyuşturucu kullanıp kullanmadıklarını merak etmektedir. Bize psikolojik yardım için başvuran aileler, çocuğun uyuşturucuya başladığını hangi davranışlarından ve hangi değişikliklerden anlayabileceklerini sormaktadır.
Gün geçtikçe uyuşturucu kâbusuna karşı daha sıkı tedbirler alınmasına rağmen, maalesef bütün dünyada olduğu gibi, pek çok Türk ailesinde de bu kâbus yaşanıyor.
Uyuşturucuya karşı mücadelenin her yolu deneniyor. Bu yollardan bir tanesi de ailelerin uyanık ve bilgili olmasıdır. Çocuğunuzun bir uyuşturucu bağımlısı olup olmadığını anlamak için şu noktalara dikkat etmelisiniz:
• Eve gelmeyen çocuk neler yaptığını saklamaya çalışır ve gerçeği gizlemek için yalan söyler. Bazen o gece neler yaptığını, nereye gittiğini gerçekten unutmuştur.
• Sakin bir kişi olarak tanıdığınız çocuğunuz aniden sinirli veya aşın vurdumduymaz, umursamaz, hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir kişiliğe bürünür.
• Çocuk okuldan kaçmaya başlar. Özellikle öğle saatlerinde, uyuşturucu aldıktan sonra, okuldan sık sık kaçması dikkati çeker.
• Eski arkadaşlarıyla görüşmemeye başlar. Yeni yeni arkadaşlar edinir. Kendisinden yaşça büyük olan bu yeni arkadaşları evine getirmez ve ailesiyle tanıştırmaz.
• Uyuşturucu kullanan gençlerin fizik görünüşlerinde de bazı değişiklikler belirir. Tenin rengi hastalıklı gibidir. Yüzün rengi kaybolur; gözler çukurla-şır ve bakışlar anlamsızlaşmaya başlar.
• Uyku saatleri değişir. Gündüzleri uyuma isteği duyar. Gece ise, uyuyamaz. Çocuk uyuşturucuyu gece almışsa bütün gece gayet canlı olur, ancak sabaha doğru yorgun ve huzursuz olduğu için yataktan kalkamaz.
• Yakınlarından sürekli para ister; ama bu paranın nereye gittiğini açıklayamaz. Para bulamadığı zaman hırçınlasın İştahı giderek azalır ve devamlı kilo kaybeder.
• Ders başarısında ani düşüşler ortaya çıkar.
Burada, "Çocuğun uyuşturucu kullandığından şüphelenen aile ne yapmalı; nereye müracat etmeli?" sorusu akla geliyor.
Böyle bir durumdan şüphelenen aile, paniğe kapılmadan genci karşısına alarak onunla dostça konuşmalı ve muhakkak birlikte bir psikiyatri uzmanına gitmeye ikna etmeli; psikiyatri uzmanının tavsiye ve telkinlerine uyulmalıdır.
Uyuşturucuya alıştıktan sonra bundan kurtulmak çok güçlü bir irade ve üstün gayret gerektirir. Kişi istekli ve niyeti ise bu bağımlılık zincirim kırabilir. Fakat tedavi oranının düşük olduğunu hatırlatmak zorundayız. Uyuşturucu bağımlısı kişilerin pek çoğu "yaşayan ölü" gibidir. Topluma yük kişiler olarak yaşantılarını sürdürürler ve genellikle çok basit bir kaza sonucu ileri yaşlara varmadan hayata veda ederler.
Uyuşturucudan korunmanın en iyi yolu, aile içi çatışmalardan ve uyuşturucu kültüründen uzak durmaktır.

Çocuğumu Uyuşturucudan Nasıl Koruyabilirim?
Uyuşturucu da içki gibi kişinin bunalımlarını, sıkıntılarını gidermez. Ancak geçici olarak kişi uyuştuğu için problem unutulur, ancak uyuşturucunun etkisi geçtikten sonra çözümsüzlük yeniden başlar. Çünkü problemin sebebi ortadan kalkmamıştır.
Çocuğun alkol ve uyuşturucuya sapmaması için yapacağımız ilk şey, onu ruhî yönden sağlıklı bir genç olabilecek bir tarzda yetiştirmemizdir. Kendini ve çevresindekileri sevecek, onlara ve kendine güven duyacak genç böyle sunî maddelere sığınma ihtiyacında olmayacaktır.
İlk önce çocuğumuzla ilişkimizin sağlamlığına dikkat etmeliyiz. İlişkimiz ne kadar sağlam ve sağlıklı olursa, onun uyuşturucuya yönelme ihtimali o kadar azalacaktır. Bazı babalar çocuklarıyla hiç ilgilenemeyecek kadar meşguldürler. Bu durum, çocuğun duygusal yaşantısında bir boşluk doğurur ve çocuk bu boşluğu uyuşturucu ile doldurmaya kalkışabilir.
Çocuğumuzu duygusal ve manevî boşluğa düşmekten korumak için çocukluğundan başlamak üzere ona zaman ayırmalı; sevdiğimizi belli etmeliyiz.
Çocuğumuzun fırtınalı ergenlik dönemini sağlıklı karşılaması için hoşgörülü ve anlayışlı bir fikir alışverişine girmeliyiz. Çocuğumuzun duygularını açıkça dile getirmesinin ne kadar önemli olduğunu ve bunu sağlamak içinde onun duygularını anlayışla karşıladığımızı belirtmemiz öfkesinden sıyrılmasını sağlayacaktır. Baskı altında büyüyen bir çocuk, ergenlik döneminde dile getiremediği ve boşaltamadığı kızgınlıkları bazı üzücü yollarla ve uyuşturucuyla gidermeye çalışabilir. Bu sebeple çocuğun bize duygularını rahatça ifade edebilmesi önemlidir.
Ayrıca bilimsel yayınlar ve programlar yoluyla çocuğumuzun uyuşturucu hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamalıyız. Böylece uyuşturucunun tehlikelerine karşı uyanık ve dikkatli olacaktır.
Bir başka husus, çocuğumuza doğru örnek olmaktır. Hayatın zorlukları karşısında hemen paniğe kapılıyor, birtakım ilaçlara başvuruyorsak; çocuğumuz medyadaki reklamların da etkisiyle her derdin devasının kimyevi maddelerde olduğu kanaatine sahip olabilir.
Bir başka önemli konu, çocuğumuzu yapıcı ve anlamlı faaliyetler için teşvik etmektir. Ona dinî ve millî duygularını güçlendirecek bir eğitim vermeli; onurlu amaçlar edinmesini sağlamalıyız. Çocuk hayata karşı kayıtsız olmamalıdır. Yoksa herkesten ve her şeyden kopacak, doğan boşluğu da uyuşturucu ile doldurmaya kalkabilecektir. Bu yüzden faydalı faaliyetleri olan derneklere, topluluklara ve gençlik gruplarına katılması teşvik edilmelidir.
Kız çocuğu için anne, erkek çocuğu için baba modeli çok önemlidir. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı sıcak ilişkiler içinde bir evlilik sürdüren anne babaların çocukları daha mutlu ve evlerine daha bağlıdırlar. Eğer zamanımızı hep maddî kazanç peşinde geçiriyor, eve gelince de sosyal konularla ilgilenmiyor ve insanlık için faydalı işler yapmıyorsak çocuğumuz da bizi taklit edecektir.
Çocuğu Uyuşturucu Kullanan Baba Ne Yapmalı?
Ergenlik çağına gelen çocuğunuz için uyuşturucu büyük bir tehlikedir. Ülkemizde uyuşturucu kullanımının giderek daha da arttığını biliyoruz. Uyuşturucu, hem ülkenin gençlerini tüketmekte, hem de yüklü maliyetlere sebep olmaktadır.
Sözgelimi sadece ABD´deki rakamlara bakalım: Yasadışı uyuşturucuların alış fiyatları, tıbbi ve rehabilitasyon harcamaları, üretkenlik kaybı ve işlenen suç faturaları 200 milyar dolan geçmektedir. Tabii buna hesaplanması mümkün olmayan kişisel yıkımlar dahil değildir.
Uyuşturucu ahtapotu kollarını evimizdeki çocuğa uzandıysa ne yapmalıyız?
Her şeyden önce paniğe kapılmamalıdır. Öfke, heyecan, acele birbirine karıştığında yanlış işler yapılabilir. Sakin ve soğukkanlı olmakta fayda vardır. Çocuğun annesi ve babası, hatta bazı yakınlarıyla birlikte hareket etmeleri daha iyi alacaktır.
Diğer bir nokta, hemen çocuğun üzerine gitmemek, öfkeli davranmamaktır. Suçu arkadaşlarına atıp, tecrit etmeye çalışmak da ilk başta doğru olmaz. Bunun yerine onunla konuşarak, anlaşarak, anlayışlı davranarak uyuşturucuya eğiliminin sebepleri bulunmaya çalışılmalıdır.
Çocuğu hemen bulunduğu yerden uzaklaştırmak da doğru değildir. Bir psikiyatri uzmanının yardımıyla çocuğu uyuşturucuya yönelten psikolojik faktörler ortaya çıkarılmalı, bu faktörlerin etkisini ortadan kaldıracak yeni stratejiler geliştirilmelidir.
Önce çocuğun aldığı uyuşturucu cinsi öğrenilmelidir. Esrar, trankilizan ilaçlar gibi başlangıç sayılabilecek olanları mı alıyor; yoksa eroin, morfin gibi en ağırlarını mı? Bir kaç tane uyku ilacını bir arkadaşına kanarak yutmuş olan gence, sanki eroin bağımlısıymış gibi muamelede bulunmak belki de onu uyuşturucuya itmek sonucunu doğurabilir. Aman dikkat!..
Esas önemli olan, uyuşturucu alıp almadığını ortaya çıkarmak yerine çocuğun duygulan araştırılmalıdır. Acaba nasıl uyuşturucuya başlamıştır? O sıralarda ne gibi baskıların, duyguların ve faktörlerin tesiri altındaydı?
Çocuğun uyuşturucuya başladığı öğrenildiğinde yapılacak ilk ve en önemli iş, onunla duygusal ilişkiyi geliştirmeye çalışmak olmalıdır. Bu konuda onun aklına değil, duygularına yönelmelidir. Onu ne
kadar sevildiğinizi, ne kadar değer verdiğinizi, sağlığı hakkında ne kadar endişeye düştüğünüzü anlatmalısınız. Ancak bu sözlerinizde gerçekçi olmalısınız. Sözlerinizde samimi ve gerçekçi olmazsanız; çocuğun hislerini harekete geçiremezsiniz. "Şerefimiz iki paralık oldu! Herkese rezil olduk! Bana bize nasıl yaparsın?" gibi suçlayıcı yaklaşım asla netice vermez.
Diğer bir nokta; sabırlı olmaktır. Tedavi yıllar sürebilir. Yılmamalı ve bıkkınlık göstermemelidir. Çocuk, uyuşturucudan vazgeçse bile ona gösterdiğiniz yakın ilgiyi ve sevgiyi devam ettirmelisiniz. Çünkü bir boşluğa düştüğü zaman yine başlayabilir. Başladığında ise çocuğa baskı yapmadan, tehdit etmeden işe yeni baştan başlamalıdır.
Bazı aileler, uyuşturucu kullanan ve bırakan çocuğun tekrarlamasını engellemek için alkole teşvik etmektedirler. Bu son derece hatalı bir uygulamadır. Alkol, belki de uyuşturucu kadar ağır bir içecektir. Bu sefer alkol bağımlısı olma riski söz konusudur. Ayrıca bazı gençler uyuşturucu ile alkolü beraber almakta, ölüme varan tehlikeli sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
En iyisi çocukla sağlam bir duygusal ilişkiye girip, onun hiç bu yollara sapmamasını sağlamaktır. Çocuğu uyuşturucuya iten duygusal boşluk, bizim yakın ilgimizle ve sevgimizle dolacaktır.

Babam Usta Ben Kalfa
Ağzında çivisiyle Dilindeki şen türkü Eşi yok hiç bir yerde Babamın gönül köşkü
Akıl almak bir şevkle çalışır gece gündüz Damıtılmış bir zevkle Nezâketi görünüz
Anneme dil döküyor Çay kahve sevdasına Severek gül dikiyor Beğendik bağlarına
İstanbul şarkıları Askerlik hatırası Mutlu gençlik şakaları Bir hayal kadırgası
Çocukluk günlerimde Babam usta ben kalfa Ev yaptık gönüllerde Hepsi duruyor hâlâ
Dünyalara bedeldir Anılan her hatıra Rahmete vesiledir Okunursa Fatiha
Mustafa Miyasoğlu