Anne Baba Olma Sanatı

ÖNSÖZ

Oluşturma olmadan sanat olmaz; basmakalıp düşünce ve davranışlara sanatta yer yoktur. Ben anne-baba olmanın bir sanat olduğuna inanıyorum. Anne-babalar hayattaki en büyük sanatçılardır. Bazen çok kötü, bazen vasat, bazen de çok iyi ve eşsiz eserler oluştururlar.
Umarım bu kitap sadece annelere ait olmaz. Hani babalar der ya, "karıcığım sen oku, sonra bana anlatırsın, hem zaten çocuğu anne büyütür/´ Sizin eşinizin de yaklaşımı buysa lütfen bu yaklaşımı kabullenmeyin ve bu kitabı önce ona okutun!
Sanırdım ki, kitap yazmak yaşamın ancak sakin dönemlerinde mümkündür. Ama böyle bir sakinlik benim yaşamımda hiçbir zaman gerçekleşmedi. İlk kitabımı yazarken oğlum 3, kızım 6,5 yaşındaydı. Elinizdeki bu kitap, yazdığım 12. kitap. Şu anda oğlum 11, kızım 14 yaşında. İlk kitaplarımda eteğimden çekiştirir ve ´´Anne, ne yapıyorsun?" diye sorarlardı. Bu kitap yazılırken, Mert, yorgun olduğum akşamlarda beni yazmam için motive etti, Merve ise bilgisayarı her bozuşumda (!) yazılarımı tekrar bulmama sabırla yardımcı oldu. Tam 7 yıldır bana destek oldukları için onlara hayran ve minnettarım. yaşamımdaki en harika iki varlığa, Merve´ye ve Mert´e...
Kız kardeşim bu yıl bana, nefis gülücükleri olan bir yeğen verdi. Bebekleri özlediğimi hissettim. Küçücük parmaklarıyla saçımı çekmesi ve masmavi gözleriyle bana anlamlı anlamlı bakması, gece geç saatlerde kitap yazarken mutluluk kaynağım oldu. Dünyama yeni katılan, büyük bakışlı, küçük yeğenim, Zeynep´e...
Her zor ânımda yanımda olacaklarından, her mutluluğumu kendi mutluluktan gibi yaşayacaklarından emin olduğum, beni genetik şifreleriyle oluşturan ve sınırsız sevgileriyle büyüten, kendimi bana her zaman çok şanslı bir çocuk olarak hissettiren canım anne ve babama, Utku ve Ergun´a...
Dört senedir, kelimenin tam anlamıyla aynı kaderi paylaştığımız, mutluluk ve mutsuzluklarımızda birbirimize destek olduğumuz, hayatımda çok anlamlı bir yeri olan, başanlanm için beni destekleyen, kendisi çılgınca gezdiği halde beni gittiği harika tatil beldelerinden arayıp "Haydi, kitabını yaz" diye çılgına çeviren ve hayatımda bir tane olduğuna emin olduğum, sevgi dolu insana, sırdaşıma...
Ve yıllardır psikoterapi seanslarında bana bir terapist olarak sonsuz deneyimler kazandıran bütün danışanlarıma...iyi ki varsınız diyorum.
Nasıl bir annesiniz? Nasıl bir babasınız? Kuşkusuz hiçbir anne ve baba bu soruya objektif yanıt veremez. Dünyanın hem en keyifli, hem en zor ve hem de vazgeçilmez tek mesleğidir anne-baba olmak. Çevrenizdeki herkesle iletişiminizi zayıflatabilir, görüşmeme kararı alabilirsiniz ama anne ya da babaysanız hayatta bir tek kişiye karşı bu kararı uygulama şansınız yoktur: çocuğunuza *
Çocuk olmak da zor, genç olmak da. Peki, ya anne-baba olmak? Siz en çok hangisinde zorlandınız? Çocuk olmakta mı, genç olmakta mı, yoksa anne-baba olmakta mı?
Bu kitapta, anne-baba olarak kendinizi keşfe çıkacağınızı umuyorum. İyi keşifler...
ANNE OLMAK

İnsan nasıl öğrenir?
Hayata merhaba dediğimiz, annemizin iç dünyasından onun kollarına terfi ettiğimiz, yani doğduğumuz andan itibaren öğrenmek zorunda olduğumuz ve öğrendiğimiz o kadar çok beceri, duygu, olay, bilgi, düşünce sistemi ve davranış örüntüsü var ki... Beynimizi bir bilgisayara benzetecek olursak denilebilir ki, oraya sürekli bilgi yüklüyor, gerekli olanları zamanı gelince anımsıyor, hayatımıza geçiriyoruz. Zihnimizde ve bilinçaltımızda kayıtlı, gerekli gereksiz yığınla bilgi var.
Yaşam boyunca öğrendiklerimizi birkaç başlık altında toplayabiliriz:
• İçgüdülerimizin motive etmesiyle öğrendiklerimiz;
• Model alma yoluyla öğrendiklerimiz;
• Kendi arzu ve isteğimizle öğrendiklerimiz;
• Öğrenmek zorunda olduğumuz için öğrendiklerimiz.
İçgüdülerimizin bizi motive etmesi sonucu doğal olarak öğrendiğimiz duygu ve davranışlarımıza bakacak olursak; karnımızın acıkması ve bunun sonucunda yemek yememiz, sevme ve sevilme ihtiyacımızın bizi tetiklemesiyle birilerini sevmemiz gibi davranışlarımızı görürüz.
Kendi arzu ve isteğimizle öğrendiklerimizin arasında;
kendimizi geliştirmemiz için bilgi hazinemize kattığımız bilgi ve beceriler vardır. Daha iyi olmak, kendimizi daha iyi hissetmek, çevremiz tarafından daha çok onay görmek için, isteğimiz doğrultusunda öğrendiklerimizdir bunlar. Örneğin başarılı olmak, güzel olmak, yakışıklı olmak, etkileyici olmak gibi isteklerimizin sonucunda elde ettiğimiz bilgi ve beceriler...
Bir de öğrenmek zorunda olduğumuz için öğrendiklerimiz vardır ki, bunlara zorunluyuzdur: Okuma yazma öğrenmek, sınavlara çalışırken öğrendiğimiz bilgiler gibi...
Tüm bunların dışında bir de öğrenmek istemediğimiz ama hayatın bize zorla öğrettiği duygular var. Onlardan, kaçabildiğimiz kadar kaçarız. Örneğin ayrılık duygusunun verdiği acı, ölümün hissettirdiği çaresizlik gibi. Bu duygulan çevremizde birileri yaşadığı zaman, açıkçası biz asla ve asla yaşamak istemeyiz. Sevdiklerimizden ayrılacağımızı ve yakınlarımızın gün gelip de öleceğini aklımızın ucuna bile getirmekten kaçınırız. Ancak ne kadar kaçarsak kaçalım, bize acı veren, bizi mutsuz eden duyguları gün gelir yaşarız ve sonra bilinçaltımıza iterek unutmaya çalışırız.
Evet, öğrendiklerimizin arasında, daha çoğunu öğrenmek istediklerimiz, hiç farkında olmadan öğrendiklerimiz ve unutmak istediklerimiz var. Ruh sağlığımızı korumak ve iç dünyamızı dengede tutmak için, bizi mutlu edenlere dokunmaz ama bizi zedeleyenleri unutmaya çalışırız.
Anne olmayı nasıl öğreniyoruz?
Peki, ya anne olmak? Anne olmayı nasıl öğreniyoruz? İçgüdüsel mi? İsteyerek mi? Zorunda olduğumuz için mi?
Davranış bilimcilere göre anne olmak duygusu bir içgüdü, ama aynı zamanda kendi annemizi model alarak öğrendiğimiz bir duygu ve davranış örüntüsü. Küçük kız çocuklarının oyunlarını gözlemlediğimizde, kollarında oyuncak bir bebek ve onu yedirip içirdiğini, uyuttuğunu görürüz. Küçük kızlar evcilik oyunlarında hep anne olur, bebeklerine bakar ve onları korur. Burada hem içgüdüsel bir motivasyonun hem de model alma davranışının birlikte yaşandığını görüyoruz.
Ama annelik zorunda olarak öğrendiğimiz bir duygu ve davranış değil; anne olduktan sonra, anne olmayı ve anne olmanın getirdiği sorumlulukları unutmak gibi bir seçeneğimiz de yok. Anne olmak, Yaratan´a en yakın olmak; anne olmak, kendinden olan o parçaya ömür boyu göz kulak olmak; anne olmak, yaşamın en büyük sorumluluğunu almak; anne olmak, fedakârlıklara açık olmak; anne olmak, çocuğunun hem fiziksel hem de kişilik gelişimine en olumlu katkıları sağlamak için çabalamak; anne olmak, çocuğunu sınırlamadan gelişmesine olanak tanımak; anne olmak, çocuğuna hayatın kurallarını öğretmek, ama öğretirken de onu ürkütüp korkutmamak, iç dünyasını zedelememek; anne olmak, çocuğa istediklerine ulaşabilmesi için ihtiyacı olan güveni vermek, ama onu şımartmamak.
Yani anne olmak, çok hassas bir çizgide dikkatle yürümek gibi. Yapılan her hata size geri dönüyor. Hayatın bu kulvarında, geri dönüşü olup da kendi kendine düzelen bir hata ne yazık ki yok. Fatura hep kesilmekte!
Anne için dün ya da yarın yoktur, sadece şimdi vardır
Annenin "şimdi böyle oldu ama bir dahaki sefere yapmam" gibi bir şansı, "yarın düzeltirim" gibi bir alternatifi yok. Anne olduğunuzda ne geçmiş ne de gelecek, sadece şu an önem kazanır. Çünkü yapılan ve yapılmakta olan her şey şu andadır. Şu anda çocuğunuza sevgi veriyorsunuz; "dün onu sevmiştim, bugün dursun, yarın yine severim" diyemezsiniz. "Sabah karnım doyurmuştum, şimdi geçsin, bir de akşama yediririm" diyemezsiniz. "Bugüne dek ona çok ilgi gösterdim, biraz dinleneyim, haftaya yine ilgilenirim" diyemezsiniz. "Dün onu gezdirmiştim, yeter, yarın gezdiririm" diyemezsiniz. "Dün derslerini kontrol etmiştim, iki gün sonra yine derslerini kontrol ederim" diye erteleyemezsiniz. "Dün ona disiplinli olmanın yollarını göstermiştim, nasılsa aklında kalır, birkaç ay sonra yine hatırlatırım" diyemezsiniz.
Anne için dün ya da yarın yoktur, sadece şimdi vardır. Çocukla şimdi ilgilenilmeli, karnı şimdi doyurulmak, şimdi uyutulmalı, parka şimdi götürülmeli, dersi şimdi kontrol edilmeli, oyun şimdi oynanmalı, şimdi sevilmeli, sevgi sözcükleri şimdi söylenmeli, şefkat şimdi gösterilmeli, kısacası her şey ama her şey şimdi yapılmalı. Tırnağını yiyorsa, altına kaçırıyorsa, içine kapanıyorsa ya da hırçınlıklar yapıyorsa, yani sorunları varsa, çözüm şimdi bulunmalı, asla ve asla ertelenmemeli.
Çocuk şimdide yaşar. O halde anne de şimdide yaşamalı. Bu belki de, anne olmanın en zor yanı. Şimdiyi yakalamak ve çocukla o anda birlikte olmak. Zaten annelerden gelen yakınmalara baktığımızda bunu çok net görebiliyoruz.
Annenin en çok yakındığı faktör: zaman
Günümüzde zaman insanlık için en önemli değer haline geldi. Herkes zamanla yarışmakta. Kişinin yapması gerekenler çoğaldıkça, zamanı iyi kullanma becerisini de geliştirmesi gerekiyor. Yaşam zaman üzerine kurulu. İşimize, gereksinmelerimize, hayattaki sorumluluklarımıza ayırdığımız zaman, sevdiklerimize ayırdığımız zamandan daha çok. Daha iyi bir yaşam, daha konforlu bir yaşam, daha zengin bir yaşam hedeflerine doğru ilerlerken, doğal olarak, eşimize, anne-babamıza ve çocuğumuza kalan zaman azalmakta. Çocuğumuza daha iyi bir okul, daha iyi bir eğitim isterken, çocuğumuzu da zamanın koşturmasına salıverdiğimiz kesin bir gerçek.
Annelerin en çok yakındığı konu zaman yetersizliği. Özellikle çalışan anne için bu bir işkence. Hem işteki hem evdeki sorumluluklar, hem evliliğin hem de sosyal hayatın gereklilikleri düşünülünce çocuğa kalan az bir zaman olmakta. Bu az zaman içerisinde çocukla şimdi´yi yakalamak oldukça zor. Çünkü anneler tüm günün yorgunluğu, evde yapılması gerekenler, ertesi gün yapılacaklar arasında sıkışıp kaldığında gerek zihin gerek beden gerekse ruh dünyası açısından, çocuğuyla şimdiki zamanı değerlendirebilmesi imkânsız. "Anne olmayı nereden öğreniyoruz?" sorusunu bir yana bırakacak olursak, "Anne olmayı öğrenirken zaman bu öğrenme sürecini nasıl etkiliyor?" sorusu ayrı bir başlık altında incelenmeli aslında. O halde inceleyelim.
Anne olmayı öğrenme sürecine zamanın etkisi
Bebeğimiz henüz doğmamışken, ona tüm zamanımızı ayıracağımıza dair kendi kendimize söz veririz. Bir süreliğine bu sözümüzü yerine getiririz de. Ancak burada sözümüzü yerine getirten koşul bebeğimizin kendisidir. Çünkü hiç durmadan acıkır, uyur, ağlar, gazı vardır, altını kirletir, yani annesini zorunlu bir ilgiye iter. Bebek biraz büyümeye başladığında, memeden kesildiğinde, kendi kendine yürümeyi başardığında ve isteklerini ifade etmeye başladığında anneye doğal olarak biraz daha geniş zaman kalır. Günümüz koşulları gereği anne eğer çalışmak zorunda olan bir anne ise, vicdan azabı, suçluluk duygularıyla dolu süreç başlar, çünkü zaman artık annenin ve çocuğun aleyhine işlemeye başlamıştır. Burada daha çok, çalışan anneyi ve çocuğunu göz önüne alıyoruz, çünkü çalışmayan annelerde bu sorunu daha az gözlemliyoruz.
Anne olmayı öğrenirken zaman bu öğrenme sürecini olumsuz etkileyebiliyor. Anne işine daha çok odaklandığı için, en azından buna zorunlu olduğu için çocuğa ayrılan zaman da doğal olarak azalıyor. Oysa çocuğun, annesine olan gereksinimi kaçınılmaz. Özellikle ilk üç sene çocuk annesinin ilgi ve sevgisine her zaman olduğundan daha çok muhtaçtır. Çocuk evden işe giden annesini kendisini terk etmiş gibi hisseder ve çeşitli duygu, düşünce ve davranış bozuklukları geliştirebilir. Anne yoksunluğu çeken çocuk annesinin arkasından feryat figan ağlar ve çok zor susup sakinleşir. Bu arada anne de elbette duygusal anlamda epeyce yıpranır.
Koşullan değiştiremiyorsak koşulları iyileştirme olanağımızı kullanmalıyız. Yapmak zorunda kaldığımız eylemlerden arta kalan zamanı nitelikli yani kaliteli biçimde geçirebiliriz. Çalışmak zorunda olan anneler işlerinden arta kalan zamanı çocuğuyla nitelikli ve verimli saatlere dönüştürebilir. Bu konuyla ilgili bilgileri daha ileriki bölümlerde bulabileceksiniz.
Her şeyden önce şunu bilmelisiniz ki, bu koşullan sadece siz yaşamıyorsunuz. Yalnızca ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde pek çok anne aynı koşullarda benzer duyguları ve suçlulukları yüreğinde taşımakta. İnsanın yaşadığı zorlukta tek başına olmadığını bilmesi biraz da olsa rahatlatıcı bir durum. En azından, "Bu bir tek benim başıma gelmiyor" demek bile annenin yüreğindeki sıkıntıyı az da olsa giderebiliyor. Eh, hem zamanla yarışmak hem de anne olmak kolay değil.
Anne olmanın bir okulu yok
Ne yazık ki, anne olmanın bir okulu yok. Her mesleğin bir okulu var. Okula girmek için önce sınav kazanıyorsunuz, sonra o mesleği öğrenmek için 4 yıl ya da daha fazla süren bir eğitim sürecinden geçiyorsunuz, sonra da mezun olmak için yeterli
bilgiy6 sahip olup olmadığınız sınanıyor. Yeterince çalışmadıysanız, dersleri başarıyla geçemediyseniz, devamsızlık yaptıysanız okuldan kaydınız siliniyor.
Şimdi aynı mesleki şartları anne olmak için düşünelim. Anne olmak için gireceğiniz bir okul olmadığı gibi, annelik sınavı, annelikten sınıfta kalma, annelik bilgisi ölçme süreci ya da annelikten kaydınızın silinmesi gibi bir durum söz konusu değil. Meslek seçiminde göz önünde bulundurulması gereken, kişiliğe göre meslek seçimi ya da yeteneğe göre meslek seçimi gibi bir alternatif de yok anne olmakta. Kişiliğiniz ve yetenekleriniz ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, anne olduysanız bunların bir ön şartı yok.
O halde nereden ve nasıl öğreniyoruz anne olmayı? Anne olmayı genlerimizdeki şifrelerden biliyoruz ve kendi annemizi model alarak, anne olmayı geliştiriyoruz. Genlerimizdeki şifrelere ve kendi anne modelimize ek olarak, kişilik yapımız, hayata bakışımız, anneliğe bakışımız, çocuğumuza bakışımız ve çocuğumuzun bize öğrettikleri de anne olma kapasitemizi etkiliyor ve yelpazeyi daha da genişletiyor.
Anne olmayı öğrenmek sonsuz bir süreç. Anne olma deneyimi kadının tüm yaşamına dağılmış ve tüm yaşamım kapsayan bir öğrenme sürecidir. Nasıl çocuk 2 yaşındayken anne de 2 yaşında bir çocuğa anne olmayı öğreniyor ise, çocuk 30 yaşında olduğu zaman da anne, 30 yaşındaki çocuğuna anne olmayı öğreniyor.
Anne hem kendi yaşını yaşar, hem de çocuğunun yaşını
Çocuğumuza 5 yaşındayken olan yaklaşımımızı, o 15 yaşına gediğinde sürdüremiyoruz, zaten bunun imkânı da yok. Bir zamanlar onu kendimiz yedirirken bir süre sonra kendisi yemeklerini yiyor, hatta daha sonraları ne yiyeceğine kendisi karar veriyor. Bir zamanlar onu biz giydirirken zamanla kendisi giyiniyor, sonraları giysilerini kendisi seçiyor, daha da sonraları alışverişini kendisi yapıyor, l yaşındayken ninnilerle uyutuyoruz, ! 3 yaşında masal okuyarak uykuya dalıyor, 6 yaşında kendisi uyuyor, 16 yaşında uyku saatlerine kendisi karar veriyor, 19 yaşında sabahlıyor! Önceleri onu biz oynatıyoruz, sonraları kendisi oyun kuruyor, parklarda, kreşte, okulda arkadaşlar ediniyor, yetişkin olduğunda ise hayatın kurallarına göre oynuyor, bizim kurallarımız artık onun için geçerli olmuyor. Yani anneler hayatı iki farklı yaşta yaşıyor.
Anne hem kendi yaşını yaşar, hem de çocuğunun yaşını. Buna bir anlamda empati kurmak da diyebiliriz. Çocuğun yaşına inerek onun hissettiği gibi hissetme, onun düşündüğü gibi düşünme ve onun penceresinden onun gözlükleriyle hayata bakabilme becerisidir empati. Bunu kaç anne yapabiliyor? Sorunun yanıtını vermek oldukça zor. Çünkü bunu becerebilmek çok da kolay değil.
İki farklı yaşta yaşamak, anne olmanın belki de en zor noktasıdır ve hiç bitmeyen bir süreçtir. Karşınızda sürekli değişen, gelişen bir varlık var ve siz onu yönlendirmeye çabalıyorsunuz. Sık sık, "Beni anlamıyorsun" sözünü duyuyorsunuz. Bu da moralinizi ve çocuğunuzla olan iletişiminizi bozuyor. Ne zor değil mi? Ancak çocuğunuzun duygularını ister anlayın ister anlamayın, çocuğunuzla ister empati kurun ister kurmayın, anne olduğunuz andan itibaren artık iki farklı yaşta yaşayacağınız kesin.
İşte bu, bir öğrenme süreci. Hiçbir anne bunu bilinçli yapmıyor. Peki, nereden öğreniyor? Çocuğundan öğreniyor. Çocuk annesine, anne olmayı öğretiyor. Annesine gönderdiği mesajlarla, "Bana böyle davranma" ya da "Evet, bana bu şekilde yaklaş" bildirimlerini sunuyor. Burada çocuğun iç dünyasını ve gönderdiği duygusal mesajları doğru okumak çok önemli.
Anneler çocuklarından gelen her mesajı doğru okuyorlar mı? Hayır, çünkü daha önce anne olma deneyimine sahip değiller. İkinci ya da üçüncü çocuğunu yetiştiren bir anne için bu daha kolay, ama ilk çocukta her anne zorlanıyor, çünkü daha önce de belirttiğim gibi, anne olmanın okulu ve öğretisi yok. Anne olmak, yaşandıkça, çocuğu tanıdıkça ve bu ilişkiye, bu i-letişime ve bu deneyime önem ve değer verdikçe, zaman, sevgi ve ilgi yatırımı yaptıkça öğrenilen ve gelişen bir beceri.
Anne olmayı öğrenme sürecim engelleyen ve anneleri sık sık zora koşan unsur, hem kendi hem de çocuğun yaşında olma hali. Hem 25 yaşında olacaksınız hem 5, hem 30 yaşında olacaksınız hem 10. Bu, anne olan her kadın için çelişki oluşturan bir süreç; durumun ilginç yanı ise, bu sürecin hiç noktalanmayan, sürekli ileriye doğru giden bir süreç olması. Eğer siz de kendinizi çelişkiler yumağında hissediyorsanız bilin ki bundandır. Hayatın iki ayrı noktasında olmanız gerekiyor. Üstelik değişim gösteren, değişen sadece çocuğunuz değil, siz de sürekli değişim içindesiniz. Sürekli değişim gösteren bu iki organizmanın, bu iki duygu küpünün ortak noktalarda buluşması sadece ve sadece sevgi ile oluyor ve tabiî ki doğru bilgiyle.
Çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okumak
İletişim ve etkileşim kurduğumuz her insanla duygusal bir mesaj alışverişi yaparız. Yalnızca bizim ona verdiğimiz mesajlar değil, onun bize verdiği mesajlar da önemlidir. Patronumuzla, iş arkadaşımızla, komşumuzla, arkadaşımızla, anne-babamızla, eşimizle ve çocuğumuzla gün içerisinde farkında olarak ya da olmayarak duygusal bir mesajlaşma süreci yaşarız.
Bu durum, karşı tarafa duyduğumuz sevgi, ilgi, nefret, öfke, ihtiyaç, kıskançlık gibi duyguların açıkça söze dökülmemesinden ya da açık davranışlarla ifade edilmemesinden kaynaklanır. Patronumuzdan nefret ediyorsak elbette bunu, "Sizden nefret ediyorum" diye yüzüne söylemeyiz ya da yanına gidip bir tokat atamayız, ama duygusal mesajlar göndeririz: Surat asma, işi ağırdan alma gibi tepkiler karşı tarafın bir şeyleri fark etmesine dayalı tepkilerdir. Bir kadın eşine doğrudan doğruya, "Senin falanca arkadaşını sevmiyorum" diyemiyorsa ya da eşini o kişiyle birlikteyken kolundan tutup o ortamdan uzaklaştıramıyorsa, duygusal mesajlar göndermekten başka seçeneği kalmıyor demektir. Hiç farkında olmadan gönderilen bu mesajlar şu türden davranışlar biçiminde olabilir: o kişiyle görüşüleceği zaman baş ağrılarının tutması, görüşmemek için çeşitli bahaneler bulma ya da birlikteyken keyifsiz, neşesiz tavırlar sergileme. Erkek, karısından gelen bu duygusal mesajları doğru okursa sorun bir şekilde çözüme ulaşır.
Yetişkinlerin duygusal mesajlarıyla çocukların duygusal mesajları biraz farklıdır. Çocuklar yetişkinlere kıyasla bu türden mesajlara çok daha sık başvurur. Çünkü çocuk duygularını çok net ifade edemez, iç dünyasında olup biteni kendisi de anlayamaz. Çocuklar, özellikle de 2-6 yaş grubuna ait olan çocuklar gün içinde hangi olaydan etkilendiğini çoğu kez fark edemez. Yetişkinlikte elde edilen farkındalık durumu çocuğun iç dünyasında henüz gelişmediği için çocuklar duygusal mesajlara çok sık başvurur. Dolayısıyla annenin çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okuması çok önemlidir. Çünkü duygusal mesajların doğru okunması çocuğun duygu, düşünce ve davranış bozukluğu yaşamasını engeller. Anne çocuktan gelen duygusal mesajları nasıl doğru okuyabilir?
• Çocuğunun kişilik yapısını keşfederek, tanıyarak;
• Çocuk gelişim dönemleri hakkında bilgi sahibi olarak ve çocuğunu bu anlamda izleyerek;
• Çocuklarda davranış bozuklukları hakkında bilgi edinerek ve bu anlamda çocuğunu gözlemleyerek.
Çocuğun kişilik yapısını keşfedip tanımak
Çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okumanın temel şartlarından biri, çocuğun kişilik yapısını tanımak, bir anlamda onu keşfetmektir. Kişiliğin; doğuştan getirilen genetik özelliklere sonradan eklenen duygu, düşünce ve davranışlar bütünlüğü olduğunu biliyoruz. Bu yüzden kişilik, 0-6 yaş grubundaki çocuğun gelişiminde oldukça önemli bir yer tutar. Çocuğunuz hassas ve alıngan mı, sessiz ve sakin mi, yoksa hareketli ve yaramaz mı? Koyduğunuz sınırları aşmaya mı çalışıyor, yoksa kabulleniyor mu? Nasıl tepki veriyor? Davranış örüntüleri neler? Tüm bunlar çocuğun kişilik özelliklerini oluşturur.
Çocuğunuzun kişiliğini keşfetmek için ona zaman ayırmanız, onu tanımaya çalışmanız gerekir. Kişilik, sınırlan önceden kesinleşmiş bir özellikler bütününden ibaret değildir; bu bütünlüğün başı ve sonu yoktur; sürekli gelişen, durağan olmayan bir bütünlükten söz ediyoruz. Kişilikteki sürekli gelişimi nedeniyledir ki, çocuğunuzda her gün yeni yeni davranışlar ve duygular keşfeder ve şaşırabilirsiniz. Çocuğunuz sizin herhangi bir yaklaşımınıza bir ay önce olumlu bir tepki verirken, bir ay sonra farklı bir tepki verebilir, çünkü hızlı bir değişim içerisindedir. Çocuğunuz hem kendisini hem de sizi tanımaya çalışırken, siz de onu tanımaya çalışır ve bunu yaparken de kendinizin farkında olmadığınız yönlerinizi öğrenirsiniz. Biliyorum ki, pek çok anne şöyle der: "Ben bu kadar sabırlı olduğumu bilmiyordum" ya da "Ne kadar tahammülsüz bir insanmışım da haberim yokmuş." İşte burada karşılıklı bir etkileşim ve öğrenim süreci vardır.
Çocuğunuzdan gelen duygusal mesajlar nelerdir? Örneğin dudak büküp bir kenara çekilmesi, "Sen beni sevmiyorsun" türünden sözler söylemesi, ortada size göre hiçbir şey yokken ağlaması, inatlaşması, "Yapma" dediğiniz bir şeyi kızacağınızı bile bile yapması, uyuması gerektiği halde uyumaması, uykusunun kaçması, sizinle oynamak istememesi, sizi eliyle itmesi ya da vurması gibi davranışlar çocuğunuzun size gönderdiği duygusal mesajlardır.
Biraz daha somut örnekler verelim: Diyelim ki, çocuğunuz sizinle oyun oynamak istiyor ama siz yemek hazırlamak zorundasınız. O sizi eteğinizden çekiştiriyor, siz de ona "Şimdi olmaz" diyorsunuz. Bu tablo birkaç kez tekrarlandıktan sonra çocuğunuz ağlamaya başlayacaktır. Siz çocuğunuzun, istediği olmadığı için ağladığını sanırken o size aslında şu mesajı veriyordun "Beni sevmiyor musun ki, bana zaman ayırmıyorsun?" Ne kadar farklı, değil mi?
Annenin algılaması:
"istediği olmadığı için sinirinden ağlıyor." Çocuğun verdiği duygusal mesaj:
"Beni sevmiyorsun çünkü benimle zaman geçirmiyorsun. Ben de buna üzülüyorum."
Bir başka örnek verelim: Yemek yediriyorsunuz, önce güzel güzel yiyor ama sonra başını iki yana çevirerek, yemek istemiyor. Sizse onun yemesini istiyorsunuz. Bir daha deniyorsunuz, o bir daha başını çeviriyor. Bu sahne birkaç kez tekrarlandıktan sonra çocuğunuz ağlamaya başlıyor.
Annenin algılaması:
"İnadından ağlıyor."
Çocuğun verdiği duygusal mesaj:
"Artık doydum, neden bana güvenmiyorsun?"
Elbette her duygusal mesaj ağlamakla sınırlı kalmaz. Tırnak yemeler, altına kaçırmalar, okula gitmek istememeler de duygusal mesajlardır ve eğer ilgilenilmezse davranış bozukluğuna dönüşebilir. İşte bu yüzden, annenin çocuğun duygusal mesajlarını doğru okuması çok önemlidir.
Biraz önceki yemek örneğine geri dönelim. Anne çocuğun ağlamasını doğru okusaydı, "Sanırım doydu, ona güvenmeli ve zorlamamalıyım" şeklinde algılayacak, bundan sonraki yemek saatleri bir işkenceye dönüşmeyecekti. Ama anne çocuğun bu mesajını yanlış değerlendirip, "İnadından yemiyor, ama bakalım onun dediği mi olacak, benim dediğim mi?" diye olayı bir kontrol sorunu haline getirirse her yemek öğünü sıkıcı ve problemli saatlere dönüşecek ve çocuk bu konuda büyük direnç gösterecektir.
Birkaç yıl önce bir anneyle, 18 yaşındaki oğlu gelmişlerdi. Gencin yemek yeme sorunu vardı. Gerçekten de yaşıtlarından oldukça çelimsiz, halsiz ve bitkin bir görünümü vardı. Genç, yemek gördüğü zaman midesinin bulandığım söylüyordu; annesi de oğlunun sağlığından doğal olarak endişeleniyordu. Gençle paylaştığımız terapi seanslarından birinde, ondan annesiyle ilgili anılanın anlatmasını istemiştim. Bana şöyle demişti:
- Çocukluğuma dönüp baktığımda, annemi elinde tabakla peşimde koşarken görüyorum, ağzımı zorla açıyor ve bana zor-la yemek yediriyordu. Hatırladığım başka hiçbir şey yok. Sadece bunlar var.
Bu anne belli ki çocuğunun duygusal mesajlarını hiç doğru okuyamamıştı. Sonuçta çocuk hem yemek yeme olayına karşı bir tiksinti, hem de annesine karşı öfke duygulan geliştirmişti.
Çocuğun verdiği duygusal mesajlar arasında, okula gitmek istememe davranışı da vardır. Çocuk okulla, arkadaşlarıyla, öğretmeniyle ya da sizinle ilgili bir sorun yaşıyor olabilir. Duygusal mesajlar çocuğun kişilik yapısına ve anne-babasıyla kurdu-ğu iletişime göre farklılık gösterir. Kimi çocuk "Okula gitmek istemiyorum" diye kendisini ifade ederken, kimi çocuk da karın ağrısı ya da mide bulantısı gibi tepkilerle bu mesajı iletebilir. Bu konuyu da örneklendirirsek;
Çocuk:
"Okula gitmeyeceğim." Anne:
"Ne demek o öyle? Okula gidilmez mi?" Annenin algılaması: "Yine kaprislerine başladı." Çocuğun duygusal algılaması:
"Niye gitmek istemediğimi sormuyor bile. Beni anlamaya çalışmıyor."
Oysa bu anne ile çocuğu arasındaki iletişim şöyle olmalı:
Çocuk:
"Okula gitmeyeceğim."
Anne:
"Sanırım bu konuda bana anlatmak istediklerin var."
Annenin algılaması:
"Çocuğumun canını sıkan bir şeyler var."
Çocuğun duygusal algılaması:
"Canımı sıkan şeyi anneme anlatabileceğim, beni anlayacak."
Çocuğun duygusal mesajlarını doğru okumanın, çocuğun kişilik yapısını tanımakla son derece ilişkili olduğunu belirtmiştim. Çocuğunuzun kişilik yapısını keşfetmeye çalışırken;
• Çocuğunuzla birlikte geçirdiğiniz zamanlarda başka uğraşlarla ilgilenmeyin ve tüm dikkatinizi ona odaklayın.
• Çocuğunuza ev işlerine ayırdığınız zamandan daha fazla zaman ayırmaya özen gösterin.
• Çocuğunuzun sizden ve eşinizden birtakım genetik özellikler aldığını unutmayın ve bunların neler olabileceğini gözlemleyin.
• Çocuğunuzun sürekli gelişen kişilik yapısını, vereceğiniz cezalarla olumsuz etkileyeceğinizi unutmayın.
• Çocuğunuzun kişiliğini sürekli ve yersiz ödüllerin de olumsuz etkileyeceğini aklınızdan çıkarmayın.
• Çocuğunuzun kişilik gelişiminin temellerinin 6-7 yaşlara kadar atıldığını, ancak bu yaşlardan sonra da sürekli gelişim içerisinde olacağını unutmayın.
• Çocuğunuzu sizin söylediklerinizi aynen yerine getirecek bir robot olarak görmeyin.
• Çocuğunuzu istemediği ya da kapasitesinin dışındaki şeylere zorlamayın.
• Çocuğunuzda keşfettiğiniz güzellik ve yetenekleri, onu zorlamadan ama onu onayladığınızı hissettirerek destekleyin.
• Çocuğunuzla ilgili bir günlük tutun ve onun tepkilerini not etmeye özen gösterin. Bu notlar sizin en iyi rehberiniz olacaktır.
Çocuk gelişim dönemleri hakkında bilgilenmek bir anne ya da babanın çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okuyabilmesi için, çocuğun içinde bulunduğu gelişim dönemiyle ilgili bilgi sahibi olması gerekir. Anne-baba bu bilgilerle donanımlı değilse, çocuğun davranışlarını sağlıklı değerlendiremeyeceği gibi, çocuğuyla ilgili bir sorunu da gözden kaçırabilir ya da çocuğun normal gelişim sürecini yanlış değerlendirip boşuna kaygılanabilir. Çocuk herhangi bir davranışı normal gelişim sürecinde yaşıyor ama aile bu davranışı bir olumsuzluk olarak görüp değiştirmek için çocuğa baskı yapıyorsa, hem çocuğun gelişen kişilik yapısı zedelenebilecek, hem de çocuktan gelen duygusal mesajlar doğru okunup doğru değerlen-dirilemeyecektir.
Bu konuda en çok rastladığım durum şudur: 2-3 yaş diliminde çocuğun inatçılık davranışı, anne-babanın da çocukla inatlaşması sonucu pekişmektedir. Oysa bu yaş dilimi çocuğun yavaş yavaş kendisini ispat etmeye başladığı bir zamandır ve çocuğun gelişim dönemi içerisinde doğal bir davranış olarak yer almaktadır. Bu bilgiye sahip olmayan anne-babalar çocuklarına kızar ve onunla âdeta "senin dediğin, benim dediğim" kavgasına girişir. Sonuçta, çocuğun gelişen kişilik yapısına bilmeden, farkında olmadan zarar verebilirler.
Çocuğun gelişim dönemlerini şöyle listeleyebiliriz: motor gelişim, duyusal gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psiko-sosyal gelişim ve elbette kişilik gelişimi. Çocuğun içinde bulunduğu her gelişim aşaması hem yeni bir basamaktır, hem de yeni bir başlangıç. Anne-baba çocuğun gelişim dönemlerini bir bütünlük içerisinde değerlendirmelidir, çünkü gelişim bütünsel bir süreçtir, doğumla başlayıp ölümle biter.
Çocuğun içinde bulunduğu gelişim dönemleri birbirini etkiler ve çocuk içinde bulunduğu bir gelişim dönemini tamamlamadan diğerine geçemez. Bu yüzden çocuğun kişiliğinin biçimlendiği her bir gelişim basamağı dengeli ve sağlam biçimde tamamlanmalıdır ki, çocuk ilerideki yaşantısında sorunlar karşısında yıkılmayan bir birey olsun, kendi sorunlarına çözüm üretebilsin, kendisiyle ve çevresiyle barışık yaşasın. İşte bu yüzden, ç ocuk gelişim dönemleri hakkında ailenin bilgiyle donanımlı olması çok önemlidir.
Çocuk her bir gelişim döneminde anne-babadan farklı destekler bekler. Ancak aile bunu yanlış değerlendirip, çocuğun
davranışlarını yaramazlık çerçevesinde algılayıp çocuğu cezalandırırsa çocuğuna hatalı yaklaşmış olur. Çocuk gelişimi denilince ne yazık ki hâlâ çocuğun fiziksel gelişimi akla gelmektedir. Oysa çocuğun fiziksel gelişiminin yanı sıra ruhsal gelişimi de vardır ve bu ikisi birbirini tamamlamaktadır.
Küçük bebek ağladığı zaman annesi hemen altına bakar, karnını doyurmaya çalışır, ´Acaba gazı mı var?´ ya da ´Bir yeri mi acıyor?´ diye düşünür. Oysa o küçücük bebeğin sadece fiziksel gereksinimleri yoktur, ruhsal gereksinimleri de vardır. Annesi tarafından sarılmak, okşanmak, sevilmek, ilgilenilmek, annesinin şefkatli sesinin tınılarıyla ruhunu rahatlatmak istiyordur. Minicik bebek bile küçük ağlamalarla annesine duygusal bir mesaj iletmektedir. Anne bu duygusal mesajı hemen doğru okumasa bile, her türlü şeyi denedikten sonra (alt değiştirme, emzirme vs.) sonunda doğru okumayı başarır ve bebeğine sevgiyle sarılır.
Aslında burada mesajı doğru okutan, yani anneyi doğru o-kumaya yönlendiren bebektir. Çocuk, yaşı ve gelişim dönemi ne olursa olsun, anne-babasının sevgisine daima ihtiyaç duyar. Biz yetişkinler de öyle değil miyiz?
Bir süre sonra bebekten gelen duygusal mesajları doğru okumayı öğreniriz, ama bebeğimiz çocuk olmaya başladığında sanki bu yeteneğimizi kaybederiz.
Çocuğun gelişim dönemlerine kısaca bir göz atalım, bu sayede siz de ondan gelen duygusal mesajları doğru okuyup okumadığınız yolunda kendinizi değerlendirebilirsiniz.
Çocuğunuzun Motor Gelişimini Biliyor musunuz?
Çocuğun motor gelişimi onun kendi başına gerçekleştirdiği «ziksel gelişimdir. Emzirirken saçınızı çekiştirmesi, biraz daha büyüdüğünde her şeyi tutmaya çalışması, gördüğü her şeye dokunma isteği, bir süre sonra bulduğu ve uzanabildiği eşyaları ağzına götürmesi, sonraları evdeki eşyalarla oynaması, onlara dokunması, yere atması, fırlatması ve l yaş dolaylarında ayak ve bacaklarım da kullanarak bunlara tekmeler atmaya girişmesi, motor gelişim sürecinin yapısında olan davranışlardır. Yine bu dönemde çocuk emeklemeye, bir yerlere tutunarak evin içinde gezmeye ve sonunda yürümeye başlar. Çocuğun motor gelişimi fiziksel gücünün artışıyla doğru orantılıdır denilebilir. Çocuğun gücünün artması, kilo alması, boyunun uzaması, kemik ve kaslarının güçlenmesi, eklemlerindeki hareket yeteneğinin gelişmesi, motor gelişim sürecinin bir parçasıdır.
Her türlü gelişimde olduğu gibi motor gelişimde de çocuklar arasında farklılıklar görülebilir. Bu farklılıklar çocuğun cinsiyetinden, yapısından, kilosundan kaynaklanır. Zayıf bir çocuk erken yürürken, daha kilolu bir çocuk geç yürüyebilir ya da sakin yapılı bir çocuk evdeki eşyaları çok fazla kırıp dökmezken, daha hareketli bir çocuk evde kırılmadık eşya bırakmayabilir. Vurdumduymaz bir çocuk kırdığı bir eşya karşısında annesinin kaş çatmasına aldırmazken, daha hassas bir çocuk hemen dudağını büzüp ağlayabilir.
Çocuk motor gelişim sırasında (tutma, sıkma, mıncıklama, atma, vurma, çekme, elindeki bir eşyayı diğer eline geçirme, uzanma, eldeki bir şeyi ağza götürme, yere atma vb.) başardığını gördükçe daha da çok başarmak ister. Herhangi bir eşyayı tutabildiğini fark ettiğinde, bir süre sonra, daha da başarılı olmak adına, o eşyayı atmayı ve ardından da kırmayı isteyecektir. Çocuk dokununca tutmak, tutunca kavramak, kavrayınca çekiştirmek, çekince fırlatmak ister. Çocuk emekleyince sıralamak, sıralayınca yürümek, yürüyünce tırmanmak, tırmanınca atlamak, zıplamak ister. Bu süre içerisinde eline geçirdiği bir eşyayı kırması onun için büyük bir deneyim ve eğlence kaynağı olacaktır. Eşyanın kırılması, parçalara ayrılması, kırıldığında çıkan
s çocuk için yeni bir öğrenimdir. Ardından yepyeni keşiflere çıkacaktır. Çocuk sürekli sınırlarını genişletecek ve genişlettiği sınırlarla asla yetinmeyecektir. Çocuk giriştiği bu denemelerle aynı zamanda kendi gücünü de denemekte ve sınamaktadır. Motor gelişimin çocuğa kazandırdığı deneyimler onun bilişsel gelişimine de zemin hazırlamaktadır.
Ancak çocuğun motor gelişi sırasında yaptıktan anne-baba tarafından yaramazlık, haylazlık, söz dinlememe olarak algılandığı için, destek yerine ceza ile sınırlandırılır. Dolayısıyla çocuktan gelen duygusal mesajlar da anne-baba tarafından doğru okunamaz. Çocuğun "Beni engellemeyin, kendimi geliştiriyorum" mesajı anne-baba tarafından bir türlü doğru okunmaz. İşte bu yüzden çocuk gelişim dönemlerinin anne-baba tarafından iyi bilinmesi gerekir. Bu dönemde çocuğu kısıtlamak ya da cezalandırmak, örneğin eline vurmak, kızıp bağırmak onun gelişimini engellemek demektir.
Çocuğun motor gelişimi sırasında hem onu engellememek, hem de kendi sinirlerinizin bozulmasına izin vermemek için birtakım önlemler alabilirsiniz. Çocuğunuz her bulduğunu ağzına götürüyorsa, onun ulaşabildiği yerlerde onun için tehlike oluşturan her eşyayı kaldırın. Ona yumuşak, ses çıkaran, rengarenk oyuncaklardan alın ve ulaşabildiği yerlere bunları koyun. Çocuğunuz emekliyor ya da sıralıyorsa, evde kenarı sivri sehpa ya da ona benzer eşyaları bir süreliğine ortadan kaldırın. Bırakın evi rahatça keşfetsin. Sizin için değerli ve anısı olan bütün eşyaları, süsleri, vazoları da bir süreliğine kaldırın. Böylece hem Çocuğunuzun onları kırma olasılığı olmaz, hem de siz rahat e-dersiniz.
Çocuk bu dönemde bütün evi dolaşmak ister. Onu asla kendi odasıyla sınırlı tutmayın. Evde çocuğun rahatça gezinebileceği pratik bir düzen kurun. Ancak her şeyi de ortadan yok etmeyin, ev bomboş olmasın, çünkü çocuğun algılaması gereken şeyler var ve bomboş bir evde çocuğun algı düzeyi gelişemez.
Bu dönemde çocuk yemeğini kendisi yemek isteyecektir. Bunu asla engellemeyin, bırakın döke saça yesin, mutfağı buna göre düzenleyin. Yoksa ilkokul çağına geldiği halde hâlâ siz besliyor olabilirsiniz! Çocuk etrafı ve üstünü başını kirletiyor ya da çok yavaş yiyor diye onu engellemeyin, çocuğun bu girişimine saygı duyun ve destek olun. Yine bu dönemde çocuk, mutfaktaki tencere tavayla oynamaktan büyük keyif alacaktır. Göreceksiniz ki, birkaç küçük tencereyle merakını giderecektir. Ona zaman tanıyın.
Duyusal gelişim dönemi çocuğun kendi iç dünyasını tanıma sürecidir. Motor gelişim sürecinde dış dünyayı algılamaya ve öğrenmeye çaba gösteren çocuk, duyusal gelişim sürecinde de iç dünyasını algılamaya ve öğrenmeye çaba gösterecektir. Ancak bu süreç de yine çocuğun dışsal etken ve faktörleri algılamasıyla gerçekleşecektir. Diyebiliriz ki, çocuk duyularını yaşam içinde deneyimlemeye başlayacaktır.
Çocuğun içinde bulunduğu her gelişim döneminin olduğu gibi, duyusal gelişim sürecinin de çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okuma anlamında büyük önemi vardır. Çocuk duyusal gelişim sürecinde, dokunarak hissetme duyusunu, görerek görme duyusunu, koklayarak koku alma duyusunu, çeşitli şeylerin tadına bakarak tat alma duyusunu tanıyacak ve geliştirecektir. Hoşuna gidenleri tekrarlayacak, hoşnut olmadıklarını bir daha denemeyecektir. Bazen hep aynı şeyleri yapacaktır. Örneğin eline aldığı bir oyuncağı tekrar ve tekrar yere vuracaktır. Siz ne kadar bunu engellemeye çalışsanız da o buna direnecek ve belki de sizin engellemeniz karşısında ağlayacaktır. Giysilere, eşyalara, tabaklara, bardaklara, perdelere, aynaya, cama dokunmak isteyecek ve bunu yineleyecektir. Çünkü dokunma duyusu onun için çok önemlidir. Dokunarak sıcağı soğuğu, serti yumuşağı, metali, tahtayı, kumaşı öğrenecektir. Bu dönemde sürekli korkutulan çocuk bir süre sonra bu davranışlarından vazgeçer ve pasifleşir.
Duyusal gelişim döneminde, elindeki zorla alınan çocuk ağlamaya başladığında duygusal mesajı şudur: "Bunu keşfetmeye ve öğrenmeye çalışıyorum, neden izin vermiyorsun?" Yoksa ailenin sandığı gibi, çocuk elindeki alındığı için öfkesinden ağlamaz.
Duyusal gelişim döneminde çocuğun sadece evin içindeki eşya ve nesnelerle tanışması da yeterli değildir. Çocuğu doğadaki nesnelerle ve yeni algılamalarla da tanıştırmaksınız. Toprağa dokunmalı, kokusunu duymalı, karıncalarla tanışıp onları izlemeli, serçeleri, güvercinleri görmeli, seslerini duymalı, bulutları gözlemek, ağaçlara, yapraklara, çiçeklere dokunmakdır. Çocuk algılamalarını doğayla tamamlamalı, ev hayatıyla dışarıdaki hayat arasındaki farklılıktan gözlemlemek ve deneyimlemekdir. Çocuk bir çiçeğe dokunurken sadece ona dokunmakla kalmaz, aynı zamanda rengini, biçimini, büyüklüğünü, güzelliğini, kokusunu, estetiğim de algılar. Çocuğun karıncanın ya da yavru kedinin ardından koşması, başka canlıları da keşfetmesi, onların varlığım fark edip, onları öğrenmesi demektir.
Çocuk iç dünyasını duyularıyla keşfeder. Çocuğun dünyasında duyuların önemi yetişkinlerin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür. Hiç dokunmadığına dokunarak, hiç koklamadığını koklayarak, hiç tatmadığını tadarak, hiç işitmediğini duyarak o ana kadar bilmediğini öğrenmekte, duyumsamakta ve kendisini geliştirmektedir. Peki ne için? Çevresini, dünyasını ve kendisini tanımak için!
Bu yüzden onun duygusal mesajlarım doğru okuyun. Bira-
kın karıncanın peşinden koşsun, engellemeyin. Bırakın çiçeği! koklasın, yağmura kara dokunsun, çamura girsin, "Yapma" demeyin. Bırakın duyularıyla iç dünyasını zenginleştirsin. O y aramazlık yapmıyor, kendisini geliştiriyor. Mesajları doğru oku-yun ve ona kendisini geliştirmesi için alan oluşturun, izin verin, Yağmurdan kaçan, soğuktan korkan, kediye-köpeğe yaklaşamayan, sudan çekinen, çiçeklerin farkında bile olmayan bir çocuk yetiştirmeyin. Duyularıyla hayata katılan çocuklar yetiştirmek için onları anlamamız ve engellemememiz gerekiyor. Onlardan gelen mesajları doğru okumamız gerekiyor. Bu çok önemli!
Çocuk parklarında en çok tanık olduğum olay; küçük bir çocuğun yere yatarak karıncaları incelemesi ya da karıncaların yuvasını keşfetmeye çalışmasıdır... ve anne çocuğunu oradan uzaklaştırmak için çekiştirir! Çocuk karıncaları incelemek içini direnir, anne çocuğu bir an önce eve götürmek için dil döker ya da zor kullanır.
Çocuk ağlarsa duygusal mesajı şudur: "Ben burada bugüne kadar görmediğim çok şirin yaratıklar gördüm ve onlara merakla bakıyorum. Niye buna engel oluyorsun?" Anne ise bu duygusal mesajı şöyle değerlendirebilir: "Parka her gelişimizde gitmemek için böyle ağlıyor."
Duyusal gelişim döneminde çocuk kendisine zarar verebilecek girişimlerde de bulunabilir. Aleve dokunmak, kızgın ütüye değmek gibi, canını yakabilecek davranışlar gösterebilir. Bu dönemde anne-babanın çocuğu yakından izlemesi, evde çocuk için tehlike oluşturabilecek faktörler için önlem alması gerekir. Örneğin bu dönemde elektrik fişleri ve prizleri çocuğun dikkatini i çok çeker. Gereken önlemler alınmalıdır. Çocuk herhangi biri şey için inat ediyorsa, çocuğun dikkati onun sevdiği başka biri şeye rahatlıkla çekilebilir. Çocukla merakları konusunda ihtiyacı olan deneyimleme ve duyumsamayı ona sağlamak, destek olmak gerekir.
Çocuğunuzun Bilişsel Gelişimini Biliyor musunuz?
Çocuğun bilişsel gelişimi, motor ve duyusal gelişim sürecinde elde ettiği deneyimleri zihnine kaydetmesi ve bu kayıtları değerlendirmesidir. Bu kayıtlara bakacak olursak; nesneler arası ilişki kurma, bağlantıları keşfetme, neden-sonuç ilişkilerini değerlendirme süreçlerini görebiliriz. Anne-baba, çocuk için "Ama daha 2 yaşında, henüz 3 yaşında" diye asla düşünmemelidir. Kişiliğin temeli 0-6 yaşlarda atılıyor. Bu hiçbir zaman unutulmamalı.
Çocuğun bilişsel gelişim döneminin özelliklerini bildiğiniz zaman onun duygusal mesajlarını doğru okursunuz. Çocuk artık keşif alanlarını daha da genişletiyor, yeni ilgi alanları oluşturuyor ve bu anlamda da sizi daha da zorluyor olacaktır. Eline geçirdiği bir sopayı at yapması, kibrit kutularından ev yapması, saç fırçasını mikrofon yapması, tencerenin kapağından direksiyon yapması, ayakkabıları ardı ardına dizerek tren yapması, kaşıklardan kürek yapması her ne kadar sizin hoşunuza gitmese de, o tüm bunları yaparak kendisini geliştirmeye çalışıyor. Bu arada kullandığı eşyalar kendisine zarar verecek cinsten ise, onları hemen ortadan kaldırın.
Çocuk 3 yaşına geldiğinde öğrendiği, çevresinde algıladığı ve algılamakta olduğu her şeyle ilgili sürekli sorular sormaya başlar. Yani artık çocuk size danışmaya başlar. Bu anlamda bu dönem çok önemlidir. Çocuk size danışır ama aynı zamanda dünyanın merkezi kendisidir. Tıpkı ergenlik döneminde olduğu gibi çocuk eline cam bir bardak alıp "Bu kırılır mı?" diye sorar, siz de "Evet, sakın onu yere atma" dersiniz, ama bir de bakarsınız ki bardak yerde tuzla buz olmuş. "Madem bana soruyorsun, neden yapıyorsun?" Neden, biliyor musunuz? Sonuç görme isteğinden. Sonucun bardağın kırılması olduğu onayını sizden aldıktan sonra çocuk bunu gözleriyle görmek ister. İş bu kadar basit.
Anne-baba olmak ne kadar zor değil mi?
Çocuk 4-5 yaşlarına geldiğinde sınıflamalar yapmaya başlar| Çorabını, kazağını giysiler, kediyi, köpeği, karıncayı hayvani topları, bebekleri oyuncaklar diye gruplamaya başlar. Tam olarak değil ama yavaş yavaş takım ruhu oluşmaya başlar. Kızlar erkekler gibi gruplaşmalar da görülür.
Çocuk 6 yaşına geldiğinde ise, gözle görebileceğiniz ve ne bir şekilde fark edebileceğiniz bir aşama kaydeder. Büyük bir zihinsel sıçramadır bu, artık yorumlar yapmaya başlamıştır. İlkokula başladığında ise o eski kuralsızlığı ve sınırsızlığı yeni kurallara ve sınırlara bırakır. Bu dönemde zihnindeki tüm soyutların yerini somutlar almaya başlamıştır. Ancak kuralları sınırlan öğrenirken sanmayın ki her şey sizin istediğiniz git olacaktır. Çocuk yeni öğrendiği kural ve sınırlar içerisindeki sınırsızlığını ve kendi kuralsızlığını yeni bir biçimiyle yine yaşamaya başlayacaktır. Çocuğun bilişsel gelişimini desteklemek için; onun öğrenmeyle ilgili girişimlerine gülmeyin, alay eder gibi davranmayın ya da küçümsemeyin. Onun bu girişimlerini önemseyin ve onunla heyecanını paylaşın. Sabırlı olmaya özen gösterin, çünkü çocuk bilişsel gelişim sürecinde pek çöl şeyi deneme-yanılma yoluyla yapacaktır. Bu da sizi sıkabilir ; sabrınızın taşmasına neden olabilir.
Her anne-baba çocuğunun disiplinli olmasını arzular ve bu| nün için de onu yönlendirir. Çocuğun disiplinli olmasına öz gösterirken onu pasifleştirmemeye dikkat edin. Kendi korku kaygılarınızı ona yansıtmayın, onun yapmak istediklerini si; onun yerine asla yapmayın. Bırakın, deneyimlemek istediklerini sizin denetiminizde yapsın. Ona asla ve asla kaçamak yanıtlar vermeyin. Zihnindeki soru işaretlerine yaşına uygun ama gerçek yanıtlar verin. Geçiştirmeyin ve gerçek dışı yanıtlar vermeyin. Örneğin "Anne, ben nasıl dünyaya geldim?" sorusuna leylekler masalını anlatmayın. Ya da "Kar niye yağar?" sorusuna "Gökyüzündeki melekler bizi sevindirmek için yapıyor" demeyin. Gerçekleri onun anlayabileceği şekilde net ve kısa olarak anlatın. Gerektiğinde çocuğunuzun yaşına inip onunla empati kurmaya özen gösterin.
Bilişsel gelişim sürecinde de çocuktan gelen duygusal mesajları doğru okumanız çok önemli. Kimi anne-baba çocuğunun kendilerine hiç soru sormadığını söyler. İşte bu, çocuktan anne-babaya gelen duygusal bir mesajdır. Mesaj şudur: "Sorularımı önemsemediniz, hiçbir zaman doğru yanıtlar vermediniz, sorularımı bazen geçiştirdiniz, bazen duymadınız bile. Ben de artık size soru sormuyorum." Çocuğun hırçın, huzursuz ve söz dinlemez olması da duygusal bir mesajdır. Size sesini duyuramadığının, sizin tarafınızdan önemsenmediğini sandığının bir patlamasıdır bu.
Anne-baba olmak kolay bir süreç değildir. Burada anne-babayı en çok zorlayan faktör de, kendi doğrusunu çocuğuna kabul ettirme çabasının boşa çıkması. Oysa gördüğümüz gibi, çocuk sürekli büyür, değişir ve gelişir. Bu büyüme ve gelişme sürecinde o da kendi doğrusunu oluşturur ve o doğruya bağlanır. Çocuğun doğrusu size yanlış geliyorsa ona bunu sevecenlikle atmalısınız. Bu anlatımınız bir sohbet atmosferinde olmalı. Çocuklar eleştirilere ve acımasız yaklaşımlara her zaman olumsuz tepkilerle karşılık verir. Çoğu yetişkin de öyle değil mi? Hatta belki siz bile!

Çocuğunuzun Dil Gelişimini Biliyor musunuz?
İnsanı diğer canlılardan ayıran tek bir gelişim süreci var, o da dil gelişimi. Hayvanlarda motor ve duyusal gelişim sürecinin olduğunu biliyoruz. Oysa dil gelişimi sadece insanda var. Hepimiz sosyal varlıklarız ve birbirimizle iletişim kurmaya ihtiyacımız var. Birbirimizle iletişim kurmanın tek yolu; karşı tarafa duygu, düşünce ve isteklerimizi net ve açık bir şekilde ifade etmek.
Konuşmak kendimizi açıkça ifade etmenin zorunlu şartı. Konuşmadan ne yetişkinler ne de çocuklar iletişime geçebilir.! Konuşmazsak çocuğumuz bizi anlamayacağı gibi, çocuğumuz, konuşmazsa biz de onu anlamayız. Ancak bazen beklentiler o j kadar yoğundur ki, önyargılar o kadar çoktur ki, anne-baba kendi doğrularına o kadar tutunmuştur ki, çocuk konuşsa bile anlaşılmaz ya da yanlış anlaşılır.
Bebek önce ses ile iletişim kurar. Annesi ona seslendiğinde bebek agu sesleriyle annesiyle iletişime geçer. Daha sonra aguların yerini gülücükler alır; sonra heceler, sonra tek kelimeler ve cümle kurmalarla çocuk dil gelişimini hızlandırır. Bebek ilk zamanlar iletişimi beden diliyle kurarken, 13 aylıkken algı dilini kullanır. 13 aylık bir bebeğin algılayabildiği kelime sayısı yaklaşık 50 civarındadır. 2 yaş dolaylarında ise ilk sözcükler başlar. Bebeğin dil gelişimi önceleri yavaş ilerliyor gibi görünse de, belli bir zaman sonra büyük bir hızla gelişim gösterir. Ancak kendileriyle konuşulmayan ve yalnız başlarına bırakılan bebeklerin dil gelişimlerini hızlandırmalarının zor olduğu da bir gerçek. "Çocuğum çok küçük, nasılsa anlamaz" diye ondan sözel iletişiminizi esirgemeyin. Onu emzirirken, altını değiştirirken, gezdirirken, yıkarken bol bol konuşun. Bu hem bebeğin dil gelişimine olumlu katkıda bulunacak, hem de ruh sağlığını olumlu etkileyecektir. Onunla konuşurken çok uzun cümleler kurmamaya dikkat edin. Ses tonunuz daima yumuşak ve sevecen olsun. Çok yüksek sesle konuşmamaya özen gösterin. Çocuğunuzla konuşurken Türkçe´yi doğru kullanmaya dikkat edin. Çocuğunuz doğal olarak sizin gibi akıcı konuşamayacaktır, onu dinlerken sabırsızlığınızı ona hissettirmeyin, aceleci davranıp onun cümlelerini tamamlamayın, aksi halde özgüveni zedelenebilir. Unutmayın ki, dil gelişimi de çocuğun kendine olan güvenini pekiştirmektedir. Çocuğunuz kendisini ifade etmeye çalışırken onu gerçek anlamda dinleyin ve onu dinlediğinizi ona hissettirin. Çocuğunuzla bol bol konuşun, bebekken ona nasıl masallar anlattıysanız şimdi de sohbet etmek için zaman ayırın. Ona kitap okuyun. Özellikle uykuya dalarken okunan kitapların çocukları rahatlattığını ve gerginliklerini atmalarına olanak sağladığını biliyoruz.
Çocuğun dil gelişimini mutlaka destekleyin, çünkü bu onun yaşamı boyunca kendisini ifade etmesinde, sağlıklı iletişim kurmasında çok büyük rol oynayacaktır. Kendisini doğru ifade etmeyi, karşı taraftan gelen ifadeleri doğru algılamayı, çevresiyle rahat iletişim kurabilmeyi sizinle kurduğu iletişim sayesinde yapabilecektir.
Susturulmuş, düşüncelerine önem verilmemiş, söz hakkı tanınmamış, sürekli eleştirilmiş çocukların iletişim becerisi geliştiremediğini ve kişilik yapılarında sorunlar olduğunu biliyoruz. İlgilenilmeyen çocuklarda kendini ifadede zorluk, konuşmayı reddetme, psikolojik kökenli kekemelik, içe kapanma gibi davranış bozuklukları gözlemlenmektedir. Bu davranış bozukluklarının aile tarafından zamanında anlaşılması ve çözüm yoluna gidilmesi, çocuğun dış dünyaya dönmesine ve kendisini sağlıklı ifade etmesine yardımcı olur.
Çocuk kendisini ifade etmeye çalışırken, duygu ve düşüncelerini sizinle paylaşmaya çaba gösterirken onun duygusal mesajlarını gözden kaçırmamak ve bu mesajları doğru okumak çocuğun kişilik gelişiminde büyük önem taşıyor. Çocuk size herhangi bir olumsuz duygusunu açtığında hemen tepki göstermeyin, o duyguya neden olan etkeni bulmaya çalışın. Örneğin çocuğunuz ödevini yapmak istemediğini söylüyor, ona he-f men kızacağınıza, ödevini yapmak istememesinin altında yatan duyguyu öğrenmeye çalışın. Çocuğun bu duygusunu açığa çıkarmasına yardımcı olun.
Çocuk:"Ödevimi yapmak istemiyorum."
Annenin Tepkisi:"Hayır, ödevini yapacaksın, bitireceksin." Annenin çocuğu algısı: "Tembel! Oyun olsa oynar ama..."
Çocuk:"Yapmayacağım, işte"
Annenin duygusu: Öfke.
Sonuç:Anne ve çocuk arasında çatışma (tartışma) başlar ve iletişim kopar.Anne, çocuğun duygusal mesajını okuyamamıştır.
Şimdi de çocuğun duygusal mesajını doğru okuyan anne örneğine bakalım.
Çocuk:"Ödevimi yapmak istemiyorum." Annenin tepkisi: "Ödevini yapmak istemiyorsun. Bunun nedenini benimle paylaşabilirsin. Gel konuşalım."
Annenin çocuğu algısı:"Kendisine sorun ettiği bir şey var. Mutlu değil."
Çocuk:"Tamam, konuşalım."
Sonuç:Anne çocuğun duygusal mesajım doğru okumuştur. Çocuk mutsuzdur. Mesaj budur. Çocuğun herhangi bir nedenden dolayı sıkıntısı vardır. Anne-çocuk arasında sağlıklı bir iletişim kurulur ve anne çocuğunu sıkan nedeni çocuğuyla konuşarak öğrenir.
Çocukla iletişim kurarak her türlü sorunu çözebilirsiniz. Burada sihirli sözcük "iletişim" dir. Ancak bunu çocukla çok küçük yaşlardan itibaren paylaşmalısınız. Çoğu kez aileler çocuklarıyla, çocuk belli bir yaşa gelene kadar doğru dürüst konuşmaz, onu dinlemez, konuşmasına ve kendisini ifadesine de fırsat tanımaz. Çocuk büyüyüp de ergenlik dönemine girdiğinde ona yaklaşmaya, onunla iletişim kurmaya çalışır ve elbette başarılı olamaz.
Bu süreçte en çok duyduğum söz şu oluyor: "Çocuğumla aynen sizin dediğiniz gibi iletişim kurmaya, konuşmaya çalışıyorum. Ona ters davranmıyor ve bir sorunu olduğunda benimle konuşabileceğini söylüyorum ama bir türlü olmuyor. Sürekli kavga ediyoruz ve birbirimizle iletişim kuramıyoruz. Ama inanın, kitaplarda okuduğum her öneriyi ya da öğrendiğim her yaklaşımı deniyorum."
Evet, bu anne-babalar gerçekten de çaba gösteriyor ama çocuklarına ulaşamıyor. Neden, biliyor musunuz? Çünkü geç kalmış oluyorlar. Bu iletişimi çocuk daha çok küçükken kurmaları gerekir, 15 yaşına geldiği zaman değil. Sorun bu noktadan kaynaklanıyor.
Yaşam hiçbir şeyi beklemiyor. Zaman ertelenen hiçbir şeyi affetmiyor. Çocuk yetiştirirken geriye dönüp sil baştan yapma Şansımız da yok. Anne için geçmiş ya da gelecek yok, şimdi varken işte bunu ifade etmeye çalışıyorum. Çocuğunuzla ertelediğiniz her şey için geç kalınmıştır. Artık onu 3 yaşına döndürüp,başucunda kitap okuyamazsınız ya da 6 yaşına geri dönüp düşüncelerini dikkatle dinleyemezsiniz. Geçmiş artık kaçmıştır. Çocuğunuz için geleceğe pek çok yatırım yapabilirsiniz. Onun adına bankalarda para biriktirip, ona sağlık sigortaları yaptırıp, en iyi okullarda okutarak geleceğini garantiye almış gibi hissedebilirsiniz, ama bunlar onun kişiliğine bir katkıda bulunmaz. Çocuğunuz ve sizin için şimdi önemli. Şimdi ona sarılabilir, şimdi onu dinleyebilir, şimdi onu öpebilir, şimdi onu anlayabilirsiniz. Asla yarın değil, şimdi.
Çocuğunuzun Psikososyal Gelişimini Biliyor musunuz?
Her anne-baba çocuğunun çevreyle uyumlu bir birey olmasını ister. Kendisini doğru değerlendirebilen, duygularını doğru anlamlandıran ve bu çerçevede çevresiyle uyum içinde olan çocuklar yetiştirmektir, anne-babanın hedefi ve hayali. Psikososyal gelişim diye adlandırdığımız bu kendini gerçekleştirme ve çevreye uyum süreci, çocuk daha çok küçük yaşlarda iken başlar. Çocuk bebeklik döneminde başlattığı refleksleriyle kurduğu iletişimi motor gelişimi, yani hareketleriyle çoğaltırken, duyularıyla geliştirir, bilişsel gelişimiyle arttırır ve dil gelişimiyle de zenginleştirir. Bütün bu gelişim süreçlerinde çocuk, kendi dünyasını ve çevresini algılamaya ve anlamaya çaba gösterir. Her çocuk sosyal gelişiminin içinde kişiliğine bulunan olumlu katkılardan faydalanmaya çalışır.
Çocuk sizi etkiler ve başkalarını da bu etki alanı içine alır. Çocuk sizden etkilendiği gibi, başka insanların da etki alanına girer. Çocuk büyüdükçe kendi iç zenginliği de artar ve çevreye´ daha çok açılmaya başlar. Kısacası çocuk küçük bir sosyal varlık olma yolundadır artık. Onun dünyasında bugüne kadar sadece anne-babası olarak siz varken, artık kendi dünyasının dışında da bir dünya olduğunu ve o dünyada başkalarının da olduğunu keşfetmeye başlar.
Çocuk bir başka önemli keşfi daha gerçekleştirir: Paylaşım.! Başka insanlarla duygu-düşünce ve hatta eşyalarını paylaşabileceğini fark eder. İşte bu noktada anne olmanın değerli becerisi yine devrededir, çünkü çocuğunuzun sizinle paylaşımları ve sizin çocuğunuzla paylaşımlarınız onun psikososyal gelişimini destekleyecek en önemli faktörlerin başında gelir. Siz ne kadar onun duygularını paylaşır, o küçük ama dahiyane düşüncelerini dinlerseniz, kısacası onun duygu ve düşüncelerini paylaşırsanız onun psikososyal gelişimine o kadar destek olmuş olursunuz. Bu sayede çocuk kendisini doğru ifade etmeyi öğrenerek deneyimleyecek, düşüncelerinin değerli olduğunu hissedecek, kendisine güvenini geliştirecek ve başka insanlarla sağlıklı iletişimler kurmanın temelini atmış olacaktır. İşte bu nedenle onu dinleyin, ona anlatın ve paylaşın.
Çocuğun psiko-sosyal gelişimine bir diğer katkı da, aşırı koruyucu anne olmamaktan geçiyor. Kimi anne çocuğunu kreşte, parkta, okulda onu korumak adına o kadar izole eder ki, çocuğun yaşıtlarıyla beraber olmasına olanak tanımaz. Çocuğunu parkta başka çocuklarla oynatmayan anne, çocuğunu kreş arkadaşlarıyla kreş dışında görüştürmeyen anne, çocuğunu okul arkadaşlarıyla görüştürmeyen anne, aslında çocuğuna iyilik değil, kötülük yapıyordur. "Dünyada pek çok kötülük var,onu korumalıyım" dan yola çıkarsanız hata yaparsınız. Elbette çocuğunuzu olumsuz şartlardan korumalısınız, ama bunu yaparken onun psîko-sosyal gelişimini olumsuz yönde etkilemek, onu korkak bir çocuk olarak yetiştirmek, onun kendisine olan güvenini geliştirmesine izin vermemek son derece hatalı bir tutum değil mi?
Psiko-sosyal gelişim sürecinde çocuk yeni insanları tanımaya çalışacak, onlarla etkileşime girecek, onlardan etkilendiği gibi onları da etkileyecektir. Bu süreçte çocuk kendisi için yeni o an sosyal ortamında kendini de yeniden değerlendirmeye alacaktır. Karanlıktan korkan ya da hayvanları seven çocuklarla,girişimci ya da pasif çocuklarla, öfkeli ya da sakin çocuklarla, bencil ya da paylaşımcı çocuklarla kendisini kıyaslayacak ve kendini tanıma anlamında yepyeni bir aşamaya girecektir. Bu; nedenle çocuğun sosyal gelişimini, psiko-sosyal gelişim olarak, ele alıyor ve değerlendiriyoruz. Çocuk sosyal gelişim sürecinde, iç dünyasını ayrı bir tarafa koyarak hareket edemez. Sosyal gelişimi sırasında duyguları, algısı, duygusal değerlendirmeleri daima var olacaktır. Çocuk bu psiko-sosyal gelişim sürecinde,kendisini toplumda istediği yere getirme gibi bir amaca yönelecektir. Çocuğun bu amacına ulaşması için de sizin desteğinize, gereksinimi oldukça fazladır.
Psiko-sosyal gelişim çocuğun yaşamdaki yerini belirleyecektir. Girişimci ya da suya sabuna dokunmayan, aktif ya da pasif, haklarını arayan ya da boyun eğen, yenilikler peşinde koşan ya da durağan, oluşturan ya da olanı kabul eden, değişimlere açık ya da olanla yetinen, sorunlara çözüm üreten ya da sorunlarının içinde yitip giden, başarılı ya da başarısız insan olma rollerini; bu süreç daha da belirleyecektir. Evin koruyucu atmosferinden çıkamayan ve sürekli ´´Sen yapamazsın, sen bilmezsin" yaklaşımıyla büyütülen çocukların yeni bir gruba girdiğinde şaşkına döndüğünü biliyoruz. Özellikle kreş ya da okul yaşantısına yeni başlayan çocuğun, bu yeni yaşantıya uyum göstermekte ne kadar zorlandığını gözlemleyebiliyoruz. Çocuk için bu yeni ortamda, kendini koruyan ve kendi yerine kararlar alan anne-babası yoktur. Oysa diğer çocuklar daha rahattır. Siz de çocuğunuzun uyum zorluğu çeken çocuklardan olmasını istemiyorsanız, ki hiçbir anne-baba istemez, o halde davranışlarınıza ve çocuğunuza olan yaklaşımlarınıza oldukça dikkat etmelisiniz.
Çocuk çevresiyle etkileşime girdiği andan itibaren, yaşamdaki bazı rolleri de öğrenmeye başlayacaktır. En başta da kendisine ait rollerini fark edecektir. Artık sadece sizin çocuğunuz olmadığını, aynı zamanda öğretmenin öğrencisi olduğunu, yaşıtlarının arkadaşı olduğunu ve bir topluma ait olduğunu fark edecektir. Bunların yanı sıra çocuk sizin de sadece anne-baba rollerinizin olmadığını, anne-baba olmaktan başka toplumsal rollerinizin de olduğunu anlamaya başlayacaktır. Sizin sadece onun annesi olmadığınızı, aynı zamanda arkadaş, iş kadını, komşu vb. gibi toplumsal rollerinizin de olduğunu algılamaya başlayacaktır. Tabiî aynı durumun babası için de geçerli olduğunu anlayacaktır.
Bilmelisiniz ki, çocuğun psiko-sosyal gelişimi uzun bir süreçtir. Başlangıcı bellidir ama sonu yoktur. Hepimiz yaşam boyu bu süreci gerçekleştiriyoruz; kimimiz zorlanıyor kimimiz ise başarıyla kendimizi geliştirme yolunda ilerliyoruz. Toplumda var olan rollerimize yenilerini eklemeye ve bu rollerin hakkını vermeye çalışıyoruz. Öğretmenken müdür yardımcısı ve müdürlük rollerine yatırım yapıyoruz, bankada memurken banka müdürlüğü rolünü hedefliyoruz, anneyken arkadaşlık, arkadaşken iyi bir sırdaş-dost rollerini hedefliyoruz. Çocuklarımızın da bu aşamalara geleceğini unutmayarak, psikososyal gelişimlerinde onlara destek olmalıyız.
Çocuğun psikososyal gelişimini desteklemek
Hem anne olmayı öğrenmek, hata yapmamaya çalışmak, hata yapma kaygısını hep yüreğinde taşımak, hem de çocuğun gelişim süreçlerine olduğu gibi psiko-sosyal gelişimine de olmak size yoğun bir sorumluluk gibi gelebilir. Kesinlikte haklısınız.
Meslek hayatım boyunca, terapi odasına girip de "Sanırım, iyi bir anne olamayacağım" diye ağlayan ya da telefonun diğer "tikim hanım, sanırım ben bu işi beceremiyorum" diye feryat eden annelere çok rastladım, hâlâ rastlıyorum.
Gerçekten de kolay bir uğraş değil anne olmak. Hele eşinizle aynı frekansta değilseniz işiniz daha da zor. Ne yazık ki, çoğu kez eşiniz sizinle aynı düşüncede olmayabiliyor. Siz çocuğunuza hoşgörülü yaklaşırken eşiniz bu tutumunuzu abarttığınızı söyleyebiliyor ya da sizin aşırı koruyucu davrandığınızı söyleyerek acımasız eleştirilerde bulunabiliyor. Bu da sizin zihniniz ikarıştırmaya ve yüreğinizi sarsmaya yetiyor.
Ancak doğru bilgi çok önemli. Eşiniz belki doğru söylüyor! belki de yanlış. Sizin eşinize kırılmak ya da gözü kapalı onun önerilerine uymak yerine doğru bilgiye ulaşmanız gerekiyor.Ve eşinizi de bu şekilde yönlendirmenizde fayda var.
Yapılan araştırma sonuçları bize gösteriyor ki, gerek anne-babadan gerekse dış çevreden gelen öğretiler hem çocuğun iç dünyasını hem de onun sosyal gelişimini şekillendiriyor. Bu a-İ şamada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, çocuğun psiko-sosyal gelişiminde anne-baba tutumunun ne kadar etkin olduğu..
Anne-baba olarak çocuğun psiko-sosyal gelişimini geliştirebilir, destekleyebilir ya da engelleyebilirsiniz. Buna karşın çocuğunuz da, psikolojik dünyasında bu desteklere yanıt verir ya da bu engellere tepki gösterir. Çocuğun çevresiyle sağlıklı iletişimler geliştirebilmesi, ruhsal durumuyla çok yakından ilintilidir.
Bir an için bu durumu kendi gerçekliğinize uyarlamaya çalsın. Düşünün ki, bugün moraliniz çok bozuk. Kendinizi oldukça kötü ve özgüveninizi de bir o kadar yetersiz hissediyorsunuz. Hatta bu ruh durumunuz günün başlangıcında olsun.Güne gözlerinizi açtınız ama ruhunuzu bir türlü uyandıramıyorsunuz. İçinizden bir ses "Hadi kalk, uyan" derken, bir başka ve çok güçlü bir ses diyor ki, "O bu günü taşımaya hiç halin yol en iyisi yataktan çıkma." Yorganı başınıza çekip, saatin sizi
e motive etmeye çalışan tiktaklarım duymamaya çalışıyorsunuz ama ne mümkün. Sorumluluklarınız var ve o yataktan çıkmak zorundasınız. Mecburen diğer sese kulak verip, sürünerek yataktan çıkıyor ve günün sizden beklentilerini yerine getirmeye çalıyorsunuz.
Ne kadar zor değil mi, bu duygu durumuyla günü götürmeye çalışmak. Hele kendinize güveniniz epeyce hırpalanmışsa vay halinize! Oysa sosyal bir varlıksınız ve üzerinize düşen sorumluluklarınızı yerine getirmek zorundasınız. Siz bir yetişkin olarak kendinizi bu derece analiz etme yeteneğine ve yetisine sahipsiniz. Yani bu moral bozukluğu durumunuzu kendinize açıklayabiliyor ve o gün için çözüm yolları üretmeye çalışıyorsunuz.
Bir de çocuk olduğunuzu düşünün. Ben her yetişkinin içinde çocuk tarafının da yaşadığına inanıyorum. Varoluşun temel güveninin sahibi ana-babanın duygu evi. Oradan uzaklaşmanın verdiği kaygı ve bu kaygının beraberinde getirdiği o sevimsiz güvensizlik duygusu. O duygunun tadı epeyce acıdır. İnsan destek bekler anne-babasından. İyi sözler duymak ister. Mutlu olmak ister.
İşte çocuğun psiko-sosyal gelişiminde de aynı moral durucu söz konusu. Yeterince mutlu olmayan çocuk, çevresiyle sağlıklı iletişim kuramaz. Kendine güvenmeyen çocuk, bulunduğu Çevreden dışarıya adım atamaz. Takdir edilmemiş ve cezalandırılmış çocuk, herhangi bir ortamda pasif ve ürkek davranır. Arkadaşlarıyla paylaşım oluşturamaz.
Arkadaşlık ilişkileri çocuk için çok büyük önem taşır. Arkadaşları tarafından sevilmek, onlar tarafından aranan arkadaş olarak arkadaşları tarafından düşüncelerine önem verilmesi, arasında popüler olmak her çocuğun hayali ve sosyal ortamda almayı istediği roldür.
Oysa ailesince sosyalleşmesi desteklenmemiş çocukların istekleri sadece hayallerini süslemekle kalır. Üstelik bu çocukla çevrelerinde sevilen çocuklara da düşmanlık, kin, kıskançlık hatta nefret duyguları geliştirebilirler.
17 yaşındaki genç bir danışanım bana insanları sevmediğinden söz etmişti: "İnsanları o kadar sevmiyorum ki, elimde ol onları öldürebilirim" diyen sesi halen kulaklarımdadır. Aşırı koruyucu bir anne ve ilgisiz bir babaya sahip olan bu delikanlı çocukluk yıllarını ne yazık ki annesinin kendisini sürekli engellemeleriyle geçirmişti. "Sokağa çıkma, arkadaşını eve çağır arkadaşına oynamaya gidemezsin" yasaklamalarının arasına doğal olarak özgüvenini geliştirememiş ve sosyal çevresinde ön planda olan çocuklara nefret ve kıskançlık, normal seviyedeki çocuklara da düşmanlık duyguları geliştirmişti. Evin içerisine de çok farklı davranışlar sergilemiyordu. Kendisinden iki ya küçük kız kardeşiyle arkadaş olabilecekken onunla hiç konuşmuyor, okula gidip-gelmenin dışında odasından çıkmıyor hiçbir sosyal faaliyette bulunmuyordu. Anne-babası ve kardeşi dahil, çevresindeki insanlar tarafından asla sevilmediğine inanan bu genç çok doğal olarak kendisini de sevmiyordu. Biri bana "Biliyor musunuz, ben hiç aynaya bakmam ve hiç resin çektirmem" demişti. Ona bu davranışlarının nedenini sorduğumda bana yanıtı şöyle olmuştu: "Çünkü kendimi görmeye tahammülüm yok."
Hayat gerçekten de şairlerin ve filozofların da dediği gibi göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Daha dün karnımızda tekmelerini hissettiğimiz bebeğimiz, bir de bakarız ki bugün gencecik bir insan olarak karşımızda duruyor.Yaşam onu bekliye ve çok da hoşgörülü değil. O güçlü olmak zorunda; özgüvene sahip, kendi sorunlarını fark edebilen ve çözüm yollarını bula bilen bir insan olmak durumunda.O halde zaman kaybetmeden çocuğumuzun psiko-sosyal gelişimine yatırımlar yapmalı,ona güvenmeli ve ona güvendiğimizi de kendisine hissettirmeliyiz.Anne olmak çocuğun sadece karnını doyurmakla bitmiyor,onun duygularını da doyurmak gerekiyor, hem de sevgiyle. Böylece çocuğunuzun kişiliği, özgüvenli, kendisiyle barışık, sevgi dolu, önceliklerini bilen bir yapı içerisinde gelişecektir.
Çocuğun kişilik gelişimine etkide bulunmak
Kişilik kavramı davranış bilimciler tarafından uzun yıllarca araştırılan bir konu olmuştur. İnsanın kişiliği ve kişilik gelişimi üzerine sürekli araştırma yapılmakta. Ancak günümüzde kişiliğe ilişkin pek çok ayrıntı açıklık kazandı. İnsanın kişiliğinde, anne-babasından ve soyundan aldığı genetik şifrelerin, anne-babası tarafından yetiştirilme yönteminin etkilerinin ve çevresel faktörlerin bir bütünlük içerisinde rol aldığını biliyoruz. Çocuğun gelişim dönemlerinin de kişilik gelişimindeki etkileri tartışılmaz. Yani çocuğunuzun motor gelişimi, duyusal gelişimi, bilişsel gelişimi, dil gelişimi ve psiko-sosyal gelişimi onun kişilik gelişimini doğrudan etkileyen süreçler olarak karşımıza çıkıyor.
Her anne-baba çocuğunun güçlü bir kişiliği olsun ister. Ancak yine her anne-babaya göre güçlü kişilik farklı anlamlar taşımaktadır. Anne-babalarla yaptığım bir anketin sonuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Soru şöyle:
"Çocuğunuzun güçlü bir kişiliğe sahip olmasını mutlaka istersiniz. Güçlü kişilik deyince aklınıza gelen nedir?"
Yanıtlar arasında en çok şunlar yer alıyordu:
• Olaylar karşısında yıkılmayan,
• Zorluklarla başa çıkabilen
• Para kazanmayı bilen,
• Gerektiğinde insanlara kızabilen ve hayır diyebilen.
Bu saptamalar elbette doğruydu, ama bunlardan daha önemli bir faktör vardı ki, o olmayınca bunların hiçbiri olmazdı Çocuğun kendisi ile barışık olması ve kendisini sevmesi. Çocuğun kişiliğinin gelişimde en temel faktör olan kendini sevme ve bunun beraberinde getirdiği kendinle barışık olma duygusu anne-babanın oluşturabileceği bir duygu durumu. Anne-baba tarafından sürekli eleştirilen, onaylanmayan, yaptığı olumlu iyi davranışları göz ardı edilen çocukların kendilerine güvenlerinin az olduğunu ve kendilerini sevmediklerini görüyoruz.
Duyguların arasında iki kardeş duygu varmış. Biri olmadan diğeri yaşayamazmış. Tıpkı tek yumurta ikizleri gibi, onlar da bir birini hissederek nefes alırmış. Biri diğerini hissedemediği zaman daha fazla gelişemez ve olurmuş. Birbiri olmadan yaşayamayan bu iki duygudan birinin adı sevgi, diğerininki de güvenmiş.
Sevgi anneden, güven babadan
Arkadaşlarına ya da öğretmenine "En güzel anne benim annem" ya da "En güçlü baba benim babam" demeyen çocuk var mıdır? Kaç çocuk, "Benim annem senin annenden daha güzel", "Benim babam senin babam döver" cümlesini gururla söylememiştir? Çocuğun iç dünyasında güzel anne tanımlaması gi duygusunu, güçlü baba tanımlaması da güven duygusunu simgeler. Daha sonraları en güzel yemek yapan anne, en güze giyinen anne, en hızlı araba kullanan baba, topu en uzağa atan baba, uçurtmayı en yükseğe çıkaran baba gözlemleri çocuğu anne-babasında pekiştirdiği sevgi ve güven duygularının daha geliştirilmiş saptamaları olarak karşımıza çıkar.
Annenin sevgi ve şefkati, babanın gücü ve koruyuculuk çocuğun kişilik gelişimde çok önemli bir rol oynarken, çocuk aynı zamanda bu iki duygunun rehberliğinde hayatı anlamlandırmaya, tanımaya ve bu iki duyguyu kendi kişilinde oluşturup büyütmeye başlar. Tüm bu duygu alışverişi sırasında çocuk sevildiğim ve güvenildiğini de hissetme gereksinimi duyar. Bütün psikolojik rahatsızlıkların temelinde, sevgi ve güven duygusunun eksikliğinin yattığını biliyor muydunuz?
Anne-baba olmanın belki de en çok sorumluluk isteyen yanı, çocuğa sevgi ve güven duygusunu hissettirebilmek. Elbette her anne-baba çocuğunu sever ve onu korur. Peki, o zaman neden bazı çocuklar anne-babası tarafından sevilmediğini ya da az sevildiğini düşünüyor? O halde, neden bazı çocuklar kendisine güvenmiyor? Üstelik bu iki yoğun duygunun eksikliği öylesine büyük hasar oluşturabiliyor ki, yetişkin insanlar olduklarında da bu eksikliğin izlerini taşıyabiliyorlar.
Sevgi sözcükleri ne kadar az kullanılıyor!
Söyleşilerimde dinleyicilere sorarım: "Bugün çocuğuna ´seni çok seviyorum´ diyenler?" Salonda önce derin bir sessizlik olur, sonra yavaşça parmaklar kalkar. O derin sessizliğin anlamı şudur: "Niye bunu soruyor ki? Konumuzla ne ilişkisi var şimdi bu sorunun?"
Genelde bu tip söyleşilere anneler katılır, onların görevi ya çocuğu yetiştirmek! Anneler de zaten bu sorumluluktan yorgun düşmüş ve birkaç püf noktası bilgi edinme peşindeyken, bu kadın şimdi tutmuş "Çocuğunuza bugün ´seni çok seviyorum´ dediniz mi" diye sormaktadır. Çoğu kez parmak kaldıranların sayı kaldırmayanlara göre çok daha az olur. İşte çocuğun gerçeği budur, anne-babasından "Seni seviyorum" cümlesini ve sevgi sözcüklerini çok az duyar. Hatta hiç duymayan çocuklar da
- Bunu yetişkin danışanlarımdan biliyorum. Bireysel psiko-terapi seanslarında annelerinden ya da babalarından hiç "seni seviyorum" cümlesini duymadığını söyleyen öyle çok danışanım var ki. Otuz yaşlarında bir bey babasından nefret ettiğini söylemişti. Onun yüzünü görmek istemediğini, hatta ölse çok sevineceğini ifade etmişti. Ona "Babanı hiç mi sevmiyorsun? diye sorduğumda ise, hiç sevmediğini, zaten babasının da onu sevmediğini, bu yaşına kadar bir kere olsun ona sevdiğini söylemediğini anlatmıştı. Daha sonra bu babayla görüştüğümde oğlunu çok sevdiğini ama erkek çocuğa sevginin belli edilmemesi gerektiğine dair düşüncelerini dile getirmişti. Bir başka anne, çocuklarını çok sevdiğini ancak çocukları onları sevdiğini zaten bildikleri için bunu söylemeye gerek olmadığını ifade etmisti.
Sadece "Seni seviyorum" değil, pek çok sevgi ifadesi ola sözcüğü de kullanmıyoruz.
• bugün ne güzel olmuşsun
• böyle davranmanı çok seviyorum
• giysin sana çok yakışmış
• ne güzel gülüyorsun
• yaptığın resim harika
• odan ne kadar düzenli, bu düzenini çok seviyorum, hep böyle ol
• bu konudaki düşüncelerini takdir ediyorum
• arkadaşların seni ne çok seviyor vb.
Bu türden cümleleri gün içinde kaç kez kullanıyorsunuz?
Çocuğunuz bebekken ona söylediğiniz sevgi sözcükleri daha çok. Sanki büyüdükçe bu sözcüklere ihtiyacı yok, gibi bir düşüncemiz var. Son derece hatalı bir önyargı bu. Oysa çocuk büyüdükçe nasıl daha çok yemeğe, daha çok giysiye ihtiyacı oluyor, aynı zamanda sevildiğini de daha çok duymak istiyor. Duygusal ihtiyaçlar da fiziksel ihtiyaçlar kadar önemlidir ve onlarla paralel işler.
Çocuk belki tembellik ediyor ve odasını toplamıyor, özellikle de ergenlik döneminde çok sık rastlanan bu davranışa annenin tepkileri, çocuğun odasını toplamak ve onu odasını toplamadığı için sürekli eleştirmektir. Akşam baba eve gelince o da aynı tarzı devam ettirir:
- Anneni çok yoruyorsun, koca adam (kız) oldun, hâlâ odanı toplanıyorsun.
Ve diğer eleştiriler:
- Pasaklısın, pissin, dağınıksın, kime çekmişsin acaba, bizim ailede böyle pasaklı biri yok.
Çocuk bu eleştirilerden bıkıp odasını toplamaya kalktığında ise şu tepkilerle karşılaşır:
- Ne beceriksizsin oğlum (kızım), bu oda böyle mi toplanır? Aman istemiyorum bırak bir daha toplama, ben toplarım.
Çocuğu yaptığı ufak-tefek iyi davranışlarda bile motive edin ve onun bu davranışını onayladığınızı sevgi sözcükleri kurarak ifade edin.
Çocuğun düşüncelerini eleştirmek
Çoğu anne-baba, çocuğunun kendileri gibi düşünmesini ister. Çocuk kendileri gibi düşünmüyorsa tepki gösterir ve onu eleştirir. Oysa çocuk eğer küçük yaşlarda ise, düşünsel gelişimini hızlandırmak, ergenlikte ise yeni düşünceler geliştirerek kendisini ortaya koymak, genç ise de sahip olduğu düşüncelerini savunarak kendini geliştirmek ihtiyacındadır. Çocuğu her düşüncesini söylediğinde eleştirmek, aşağılamak, birey yerine Oymamak, anne-babanın yapacağı en büyük hatalardan biridir.
• Yine ne saçmalıyorsun?
• Bu abuk-sabuk düşünceleri de nereden öğrendin?
• Bunları senin kafana kim sokuyor?
• Karşıma geçip de nasıl benimle bu konu hakkında fikir yürütebilirsin, ne biliyorsun ki sen?
gibi yaklaşımlar yerine, ona katılmasanız bile, onunla aynı düşüncede ya da görüşte olmasanız bile, yine de böyle düşünmesinin hoş olduğunu ama bu konu hakkında daha detaylı düşünürse daha iyi olacağını söyleyebilirsiniz. Kuşkusuz, kendisine ve çevresine zarar verebileceği düşünceler dışında. Eğer çocuk kendisine ve çevresine zarar verebilecek nitelikte düşünceler geliştirmiş ise, o zaman yine sohbet tarzında bir yaklaşımla onu bu düşüncelerinden vazgeçirebilirsiniz; eleştirerek, aşağılayarak ya da kızarak değil.
Çocuğun giyimini eleştirmek
Çocukların en çok eleştiri aldıkları konulardan biri de giyimleridir. Okul öncesi çağdaki çocuklar giyinmeyi bilmez, ergenler ise abartılı giyinir. Çok göze çarpan giysiler giyebilecekleri gibi, dağınık ve salaş görünümlü giysiler de giyebilirler. Örneğin şimdilerin bol paçalı ve yerleri süpüren pantolonlarını aileler asla beğenmediği gibi, ´´Ne çirkin oluyorsun bu pantolonla, sana yakıştığını mı düşünüyorsun? Çok komik görünüyorsun. Bu giysilerinle berbat bir görünümün var" şeklindeki duygusal saldırılara çok fazla başvuruyor. Miniklerin anneleri ise, onlarla canhıraş mücadele ederek, üstlerine giydikleri giysileri değiştirmeye çalışıyor. "Böyle parka gidemeyiz. Giydiklerin birbiriyle hiç uyumlu değil, çok çirkin olmuşsun" gibi yaklaşımlar küçük çocuklara itici geldiği gibi, ayrıca ağlayıp tepki göstermelerine neden oluyor.
Hemen hemen her ailede gün içerisinde sıkça yaşanan bu durum karşısında anne-baba da çocuk da günlerini son derece mutsuz geçirebiliyor. Küçük kızınızı ya da oğlunuzu giyim konusunda zorlamayın ve kalbini kırmayın. Ona olumsuz ve örseleyici sözlerle değil, sevgi sözcükleriyle yaklaşın. "Tatlım, seçtiğin giysi harika. Çok güzel olmuşsun. Ama bak, şu kıyafetin sana çok daha fazla yakışıyor. İstersen bir de bunu dene. Bak daha da harika olacaksın" şeklinde yaklaşın ve çocuğunuzun giyim zevkini geliştirmek için giysi dolabını birlikte düzenleyerek, uyumlu olanları onun seçebileceği bir konuma getirin. Uyumsuzluk yapabilecek giysileri de kaldırın.
Çocuğunuz ergenlik dönemindeyse ve sizin hiç hoşlanmadığınız tarzda giysiler giyiyorsa, "Hayatım bu tarz giyimi ben sevmiyorum ama inan çok güzel (yakışıklı) olmuşsun.Ona dikkatle ve sevgi dolu gözlerle bakın; fark edeceksiniz ki, gerçekten çok güzel bir genç kız ya da çok yakışıklı bir delikanlı olma yolunda.
"Ama İlkim hanım, gerçekten çok kötü giyiniyor. Kazağının kolları upuzun, eller hep kazağın içinde, pantolonu deseniz o da felaket, çocuğum gözüme hiç güzel görünmüyor ki? Numara mı yapayım? Zaten hemen anlar" diyorsanız, o halde çocuğunuza bakışınızda bir sorun var demektir. Onu davranışları, kişiliğiyle değil de dış görünümüyle değerlendiriyorsunuz ve sizin istediğiniz gibi giyinmesini istiyorsunuz. Onun kazağına değil gözlerinin içine ve yüreğine bakın. Gerisi, inanın hiç önemli değil. Moda bu, gelir geçer. Asıl ve kalıcı olan, sevgidir. Hiçbir giysi anne-baba ve çocuk arasına girmemeli! Onlara sevginizi koşullu olarak yansıtmayın. Anne olmayı, baba olmayı onunla birlikte öğreniyor olduğunuzu, hatalı davranmış olabileceğinizi ona söylerseniz size inanacaktır. Ondan sevginizi ve sevgi dolu sözcüklerinizi esirgemeyin.
Eleştirirken sevgi dili kullanmak
Çocuğunuzu gerek olumlu davranışlarında onaylarken, gerekse hatalarını göstermeye çalışırken sevgi dilini kullanmama onun kişilik gelişiminde son derece olumlu etkiler oluşturacaktır,Anne-babasının onun doğrularını sevgiyle onayladıklarını dükçe kendisine güveni artacak, eleştirinin dilinin acımasızca değil de sevecenlikle yapıldığını deneyimledikçe, eleştirilere açık ve sürekli kendisini yenileyen bir insan olacaktır.
Çevremizdeki pek çok insan eleştirilere kapalıdır. Bu yüzden de at gözlüğü ile yaşamlarını sürdürür ve asla kendilerini geliştiremez.İşte bu insanlar çocukluk yıllarında anne-babalar tarafından acımasızca eleştirilmiş insanlardır ve hayatlarında eleştiriye tahammülleri yoktur,çünkü eleştiriyi kötü bir yaklaşım, sevgiden uzak bir yaklaşım olarak görürler. "Eşim beni hiç sevmiyor çünkü beni eleştiriyor" demişti bir danışanım. Eleştirilmeyi, sevilmemek olarak algılıyordu.
Hangimiz hatasızız? Siz mükemmel misiniz? Hiç eleştirile çek bir yanınız yok mu? Hep doğru davranışlarda mı bulunursunuz? Hayatınız boyunca aldığınız kararlar hep doğru kararlar mıydı? Her zaman hatasız, en iyi, en doğru, en mükemmel siz mi oldunuz?
Bu soruların gerçekçi yanıtı kocaman bir "hayır´ Yeryüzünde hiçbir insan hatasız ve tümüyle mükemmel değildir. Her insanın hataları, yanlış kararları, olumsuz davranışları, eksik yönleri vardır. Ancak hepimizin kişiliğinde mükemmele yakın bit ya da birden fazla özellik de vardır. Önemli olan hatalarıma görebilmek, onları düzeltmeye çalışmak ve olumlu yönlerimle ön plana çıkarabilmektir.
Biz yetişkinler için tüm bu uğraşlar olağan ve kolay olsa da,J çocuklar için hatalarını görmek, doğruyu oluşturmak ve kendini geliştirmek çok da kolay değildir. Onlara destek olacak birilerine ihtiyaçları vardır. O birileri de anne-babalarıdır.
Çocuğun kişilik gelişiminde, eleştirirken sevgi dilini kullanarak yönlendirme çok önemli. Çocuğun yaşı kaç olursa olsun, yanlışlarını ona sevecenlikle anlatmanızda fayda var. Aksi halde olumsuz ifadeli eleştirileriniz onu örseler ve karşınıza inatçı, size karşı gelen, söz dinlemeyen, âsi bir çocuk çıkıverir.
Birinci kural olarak şunu benimsemelisiniz: Çocuk mutlaka hata ve yanlış yapacak. Unutmayın ki, o büyümekte ve gelişmekte olan bir insan ve sizden kaç yaş küçük! Sizin gibi düşünmesi, olayları sizin gördüğünüz gibi görüp değerlendirmesi, kendisini mükemmel idare etmesi söz konusu değil.
Gelin, şimdi elinize bir kağıt ve kalem alın ve ondan beklentilerinizi sırayla yazın. İkinci olarak, çocuğunuzdan beklentilerinizi gözden geçirmenizi istiyorum. Neler var beklentilerinizde? En´ler ve hiç´ler değil mi? En iyi okuyan, en temiz, en tertipli, en çalışkan, en akıllı, en başarılı, en söz dinleyen ya da hiç ağlamayan, hiç uyumsuz davranışlar göstermeyen, hiç yemek seçmeyen, hiç uykularınızda sizi rahatsız etmeyen, hiç arkadaşlarıyla kavga etmeyen ve bunun gibi en olması gerekenler ve hiç olmaması gerekenlerden oluşan bir listeye sahip olduğunuzu göreceksiniz.
Şimdi de, çocuğun en olmasını istediklerinizde beklentinize yaklaşık davrandığında, onu gün içinde kaç kere olumlu onayladığınızı ve çocuğun hiç olmasını istemediklerinizde gün içerisinde onu nasıl ve kaç kere eleştirdiğinizi saptayın. Çocuğu onayladığınız ve eleştirdiğinizde nasıl cümleler kuruyorsunuz, lütfen bunları yazın.
Çocuğumun onayladığım davranışları:
Örnek: Kendi kendine yemek yer Okuldan gelince hemen dersine oturur.
Çocuğumun onaylamadığım davranışları:
Örnek: Her şeye ağlar. Çok dağınıktır.
Çocuğumu onayladığımı ona hangi cümlelerle söylüyorum?
Örnek: Aferin, çok iyi, harikasın.
Çocuğumu eleştirirken ona neler söylüyorum?
Örnek: Aptalsın, beceriksizsin, kafan çalışmıyor mu?
Şu andan itibaren bir defteriniz olsun. Her gün defterinize şunları not edin:
Bugün çocuğumu kaç kere sevgi sözcükleri kurarak onayladım? Neler söyledim?
Bugün çocuğumu kaç kere acımasızca ve öfkeyle eleştirdim?Neler söyledim?
Bir hafta boyunca bu notları tuttuktan sonra, eleştirilerinizi sevgi diliyle yapmaya başlayın. Çocuğunuz sizin hoşlanmadığınız bir davranışta bulunduğunda, bundan hoşlanmadığınızı ya da onun hatalı davrandığını söyleyeceğiniz zaman, kuracağınız cümleye mutlaka şu sözcüklerden biriyle başlayın ve mutlaka bir diğeriyle bitirin. "Canım, tatlım, bir tanem, aşkım, güzelim vb." Karşılaştırmalı bir örnek verecek olursak;
Beş yaşındaki çocuğunuz yemeğini bir türlü kendisi yiyemiyor, etrafa döküp saçıyor.
Öfkeli-yıkıcı eleştiri:
"Ne beceriksiz çocuksun, bir türlü şu kaşığı nasıl tutacağını öğrenemedin. Bak her yeri mahvettin." Çocuğunuzun duygusu ve düşüncesi: ´Beceriksizim, hiçbir şeyi doğru yapamıyorum.Sevgi dilini kullanarak uyarma: "Tatlım, kaşığı öyle değil de böyle tutsan bir tanem." Çocuğunuzun düşüncesi ve duygusu: ´Başaracağım, mutluyum.
Ergenlik dönemindeki çocuğunuz sürekli müzik dinliyor ve derslerine çok az zaman ayırıyor.
Öfkeli-yıkıcı eleştiri:
"Yine mi müzik dinliyorsun, sen adam olmazsın, karnen yine berbat gelecek´
Çocuğunuzun duygu ve düşüncesi:
´Of, içim sıkılıyor. Zaten bana hiç güvenmez
Sevgi dilini kullanarak uyarma:
"Canım biraz müzik dinlemeye ara versen de derslerine baksan, sonra üzülmeni istemiyorum güzelim."
Çocuğunuzun düşünce ve duygusu:
´Annem haklı ve beni düşünüyor, bundan mutluyum
Eleştirilerinizi sevgi dilini kullanarak yaptığınız zaman çocuğunuzdaki olumlu değişimleri defterinize not edin. Göreceksiniz ki, çok kısa zamanda çocuğunuzla aranızda hem sevgi dolu bir iletişim kurulmuş olacak, hem de o istenmeyen davranışlarını hızla bırakmaya başlayacak.
Biz yetişkinlerde de durum aynı değil mi? Siz kendinizi insanların yanında en çok nasıl rahat ve huzurlu hissedersiniz ve en çok kimlerin düşüncelerine önem verirsiniz? Sizi acımasızca ya da olumsuz bir dille eleştirenlerin yanında mı daha rahatsınız, yoksa sizinle konuşurken sevgi dilini kullanan insanların mı? Yanıtınız elbette ikinci seçenek olacaktır.
- Hiç iyi bir anne değilsin?
Bu size kendinizi nasıl hissettirdi?
- Tatlım, küçük kızınla daha çok zaman geçirsen sanırım ikiniz de daha mutlu olacaksınız.
Ya şimdi kendinizi nasıl hissettiniz? Birincisinde, eminim ki,iç dünyanızda bu cümleye karşı hemen bir direnç gelişti.
- Neden iyi anne olmayayım ki? Hem buna sen nasıl karar verebilirsin?
İkincisinde ise karşı tarafın bu sözleri sizin şu şekilde düşünmenizi sağlayacaktır:
- Gerçekten haklı olabilir. Kızımla daha çok zaman geçirmeliyim.
Yeni oluşturduğunuz defterinizin bir bölümünü de günlük yaşamda çocuğunuza ne kadar sevgi dolu sözcüklerle yaklaştığınıza ayırın. Çok basit olaylardır bunlar. Sabahları uyandığında ona nasıl "Günaydın" diyorsunuz, onunla oyun oynarken ona nasıl cümlelerle yaklaşıyorsunuz, onu okula gönderirken,yemeğe çağırırken, ondan herhangi bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını isterken, akşam yatmasını söylerken, bakın bakalım sevgi dilini ne kadar kullanıyorsunuz?
Gün içinde çocuğuma sevgi dilini ne kadar kullanıyorum?
Güne başlarken;
Günaydın Günaydın canım
Yemeğe çağırırken;
Hadi yemeğe Yemeğe geel! Yemek zamanı tatlım
Herhangi bir istekte bulunurken;
Bana su getirsene Bana su getirir misin güzelim
Akşam yatmasını söylerken;
Hadi artık yatağa Uyku zamanı geldi bir tanem, iyi geceler
Yukarıdaki, örnek bir listedir. Bu örnekler sizin yaşam koşullarınıza göre çok fazla çoğaltılabilir. Bu listenizi siz kendiniz Oluşturup kendi analizinizi yaptığınız zaman, çocuğunuza nasıl yaklaştığınızı çok net göreceksiniz. Sevgi sözcüklerini sık kullanıyorsanız sorun yok, ancak çocuğunuza yaklaşımınız daha çok emir cümlelerinden oluşuyorsa hemen değiştirmeye başlamanızda fayda var.
Bilinçaltı ya da alt bilinç bize yöneltilen yönergeleri kayıt eder ve kendimizi o şekilde hissetmemizi sağlar. Rüyalarımızda bu duygularımız çok net açığa çıkar. 10 yaşındaki bir kız çocuğu rüyasında annesi tarafından boğazının sıkıldığını görmüştü. Arada sırada benzer rüyalar gördüğünü de söylüyordu. Bir başka rüyasında annesi onu karanlık bir odaya kapatıyor, başka bir rüyasında ise annesi onu iplerle bağlıyordu. Annesi ise kızının bu rüyalarına bir anlam veremiyor, kendisini bu şekilde gördüğü için çok üzülüyor, hatta zaman zaman içinden kızına kızdığını ifade ediyordu. Anne kızına hiç sevgi dolu sözcüklerle yaklaşmıyordu. Ona sürekli emir cümleleri kuruyordu: "Üstünü değiş, dersini çalış, telefonla konuşmayı bırak ve hemen kapat" tarzındaki yaklaşımları çocuğun üzerinde öylesine baskı oluşturuyordu ki, bilinçaltı bu baskıları "Annem tarafımdan sevilmiyorum" mesajı olarak alıyor ve bu olumsuz mesaj da rüyalarında açığa çıkıyordu.
Biri tarafından sevildiğimizi nereden biliriz? Sevdiklerimiz tarafından sevilmek ve bu sevginin varlığını kulağımızla duymak isteriz. Anne-babamız tarafından sevildiğimizi,duydukça, sevilen yönlerimiz olduğunu duydukça, biz de kendimizi fark eder ve sevmeye başlarız: "Demek ki, benim şu yönüm çok iyi, 0 halde kendimi seviyorum."
Aşağıdaki algılamalarda hangi çocuk kendisini sever?
Annem-babam beni güzel buluyor.
Annem-babam beni çirkin buluyor. Annem-babam beni akıllı görüyor. Annem-babam bana aptal diyor. Annem-babam beni yetenekli görüyor. Annem-babam beni çok yeteneksiz görüyor. Annem-babam beni becerikli görüyor. Annem-babam benim işe yaramaz olduğumu söylüyor. Annem-babam beni başarılı buluyor. Annem-babam bana başarısız diyor. vb.
Hiç şüphesiz, anne-babası tarafından olumlu yönlerini duyan çocuk kendisini fark etmeye başlar ve kendi olumluluklarından hoşlanarak kendisini sever, kendisine güvenir ve kendisini daha da geliştirir. Anne-babası tarafından olumsuz yönlerini duyan çocuk da kendisini fark etmeye başlar, kendi olumsuzluklarından hoşnut olmayarak, kendisine karşı sevgi değil sevgisizlik besleyerek kendine yabancılaşır ve davranış bozuklukları geliştirir.
O halde yüreğimizde çocuğumuza beslediğimiz o sonsuz sevgimizi ona sevgi sözcükleriyle ulaştıralım.
Çocuğa sevgiyle dokunmak
Babamın bana sarıldığını hiç hatırlamıyorum. Bizim evde kimse kimseye dokunmazdı. Annem bizi babamdan gizli gizli sever, öperdi. Annem çok katı bir kadındı, bir kez olsun beni öptüğünü ya da bana sarıldığını hatırlamam.
Ne acı değil mi? Üstelik hüzün verici. Aynı evi paylaşan anne-baba ve çocukların birbirlerine hiç sarılmadan ya da birbirlerini hiç öpmeden, hayatlarının çok önemli bir bölümünü geçiriyor olmaları inanılmaz gibi görünüyor. Tıpkı sevgi sözcüklerinde olduğu gibi; sarılmak, öpmek anlamında da bebeklere cömert davranıyoruz, ama bebek çocuk olmaya başlayınca bu cömertliğimiz birden cimriliğe dönüşüyor. Çocuk ergen ve genç olduğunda ise, ondan birkaç adım geri duruyoruz.
Günümüz insanı hırslı, günümüz insanı çok çalışıyor, günümüz insanı yorgun. Günümüz anne-babası çocuğuna en iyi imkânları vermek için kendisini hırpalarken, çocuğunu en iyi okullarda okutmak için çılgınlar gibi çalışırken, bilmiyor ki çocuğunun asıl ihtiyacı olan, sevgi ve sevginin gösterilmesi. Çocuğunuz kendisiyle barışık değilse, çocuğunuz sevginizi hissedemiyorsa, öfkeli tepkiler geliştiriyor ve siz bu duruma bir türlü bir anlam veremiyorsanız, "Ona her imkânı sağlıyoruz, en pahalı okullarda okutuyoruz ama bu çocuk hep mutsuz, biz bu işi anlamadık" diyorsanız, çocuğunuz için boşa çalışıyorsunuz demektir. Çünkü çocuk sevgi ister, sevildiğini duymak ister, çocuk ilgi ister, çocuk kendisine zaman ayrılmasını ve paylaşımı ister ve çocuk anne-babası tarafından başı okşansın, şöyle kocaman sarılınsın ve yanakları öpülsün ister.
Davranış bilimciler diyor ki, sarılmak-dokunmak en iyi ilaçtır. Gelişmiş ülkelerde psikiyatrlar reçetelerinde artık ilaçlar, anti-depresanlar yazmıyor. Reçetelerinde ne yazıyor, biliyor musunuz? "Günde üç kere birbirinize sarılın, çocuğunuzu fırsat buldukça öpün´ Bu size ilk bakışta komik gelebilir. Ancak sarılmanın, dokunmanın ve öpmenin insanın vücut kimyası üzerinde son derece olumlu etkileri var ve bu olumlu etkiler de doğrudan psikolojisine, davranışlarına yansıyor.
Biri bize sevgi dolu sarıldığında, elimizi tuttuğunda ya da sevgiyle öptüğünde beynimizde serotonin hormonu (halk arasında mutluluk hormonu diye bilinir) hızla artmaya başlıyor; yani sarılmak, dokunmak, öpmek beynimizin seratonin hormonunu harekete geçiriyor. Bu hormon bizim kendimizi mutlu hissetmemizi, stresten uzaklaşmamızı, gerginliği atıp gevşememizi, kalbimize daha çok oksijen gitmesini, kaslarımızın rahatlamasını, kısaca kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Tabiî içi dünyamızdaki bu iyilik durumu davranışlarımıza da yansıyor,dikkatimizi daha çok toplayabiliyor, sorumluluklarımızı daha rahat yerine getirebiliyor, kendimize daha çok güveniyoruz ve çevremizle iletişimimiz daha sağlıklı oluyor. Üstelik bağışıklık sistemimiz de daha güçlü oluyor ve hastalıklara kolay kolay yakalanmıyoruz. Bütün anti-depresanların içerisinde kimyasal olarak bulunan bu hormon, aslında gün içerisinde bizim sevgi; dolu ilişkilerimizle artışa geçiyor.
Okul çağındaki çocuklar üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları da, dokunmanın-sarılmanın ve öpmenin çocuklar üzerindeki bu mükemmel etkisini açıkça gösteriyor. Anneleri tarafından sadece kuru bir "Güle güle" ile okula gönderilen çocukların dikkatlerinin dağınık olduğu, arkadaşlarıyla iletişimlerin de sorunlar yaşadıkları ve ders notlarının düşük olduğu, yani okul başarılarının düşük olduğu ortaya çıkarken; okula gönderilirken anneleri tarafından sarılıp öpülen çocukların, diğer çocukların aksine, dikkatlerinin dağınık olmadığı, arkadaş ilişkilerinin sağlıklı olduğu ve okul başarılarının yüksek olduğu saptanmış. Yine bebekler üzerinde yapılan bir araştırmada, annesi
tarafından sadece emzirilirken kucağa alınan, çok fazla dokunulmayan, öpülmeyen bebeklerin hastalıklara daha sık yakalandıkları; ancak anneleri tarafından yeterince dokunulan, öpülen bebeklerin sağlıklarının son derece iyi olduğu, hastalıklara karşı dirençli oldukları ortaya çıkmış.
Görüyoruz ki, çocuğa sarılmak, onu kucaklamak, onu öpmek çocuğun hem beden hem zihin hem de ruh sağlığını oldukça olumlu etkiliyor. Çocuğunuz sizin izin vermeyeceğiniz herhangi bir şeyi istediğinde, onun gözlerinin içerisine sevgi ile bakarak, başınızı iki yana "hayır" anlamında sallayıp, onun boyuna inerek ona sarılmanız bile yeterlidir. İnanın bana, kucaklamak bazen sözlerden daha etkilidir. Çünkü insan, bebek olsun çocuk olsun ya da ergen, genç veya yetişkin olsun, sevgiyi üç ifade biçimiyle hissetmek ister. Bunlardan biri söylemektir, ikincisi dokunmak, üçüncüsü de davranışlarla ifade etmek. Bu üç ifade biçiminden biri olmadığı zaman karşı taraf kendisini sevilmiyor, değer verilmiyor ya da az seviliyor, ilgi görmüyor gibi hissedebilir.
Çocuğun kişilik gelişiminde ona sarılmanın, kucaklamanın, elini tutmanın, öpmenin, kısacası tensel temasın büyük etkisi var. Anne-baba ve çocuklar arasında tensel temasın var olduğu ailelerde büyüyen çocuklar kendilerini diğer insanlara göre daha iyi hisseder. Psikolojik rahatsızlıklara yakalanma oranları düşüktür. Fiziksel olarak güçlü, bağışıklık sistemleri kuvvetlidir. Bu çocuklar arkadaşları tarafından sevilen, aranan çocuklar olur. İnsan ilişkilerinde ve iletişim kurmada zorluk çekmez, üstelik başarılıdırlar da. Gerek eğitim, gerekse öğretim hayatlarında istedikleri hedeflere ulaşırlar. Dürüst, kendine güvenli, amaç ve hedeflerini bilen insanlar oldukları gibi, en önemlisi de anne-baba olduklarında çocuklarına olumlu modeller oluşturan kişiler olurlar.
Ancak bazı ailelerde de şöyle bir davranış örüntüsü vardır: Baba otoriterdir ya da baba yoktur. Yani baba modeli çocuğa Çok uzaktır. Bu durumda anne çocuğunu sürekli sarıp sarmalar, onu her fırsatta öper, kucaklar ama bunun dışındaki sevgi ifadelerini yerine getirmez. Bu çocukların, yukarıda ifade ettiğimiz, kişiliği güçlü çocuklar grubuna girmelerini beklememeli ve çocuğa sadece sarılmanın da doğrudan olumlu tepkiler oluşturmayacağını söylemeliyim ki, okuyucularım yanılgıya düşlesin. "Ah, tamam işte! Ben çocuğuma sık sık sarılıyorum ama hiç de bu söyledikleriniz gibi değil, üstelik tam tersi çok da sorunlu bir çocuk" ifadelerini bazen duyuyorum. Bu yüzden önemle yineliyorum ki, çocuğun kişilik gelişimi sevginin üç boyutuyla yaklaşıldığı zaman sağlıklı olarak devam eder. Söylemek, dokunmak ve davranışlarımızla ona olan sevgimizi ona hissettirmek. Bunlardan biri eksik olduğunda sorunlar çıkar.Ne yazık ki, bazı ailelerde bunların hiçbiri yok. Hiç anne-babasından sevgi sözcükleri duymamış, hiç anne-babası tarafından kucaklanmamış ya da sırtı sıvazlanarak, saçı okşanarak sakinleştirilmemiş ve hiç anne-babasından sevgi ve ilgi davranışları görmemiş o kadar çok çocuğumuz var ki.
Eğer siz de bu çocuklardan biriyseniz ve şimdi anne-baba olduysanız bu üç yaklaşım biçimini hemen çocuğunuza ve eşinize karşı hayata geçirin. Bilin ki, hiçbir şey kaybetmez, hatta çok şey kazanırsınız.
Çocuğa sevgiyi davranışlarla göstermek
Bir koca düşünelim, karısına sürekli "Canım, hayatım, her şeyim" sözcüklerini kullanıyor ancak bu sözcükleri davranışlarıyla pekiştirmiyor. Akşamları sürekli eve geç geliyor, esinini hiçbir sorunuyla ilgilenmiyor, ona zaman ayırmıyor. Bu durumda kadının, kocası tarafından sevildiği hissi ne derece güçlü olabilir ki? Çocuklar için de aynı tablo söz konusu. Çocuğunuza sadece sevgi diliyle yaklaşmak değil, ağlayıp üzüldüğünde yal da mutlu olduğunda sadece ona sarılmak değil, aynı zamanda ona ifade ettiğiniz bu sevginizi davranışlarınızla da pekiştirmeniz gerekiyor. Biliyorum, içinizden "Anne olmak ne kadar da zormuş" diyorsunuz ama inanın bana, bu çok içgüdüsel davranışlarla anne olmayı hem daha çabuk hem daha kolay öğrene çek, hem de anne olmanın keyfine varacaksınız, çünkü anne olmak gerçekten de süper keyif verici bir uğraşı.
Her anne yeni doğacak bebeğine ilişkin hayaller kurar: "Onu hep kucaklayacağım, onu çok seveceğim, onu öpüp koklayacağım" sözleri bebek doğduktan ve büyümeye başladıktan sonra "Anne olmak çok zormuş, benim sözümü hiç dinlemiyor, onunla başa çıkamıyorum" şikâyetlerine dönüşür.
Anne olmayı ve anne olmanın sorumluluklarını ne gözünüzde çok büyütün, ne de çok hafife alın. Her ikisi de sizi yanılgılara ve hatalara götürür. "Çocuk bu, kendiliğinden büyüyor işte" demek kadar, "Eyvah, bu çocukla nasıl başa çıkacağım?" demek de sizin hata yapmanıza neden olur. Hayatın her alanında olduğu gibi, annelik alanınızda da dengeleri kurabildiğiniz zaman, inanın bana, bu süreç size hiç de zor ya da zorlayıcı gelmeyecektir, tam aksine oldukça keyifli ve kendinizi geliştirici bir uğraşı olmaya başlayacaktır.
Aile terapisine katılan bir anne bana şunu sormuştu:
- Çocuğumu çok seviyorum. Peki ona olan bu sevgimi davranışlarımla nasıl göstereceğim? Ben gösterdiğime inanıyorum ama görünen o ki, pek de göster emiyorum.
Çocuğunuza olması gereken sevgi dolu davranışlarınızı reçeteleştirecek olursak, bunların çok da zor ve yapılması imkânsız davranışlar olmadığını göreceksiniz, üstelik çok da kolay yaklaşımlar bunlar:
• Çocuğunuzu sabah okula göndermeden önce ona, sevdiği yiyeceklerden oluşan güzel bir kahvaltı hazırlayın. Bu kahvaltıyı bitirip bitirmemesi çok önemli değil. Önemli olan, sizin ona özen gösterdiğinizi hissetmesidir. Sakın ola, "Sana kahvaltı hazırladım ama yemeden gidiyorsun" demeyin!"
• Çalışan bir anneyseniz, çocuğunuzun okuldan dönüş saatinde mutlaka arayın, gününün nasıl geçtiğini içten bir ifadeyle sorun. Bu telefon görüşmesi sadece bir ders ve okul kontrolü amacında asla olmasın. Böyle bir amaca saplanıp kaldıysanız her şeyden önce bu beklentinizi torpilleyin ve en aza indirin; bunu çocuğunuza hissettirmemeye özen gösterin. Ara sıra işten izin alıp, çocuğunuzu evde karşılayın.
• Çalışmıyorsanız, çocuğunuzun okul dönüşünü hoş bir atmosfere dönüştürün. Onu kucaklayın, sevdiği yiyecekleri hazırlayın; iştahsız bir çocuğunuz varsa, mutlaka sevdiği bir ya da birkaç yiyecek vardır, onları çocuğunuza sunun. Komşu gezmelerini ve çarşı-pazarı işleri çocuğunuzun eve dönüş saatine göre ayarlayın ve onu karşılamanın sizin için bir zevk olduğunu ona hissettirecek davranışlarda bulunun.
• Hafta içinde, okul zamanı dersleri bittikten sonra çocuğunuzla (oyun çağındaysa) mutlaka oyun oynayın.! Ergenlik dönemindeyse mutlaka sohbet edin; bu sohbet hayatın içinden herhangi bir konu olabilir ama sizin değil de onun ilgisini çeken bir konuda olmasında fayda var.
• Ona sürprizler hazırlayın. Sevdiği bir demet çiçeği odasına koymak ya da dinlemekten hoşlandığı bir müzik grubunun CD´sini almak gibi. Siz hiç hoşlanmasanız ve hatta nefret ediyor olsanız bile.
• Onun sorun olarak kafasına taktığı konuları onunla paylaşın. Bu konular size çok saçma ve gülünç gelse bile, biraz olsun önemsemeye çalışın, empati kurun, onu anlamaya ve algılamaya özen gösterin. Onu anladığınızı ona mutlaka hissettirin, hem sözlerinizle hem de ona dokunarak (sarılmak, elini tutmak vb.) onunla; empati kurduğunuzu pekiştirin.
• Hafta sonlarında onunla birlikte özel paylaşacağıma zamanlar oluşturun. Çocuğunuz kreş ya da ilkokul çağındaysa, bu özel zamanlar müthiş hoşuna gidecektir. Çocuğunuz ergenlik döneminde ise, hafta sonunu arkadaşlarıyla geçirmeyi tercih edecektir. Bu duruma alınmayın ve sinirlenmeyin. Unutmayın, onun sosyal olmaya ihtiyacı var ve bunu kendi yaşıtlarıyla deneyimleyecek. Bu isteğine saygı duyun, hoşgörülü olun ama ondan size zaman ayırmasını istediğinizi söyleyin. İnanın çok hoşuna gidecektir.
• Odasının duvarları yazılarla doluysa, bir yazı da siz yazın. İçinizden ne geliyorsa! Sadece ´´Seni çok seviyorum" deyip, altına "Annen" ya da "Baban" diye imza atmanız bile yeterli olacaktır.
• Ergenlik dönemindeyse mutlaka ve mutlaka cinsel gelişimiyle ilgili bilgiler verin. Utanmayı bırakın, yeni doğduğunda altını değiştirdiğiniz bebeğinizden şimdi genç oldu diye utanmanızdan daha anlamsız bir durum olamaz. Çocuğunuzun cinsiyetine göre, eşinizle bu görevi paylaşın ve onun kılavuzu, rehberi olun.
• Çocuğunuzu yargılamayın. Unutmayın ki, anne-babaların en büyük hatası, çocuklarına olan önyargıları. Bu önyargılarınızı belirleyin ve onları yok edin.
• Onunla birlikte sinemalara, konserlere, tiyatrolara gidin, aktivitelere katılın. Onun düşüncelerini alın ve onun sizden ayrı bir birey olduğunu ona hissettirin.
• Akşamları yatmadan önce ona mutlaka sarılın ve onu ne çok sevdiğinizi söyleyin.
Bırakın, odası dağınık kalsın!
Anne olmayı öğrenebileceğimiz bir okul yok. Anne olmayı içgüdülerimizden, anne olmayı kendi annemizden ve en önemlisi de anne olmayı çocuğumuzdan öğreniyoruz. Çocuklarımız bize anne olmayı öğreten en iyi öğretmenler. Bu yüzden çocuklarımızı can kulağıyla dinleyelim.
Anne olmak zor zenaat
Kim demiş, kolay diye? Evet, keyif verici ama aynı zamanda da zor. Özellikle de ilk çocukta anneler nasıl davranacaklarını bilemez ve hep deneme-yanılma yoluyla çocuklarını keşfetmeye çalışır. Bu, dünyanın her yerinde böyle olmuştur. Üstelik annelere babalar çocuk yetiştirme konusunda fazla yardımcı olmazlar. "Doğuran sorumluluğu alır" felsefesi erkeklerin zihnine yer etmiştir. Aslında işin ilginç tarafı, bu felsefeyi anneler de bir o kadar benimsemiştir. Annelere kendi annelerinin öğrettiği sorumluluk, toplumun annelere yüklediği sorumluluk, babaların annelere verdiği sorumluluk ve annelerin çocuklarının bakımını ve yetiştirilmesini tekellerine ister istemez almaları, babaların annelerle empati kurmalarını engellemiş durumdadır.
Oysa bu değişmeli, babalar da çocuklarının duygusal yaşamlarında sorumluluk almalı. Belki de bunu istiyorlar ama hem fırsat verilmiyor hem de ne yapacaklarını bilmiyorlar. O halde, şu anda okumakta olduğunuz bu kitabı eşiniz hâlâ okumadıysa, şimdi onu ikna etmenin tam zamanı. Çünkü sırada "Baba Olmak" bölümü var.

BABA OLMAK
Baba olmayı nereden öğreniyoruz?
"Baba olmayı nereden ve nasıl öğreniyoruz, bunu hiç düşündünüz mü? Anne olmanın içgüdüsel, baba olmanın ise sonradan öğrenilen bir davranış olduğunu söylüyorsunuz. Anneler bu konuda daha şanslı, çünkü en azından "içgüdü" gibi bir rehberleri var. Bizim ise, o da yok. O halde biz babalan yargılamanız da haksızlık değil mi?" demişti bir danışanım. Belki siz de bir baba olarak şu anda böyle düşünüyorsunuz. Eh, haksız da değilsiniz. Ancak belki de, çocuğunuzla ilgili sorumlulukların çoğunu eşinize yüklemek gibi bir hata yapıyor olabilirsiniz. Sanırım toplum da sizin baba rolünüzü çok kesin çizgilerle belirliyor. "Baba para kazanır ve çocuğunun ihtiyaçlarını karşılar" düşünce kalıbı o kadar benimsenmiş durumda ki, 2000´li yılların paylaşımcı baba modeli henüz yürürlüğe girmemiş gibi görünüyor. İstisnalar tabiî ki var. Eşi ve çocuklarıyla empati kuran, çocuğuyla sağlıklı iletişimler gerçekleştiren babalar hiç yok değil. Ama ne yazık ki, bu babalar çok azınlıkta. Erkeğe erkek olma sorumluluğu son derece ağır yüklenirken, baba olma sorumluluğu da bir o kadar hafif yükleniyor. Peki, nedir bu baba olma sorumluluğu?
Baba olma sorumluluğu
Erkek, eşinin hamile kaldığını öğrendiğinde müthiş bir gurur duyar. Baba olacaktır ve bu duygu ona müthiş bir haz verir. Bu duygunun altında soyunu devam ettirebilecek olmanın gururu vardır. Doğacak bebeğin kişiliği, duygu dünyası ve nasıl yetiştirileceği ikinci plandadır. Çocuk sahibi olmak isteyen kadın ve erkeklere verdiğim anket formunda "Çocuk sahibi olmak size ne ifade ediyor?" sorusuna erkeklerine yüzde 90´ının verdiği yanıt "soyun devamı" olmuştu. Gerçekten de, kadın hamile kaldığında soyunu devam ettireceği gibi bir gurura kapılmazken, pek çok erkek baba olmanın ilk hazzını bu düşünceyle yaşıyor. Haklısınız ya da haksızsınız diyemeyiz, yanlış hissediyorsunuz hiç diyemeyiz. Sanırım bu da sizin içgüdüsel yanınız. Ancak baba olma sorumluluğu bu değil tabiî ki. Bu doğa ananın sunduğu bir nimet. Baba olma sorumluluğu da tıpkı anne olmanın getirdiği sorumlulukla eşit. Çocuğun bütün gereksinimlerini eşler paylaşmalı.Minik bebeğiniz bu koskocaman dünyaya ve sizin sevimli yuvanıza kendisini yerleştirdiği andan itibaren siz de annesi kadar ondan sorumlusunuz demektir.
Bebeğiniz yeni doğdu...
Kendinizi bambaşka hissediyorsunuz. Artık evde iki kişi değilsiniz. İşten eve dönerken sizi bir değil iki kişi bekliyor. Hem çok mutlusunuz hem de kafanız karmakarışık. Ev kalabalık; Kayınvalide, kayınpeder, durmadan eve gelip giden misafirler... Masraflar da çoğalıyor üstelik hiç kimse sizinle ilgilenmiyor. Herkes eşinizle ve bebekle ilgileniyor ve eşiniz de doğal olarak sizinle eskisi gibi ilgilenmiyor. Belki de en büyük boşluğu bu noktada hissediyorsunuz. Artık işten eve geldiğinizde sizi güler yüzle bekleyen karınızın yerini bebeğini emziren, yorgun, uykusuz, sinirli ve gergin bir kadın almış. Hiç kimse size "Nasılsın?" demiyor. Siz bebeğin ve evin ihtiyaçlarını karşılayan bir robot gibisiniz. Eşinizle baş başa kalmak için fırsat kolluyorsunuz ama boşuna. Eşinizin bebekle ilgilenmekten size ne zamanı, ne de enerjisi kalıyor.
Ama kısa bir süre sonra eve gelen giden azalıyor ve eski huzurunuza kavuştuğunuzu sanıyorsunuz. Oysa ne mümkün! Minik bebeğiniz dur durak bilmeden acıkıyor, altına yapıyor ve ağlıyor. Oysa siz artık huzur istiyorsunuz. Eşinizin güler yüzünü, ilgisini ve şefkatini beklerken onun her geçen gün daha da gerginleştiğini görüyorsunuz. "Acaba bu bebek için daha zamanı değil miydi?" diye içinizden geçirdiğiniz bile oluyor. Eşinizle geçirdiğiniz romantik geceler geride kalmış ve siz o atmosferi yakalayamamanın huzursuzluğunu yaşıyorsunuz.
Artık siz bir babasınız ama bunun anlamını da pek fark edemiyor ve aslında yaşamıyorsunuz da. Bebek ya acıkıyor, ya altına yapıyor ya da ağlıyor. Uyuduğu zamanlar sınırlı. Hem sanki size ihtiyacı yok gibi de gözüküyor, annesine bağımlı bir hali var. Eşiniz uykusuzluktan ve bebeğe adapte olma çabasından yorgun.
Bu durumda ne yapmalısınız? Elbette, baba olmanın sorumluluklarını almalısınız. Nasıl mı?
Evet, bebeği eşiniz emziriyor ama siz de gazını çıkarma görevini üstlenebilirsiniz. Bu dönemde oldukça yorgun olan eşinizin biraz olsun uyuması için, bebeğiniz uyandığında onu oyalayabilir ve altını değiştirebilirsiniz. Bilmelisiniz ki, eşiniz çok yorucu bir yolculuğu tamamladı, bedenen ve psikolojik olarak çok yorgun. Hem bedeninden apayrı bir beden oluştu ve onu dünyaya getirdi, hem de psikolojik olarak "Ben tüm bunlarla nasıl başa çıkacağım " duygusuyla boğuşuyor.
Eşinizle empati kurmaya çalışıp onu anlama yoluna gidebilirsiniz. Eşiniz bu dönemde çok sinirli olabilir; hoşgörülü olmalı ve her zamankinden daha anlayışlı davranmayı seçmelisiniz.
Bazı kadınlar loğusalık depresyonu diye adlandırdığımız geçici bir psikolojik rahatsızlık yaşar. Loğusalık depresyonu geçiren kadınlar durup dururken ağlar, aşırı gergin olur, yalnız kalmak ister, bebeklerine hemen adapte olamazlar; cinsel istekleri hemen hemen hiç yoktur, eşleri sanki hiç yokmuş gibi davranırlar; sürekli mutsuz ve karamsardırlar.
Sizin eşinizde de böyle bir ruh hali var ise, bir uzmana danışarak, eşinize nasıl davranmanız ve yaklaşmanız konusunda; bilgi almanız faydalı olacaktır.
Sadece bebeğinizin yeni doğduğu günlerde değil, sonraki tüm zamanlarda da hem karınıza eş hem de bebeğinize baba olma sorumluluklarınızı yerine getirmeniz gerekir. Eşinize hoşgörülü davranmalı, mutfak, yemek, ev işleri sorumluluklarını almanın yanı sıra, bebeği kucağınıza almalı, onu oyalamayı ve onun dilini öğrenmeyi keşfetmeniz gerekir. Çünkü babalığınız daha yeni başlıyor. Bebeğinizle sevgi dolu iletişimleri ne kadar erken kurarsanız ileride çocuğunuzla o kadar sağlıklı iletişimleri geliştirirsiniz.
• Bebeğinizi uyurken seyredin. Onun duruşunu, uyurken yaptığı hareketleri zihninize resmedin. Zihninize resmettiğiniz bu görüntüler ileride, o ergenlik dönemini yaşarken size epeyce yardımcı olacaktır.
• Bebeğinizi kucaklayın ve onunla gözle iletişim kurun., İnanın, şimdi kurduğunuz bu gözle iletişim ileride onunla çatışabileceğiniz dönemlerde ikinize de rehberi olacaktır.
• Bebeğinizle konuşun. Ona bir baba olarak duygularınızı anlatın, paylaşın. Bebeğinizin bilinçaltı bu paylaşımları kaydedecektir.
• Nasıl anneler bebeğe ninni söylerse, siz de bebeğinize şarkılar söyleyin; inanın, sizin ona söylediğiniz şarkıları hep hatırlayacaktır.
• Onun o mis kokusunu koklayın ve kulağına şimdiden ´Seni seviyorum" deyin..ve ömür boyunca söylemek üzere... Bundan hiç vazgeçmeyin.
Babalık sorumluluklarınızı yerine getirirken sakın eşinizi ihmal etmeyin. Eşiniz aldığı kiloları hiç sevmiyor ve çıktığı savaştan dolayı çok yorgun. Onun moralini yüksek tutun. Ona sevgi dolu yaklaşın. Sevginizi sözlerinizle ve davranışlarınızla hissettirin. Yüreğiniz ona hep açık olsun ve eşinizi asla ihmal etmeyin. Sizin de sinirleriniz gergin ve siz de büyük olasılıkla yorgunsunuz. Ama düşünün, bu aslında çok keyifli bir süreç. İçsel enerjinizi ve gücünüzü toparlayın. Unutmayın, yaşam hep ileriye gider ve bu ilerlemede siz hiç geri kalmamalısınız.
Çocuğunuz büyüyor...
İşten eve her dönüşünüzde minik bebeğiniz biraz daha farklı. O artık gözle görülür bir biçimde günden güne büyüyor. Bunu hissedebiliyor musunuz? Bebeğiniz sizi her geçen an daha farklı algılıyor ve size ihtiyacı daha da artıyor. Bunu görebiliyor musunuz? Eşiniz size onunla biraz ilgilenmenizi söylediğinde, eşinizin bu isteğini mantıklı mı buluyorsunuz, yoksa küçücük bir çocuğun size ne gibi bir ihtiyacı olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Çocuğunuzla oynuyor ve onunla güzel zamanlar paylaşıyor musunuz; yoksa o annesinin eteğinin dibinde mutfakta dolaşırken, siz de ayaklarınızı uzatmış televizyonda akşam haberlerini mi izliyorsunuz?
Birkaç yıl önce, aile terapisi alan bir babaya çocuğuyla oyun oynamasını, onunla birlikte zaman geçirmesini önermiştim. Beş yaşında bir erkek çocukları vardı ve onu nasıl daha iyi yetiştirebilecekleri konusunda danışmak için gelmişlerdi. Bir sonraki görüşmemizde ona haftayı nasıl geçirdiklerini sorduğumda başta şöyle demişti: "Önerilerinize katılıyorum ama ben oğlumla nasıl ve ne şekilde zaman geçireceğimi ve onunla ne oyunlar oynayacağımı bilemiyorum." Oğluyla yatağın ya da halının üzerinde boğuşması bile yeterliydi!
Çocuklarımıza ilişkin kilitlendiğimiz alanlar aslında çok basit. Her baba çocuğuyla ve her çocuk babasıyla boğuşmak ister. Acaba çocuğumuza nasıl davranacağımız konusunu ve baba olmayı gözümüzde çok mu büyütüyoruz? Çocuğumuz erkek olsun, kız olsun, bizimle halının üzerinde yuvarlanmak ya da komik söyleşiler yapmak ona müthiş haz verir. Neden bunu göremiyoruz. İşten eve dönerken evimizde bizi bekleyen rahat koltuğumuz, sıcak yemekler ve akşam haberlerinden çok daha önemli, çok daha dinlendirici, çok daha keyifli ve çok daha ö nemli olan çocuğumuzu neden göremiyoruz? Bu kendimizi yal da şartları zorlamak değil. Zaten hiç zorlamıyoruz ki?
Çocuğunuz 3 ile 5 yaş dönemi arasındaysa
• Eve gelince onu kucaklayın. Bilin ki, o bütün gün sizii bekledi ve annesine "Babam ne zaman gelecek?" diye! sordu.
• Soyunup giyinirken ondan kaçmayın. Bırakın vücudunuzu görsün. Siz onun sizi gözetlediğini görmezden gelerek giysilerinizi değiştirin. Bilin ki, sizin bedeninizin özelliklerini çok merak ediyor.
• Zaman zaman çocuğunuzu siz yıkayın. Bu sadece annesinin görevi değil. Üzerinize bir mayo giyerek kızınız ya da oğlunuzla birlikte yıkanmak hem ona hem de size keyifli zamanlar yaşatacaktır.
• Hafta içi işten eve geldiğinizde ona mutlaka yarım saatinizi ayırın. Onun sevdiği oyunları kendinizi vererek oynayın. Ve bu oyunlarda gerçekten eğlenin.
• Uyku saatlerini eşinizle paylaşın. Bir gece eşiniz, bir gece de siz çocuğunuzu yatağına yatırın ve ona masallar anlatın. Masal anlatmayı beceremiyorsanız masal kitapları okuyun. Ve uyuduğundan emin oluncaya kadar odasından ayrılmayın.
• Çocuğunuzu çocuk tiyatrolarına, çocuk parklarına götürün. Unutmayın ki, bu sadece annesinin görevi değil. Onun sadece annesine değil, size de ihtiyacı var.
• Ona onu ne çok sevdiğinizi sık sık söyleyin. Göreceksiniz ki, kısa bir süre sonra o da size "Babacığım, seni çok seviyorum" diyecektir.
• Eğer kreşe gidiyorsa zaman zaman onu kreşten alın ve apar topar eve gelmek yerine birlikte hoş gezintiler yapın.
Oidipus kompleksine asla yenilmeyin
Bu bölümde çok kısa olarak oidipus kompleksinden söz etmek istiyorum. Oidipus kompleksi, psikanalizin babası olarak andığımız Sigmund Freud´un teorisi ve günümüzde de halen geçerliliğini korumakta. En basit anlamıyla, kız çocuğunun babasına hayranlık duyduğu ve annesini kendisine rakip olarak gördüğü, erkek çocuğunun da annesine hayranlık duyduğu ve babasını kendisine rakip olarak gördüğü bir bilinçaltı psikolojik dönemi. Bu dönem genellikle dört ile beş yaş çocuklarında kendisini göstermekte ama çocuğun kişilik yapısına, gelişimine ve anne-babasıyla olan iletişimine göre de değişim gösteren bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çocuğunuz kızsa, bu dönemde davranışlarında değişimler olmaya başlayacaktır. Size daha yakın olmak isteyecek, annesinden uzaklaşacaktır. Kız çocuğunun hayatında tanıdığı ilk karşı cins olduğunuz için size ufak kurlar yapacak ve aslında annesinin ne kadar da çirkin olduğunu söyleyecektir. "Babacığım, bu kadınla niye evlendin?" gibi tepkiler verecek, "Büyüyünce, ben seninle evleneceğim" diye tutturduğu zamanlar olacaktır. Bazı minik kızlar babalarını dudaklarından öpmeye çalışır, belki sizin ufaklık da bunu deneyecek ve sizi çok şaşırtacaktır. Dört buçuk yaşındaki kızı tarafından dudaklarından öpülen bir baba şöyle demişti: "İlkim hanım, oldukça kaygılıyım. Acaba kızımda cinsel bir sapkınlık mı var?"
Ayrıca yine bu dönemde kızınız eşinizle sizi bir araya getirmemek için epeyce çaba sarf edecektir. Eğer kanepede el ele oturuyorsanız ya da yolda el ele yürüyorsanız aranıza girerek sizi ayıracak, geceleri yatağınıza gelerek aranıza girip uyuyacaktır. Eşinize sarıldığınızı ya da öptüğünüzü gördüğünde kıyametleri koparacak ve size küsecektir. Bu dönemde babalar ve anneler çocuklarının bu davranışlarından kaygılanır, bir anlam veremezler ve nasıl davranacaklarını da şaşırırlar. Genelde seçilen davranış biçimi ise, çocuğun isteklerine uymak ve onun yanında asla sarmaş dolaş ya da el ele olmamaktır. Oysa, bir baba olarak bunun tam tersini yapmalısınız, ki kızınız bu psikolojik ; dönemi rahat ve sağlıklı atlatabilsin.
Eşinize bol bol sarılın, ona sevgi sözcükleri söyleyin. Kızınız ı ağladığı ya da hırçınlaştığı zaman, "Ben anneni çok seviyorum. O.benim eşim. Sen de benim kızımsın. Seni de çok seviyorum" deyin. Annesini ne kadar çok sevdiğinizi, annesini ne kadar becerikli ve güzel bulduğunuzu kızınıza söyleyin, ki o da bir süre sonra sizin gözünüze girmek için annesiyle özdeşleşmeye başlasın. Kız çocukları, kendilerini de rahatsız eden ve sıkıntıya sokan J bu psikolojik dönemden anneleriyle özdeşleşerek çıkar. Bakar ki babası annesini çok seviyor, o halde kendisi de annesi gibi olma ki babası onu da çok sevsin. Bu duygu durumuna kız çocuğun anneyle özdeşleşmesi diyoruz. Kız çocuk annesiyle özdeşleştikten sonra hem kendisi hem de anne-baba rahatlar. Bu dönemde annelerin de küçük kızlarına anlayışlı olmaları, "Anne ne kadar çirkinsin" gibi sözlerine aldırış etmemeleri gerekir. Aksi halde ciddi
bir çatışmaya girerler ve anneyle olan bu çatışma kız çocuğunun ergenlik döneminde ciddi boyutlara varabilir.
Sizin de minik kızınız sizi dudaklarınızdan öpmeye çalışıyorsa ona "Anne-babalar, kan-kocalar dudaktan öpüşürler. Sen ve ben yanaktan öpüşmeliyiz" gibi açıklamalarda bulunun. Bu açıklamaları asla eşinize yaptırmayın. Zaten annesine tepkili olduğu bu dönemde annesinden "Babanı dudağından öpmemelisin" yönergeleri annesine daha da tepki geliştirmesine neden olur. Ve bu dönemde kızınıza onu ne çok sevdiğinizi, ne kadar güzel olduğunu söylemeyi de ihmal etmemenizde fayda var. Çünkü onun sizden bu güzel sözleri duymaya ihtiyacı var.
Çocuğunuz erkekse, sanki birden size rakip olmaya başladığını hissedeceksiniz. Küçük oğlunuz artık siz eve geldiğinizde size pek fazla yüz vermeyecek; hatta bazı erkek çocukları babalarına "Neden geldin?" gibi tepkiler de verebiliyor. Oğlunuz sizinle zıtlaşacak, söylediğiniz hiçbir şeyi yapmayacak ve aynı kızlarda olduğu gibi, o da sizinle eşiniz arasına girmeye çalışacaktır. Annesini dudağından öpmek isteyen erkek çocukları çoktur ve "Anne, beni bekle, büyüyünce seninle evleneceğim" diyen minik erkek çocukları da çoğunluktadır. Bu durum genellikle babaları kızdırır. Ancak çocuğunuzun bu psikolojik dönemi sağlıklı aşabilmesi için sizin hoşgörünüze ihtiyacı var. Annesi sizi bol bol övmeli, onu da çok sevdiğini söylemeli. Siz de oğlunuzdan uzaklaşmak yerine onunla daha çok zaman geçirmeye özen gösterirseniz oğlunuz bir süre sonra sizinle özdeşleşecek ve artık sizin gibi olmaya çalışarak, sizi kendisine model alarak bu dönemi bitirecektir. Ne zaman ki sizin gibi bacak bacak üstüne atmaya çalışıyor ya da siz tıraş olurken banyoda yanınızda durup sizi izliyor ve ben de tıraş olacağım diyor, bilin ki artık minik oğlunuz sizi örnek almaya başlamış ve sizinle çekişmesi bitiyor demektir. Bu ne anlama geliyor? Bu, ergenlik döneminde sizinle olan çatışma-´arının da hafif geçeceği anlamına geliyor.
Her çocuğun yaşadığı işte böyle bir dönem var. Adına fallik dönem diyoruz. Cinsel kimliğin pekiştirildiği ve çocuğun, kendi cinsinden olan ebeveynini önce rakip gördüğü, sonra da model aldığı bir dönem. Kimi çocuk bunu çok hafif yaşar, anne-babâ anlamaz bile; kimi çocuk ise bu dönemi çok şiddetli yaşar, anne-baba ne yapacağını şaşırır. Ama siz bir baba olarak artık ne yapmanız gerektiğini çok iyi biliyor ve Oidipus kompleksine! asla yenilmiyorsunuz!
Çocuğunuz ilkokula başlıyor...
Gördüğünüz gibi, sorumluluktan kaçış yok. Baba olarak aslında ne kadar da çok sorumluluğunuz varmış değil mi? Çocuğu ilkokula başlayan babaların çoğu kendilerini biraz rahatlamış hisseder; ne de olsa çocuk artık büyümüş ve ilkokul çağına gelmiştir, bundan sonra her şey biraz daha rahat olacaktır, çc cuk artık söz dinliyor, doğru ve yanlışı daha net görebiliyordur Bundan sonra tek bir sorun vardır: Ders çalışması. Eh, o göre de nasılsa annesi üstlenecektir. Ama babalar bu noktada da yanılmaktadır. Çünkü çocuğun eğitim hayatından ve başarılı olup olmamasından yalnızca annesi sorumlu değildir. Böyle bir şey de olamaz zaten. Çocuğun okumayı öğrenmesi, ders çalışma sorumluluğunu edinmesi ve başarılı bir öğrenci olması hem annenin hem de babanın katkısıyla olur. Ayrıca aile içerisinde huzurlu ortam da çok önemlidir.
Günümüzde babaların ve hatta annelerin de en büyük yanılgısı, çocuklarını iyi ve pahalı okullarda okuttuklarında onlara karşı sorumluluklarını yerine getiriyor olduklarını sanmalarıdır. Son derece hatalı olan bu yaklaşıma sahip olan babalardan daima şu cümleleri duymuşumdur:
- İlkim hanım, ben elimden geleni yapıyor, üzerime düşen sorumlulukları yerine getiriyorum. Oğlumu/kızımı en iyi okullarda okutuyorum. Bunun için de çok çalışıyorum. Daha ne yapayım, gerisini de annesi halletsin.
Günümüzde pek çok kadının da çalışma hayatında olduğunu düşünürsek, o halde annelerin de "Ben çok çalışıyorum, gerisi de babasına kalmış" deme hakları mı doğuyor? Tabiî ki hayır. Hiçbir anne ve babanın, çocuğunun sorumluluğunu sadece maddi olarak algılama gibi bir olasılığı yoktur. Hiçbir anne-baba çocuğuna yaptığı maddi yatırımlardan dolayı, ona olan sorumluluğunun hepsini yerine getirdiğini düşünmemelidir.
Geçtiğimiz aylarda psikoterapi seanslarına katılan üniversite öğrencisi bir gencin en büyük sorunu ve babasıyla çatışmalar yaşamasının nedeni buydu. Bu genç, anaokulundan beri özel okullarda okumuştu ve şu anda okuduğu üniversite özel bir üniversiteydi. Babasıyla aralarında çıkan en ufak bir tartışma bile, babasının onun için yıllardır ne çok çalıştığı, onu özel okullarda okutmak için hayatını feda ettiği hakkındaydı. Babasının yıllardan beri bitip tükenmek bilmeyen bu yaklaşımı ise genci çileden çıkarıyordu. En son çıkan kavgaları yine aynı nedenden olmuş ve genç, babasının üzerine yürümüştü. Babayla olan konuşmalarımda ben de aynı sözleri duydum. Kendisinin çok fedakâr bir baba olduğunu defalarca yineleyip durmuştu. Bu baba fedakârlığı ve sorumluluğu pek çok baba gibi maddi olanaklar olarak algılıyordu.
Hiç şüphesiz bu babalar çocuklarını çok seviyorlar ve onlar için gerçekten de fedakârlık yapıyor ve onların eğitim masraflarıyla ilgili sorumlulukları alıyorlar. Yanıldıkları nokta; sorumluluğu sadece çocuğu okutmak olarak görmeleri. Oysa çocuğun duygusal yaşantısıyla ilgilenmek, kişilik gelişimine katkıda bulunmak ve bu sonsuz gelişim sürecinde onu desteklemek, fiziksel ve cinsel gelişimiyle ilgili konularda onu bilgilendirmek, arkadaşlarını tanımak ve sosyal ilişkilerinde onu hem destekle-hem de kontrol etmek, diğer ebeveyniyle ilgili sorunları varsa dinlemek ve çözüm üretmesi için yol göstermek ve bunun gibi daha sayısız konuda çocuğu desteklemek bir babanın sorumlulukları arasında her zaman yer almalıdır.
Çocuğunuz ilkokula başlarken doğal olarak kaygılı ve ürkektir. Ona eşinizle birlikte konuşarak, okul hayatının ayrıntılarını anlatarak, okul başlamadan önce kayıt yaptırdığınız okula götürüp okulu gezdirerek destek olmalısınız. Derslerini kontrol etmeli, ders çalışma disiplinini eşinizle birlikte ona vermelisiniz. Okul ve dersler konusunda bütün yükü eşinize yüklememeli ve paylaşmalısınız.
Babaların, çocuğun okuluyla ilgili sorumluluk almadıkları;; çok önemli bir alan daha vardır: Veli toplantıları. Sanki veli toplantılarına katılmak sadece annelerin göreviymiş gibi algılanır.Çocuk büyüdükçe ve derslerinde sorun çıktıkça, babalar olaya el koymak adına çocuklarının okuluna giderler. Yani biraz iş işten geçtiğinde!
Çocuğunuz, okulu ve dersleriyle en az annesi kadar ilgilendiğinizi bilmelidir. İlginizi ve desteğinizi yüreğinde hissetmeli ve bu güvenin verdiği özgüvenle eğitim hayatına devam etmelidir.
Çocuğunuz ergenlik döneminde...
İşte en fırtınalı döneme geldiniz: Ergenlik dönemi ya da diğeri adıyla adölesan dönemi. Halk arasında buluğ çağı da denilen bu dönem hem genç hem de anne-baba için çoğu kez hayatın işkenceye döndüğü bir süreç olarak yaşanabiliyor.
Ergenlik döneminin başlangıç yaşı kız çocuklarında 9, erkek çocuklarında 10 diye saptanmıştır. Bu yaşlardan itibaren çocuklarda çeşitli değişimler görülmeye başlar. Eskiye göre daha sinirli olurlar, tertipli ve temizken dağınık ve pasaklı olabilirler, yıkanmayı sevmezler ve "yıkan" sözcüğü onları sinir etmeye yeter. Anne-babalarına karşı çıkarlar, en olmaz ve imkansız düşünceleri sonuna kadar savunur ve tartışırlar, her şeyi kendileri bilir, dünya onların etrafında dönüyor sanırsınız, saç modelleri ve giyim tarzları değişmeye başlar, dinledikleri müziklerde aşırılık ve yüksek volüm ön plandadır, sonsuz bir özgürlük istekleri vardır, kendilerine özel alanlar oluştururlar ve bu özel alanlara anne-babalarının girmesine asla izin vermezler. En ufak müdahelerde bile sert tepkiler gösterebilirler. Odaları ve arkadaşları onların çok özel alanlarının başında gelir. Kızlarda günlük tutma, şiir yazma, arkadaşlarla gizli gizli dakikalarca telefonda konuşma gibi davranışlar ön plana çıkarken, erkeklerde odayı kilitleme, anne-babasının önerilerine karşı çıkma, söz dinlememe, kafa tutma gibi davranışlar dikkat çeker.
Bir baba olarak, çocuğunuzun bu zor döneminde hem ona hem de eşinize destek olmanız gerekir. Sadece kavga ve tartışma anlarında devreye girmeniz yeterli değildir. Kızınız varsa onun, annesiyle bir hayli çatıştığına tanık olacaksınız. Özgürlük duygusu sizi rahatsız edecek; yüz-göz olmamak adına bir kenara çekilecek, kızınızı idare etmek için eşinizi arada tampon gibi kullanmaya çalışacaksınız.
"Söyle şu kıza, eve erken gelsin!" gibi yaklaşımlarda asla bulunmayın. Kızınıza ne iletmek ve ne söylemek istiyorsanız bunu doğrudan yapın ve onunla iletişim kurun. Hoşunuza giden ve gitmeyen davranışlarını ona siz söyleyin, eşinizi arada bırakmayın ve eşinizle her zaman aynı düşüncede ve kararlılıkta olmaya özen gösterin. Kızınızın artık o eski küçük kızınız formatından çıktığını ya da çıkıyor olduğunu kabullenin ve ona çocuk değil birey olarak yaklaşın. Annesiyle olan çatışmalarında sorunlarını dinleyin ve paylaşın. Ona hatalarını eleştirerek değil, sohbet ederek anlatmaya çalışın. Bilin ki, eleştirileriniz onun bir kulağından girip diğer kulağından çıkacaktır, ancak sohbet sırasında anlattıklarınız onun zihninde kalacak ve ihtiyacı olduğunda başvuracağı rehberi olacaktır.
Erkek çocuk babasıysanız durumunuz biraz daha zor olacak demektir. Bu dönemde kızların anneleriyle, erkeklerin de babalarıyla ciddi psikolojik ve düşünsel çatışmalara girdiklerini biliyoruz. Oğlunuzun da artık çocuk değil bir genç olduğunu ya da çocukluktan çıkıp genç olmaya başladığı gerçeğini sakın göz ardı etmeyin. Sizin düşüncelerinize artık eskisi kadar önem vermeyebilir ve sizi acımasızca eleştirebilir. Onun bu eleştirilerine f hazırlıklı olun ve onunla asla kişilik savaşına girmeyin. Pek çok baba biliyorum, oğullarıyla kişilik savaşına girip bu savaştan hiç kazançlı çıkmamıştır. Üstelik aradaki iletişimde de sorunlar l ve kopukluklar oluyor. Oğlunuza içinde bulunduğu dönemle ilgili bilgiler verin. Kendisini nasıl hissedeceği konusunda onu aydınlatın. Bu hislerinin, örneğin asiliğinin, öfkesinin doğal olduğunu, ancak birbirinizi kırmadan bu dönemi aşmanın en sağlıklı yol olduğunu ona anlatırken, aynı zamanda kendi geçmiş deneyimlerinizi de onunla paylaşın. Vücudundaki değişimlerle ilgili onu bilgilendirin ve ona cinsel bilgiler konusunda aydınlatın. Sorularına doğru yanıtlar verin, geçiştirmeyin ve sorunlarında size gelip danışabilmesi ya da sadece paylaşması, anlatması konusunda ona güvence verin. Çevreden yalan yanlış bilgilerle donanacağına, sizden aldığı bilgiler çok daha sağlıklı olacaktır.
"Sanki benim babam bana çok şey mi anlattı? Hiçbir şeyi anlatmadı" diyenlerdenseniz, unutmayın ki, zaman hızla değişiyor ve günümüz gençlerinin kafasını karıştıracak, zihnini bullandıracak ve hatta cinsel sapmalara yönlendirecek çok fazla dış etken var. Kendi ergenliğinizi ve gençliğinizi çocuğunuzla kıyaslamayın. Sizin ergenlik döneminizde evinizde bilgisayar ve internet, dışarıda da internet cafeler var mıydı? Sadece bu bile aradaki farkı görmeniz için yeterli sanırım.
Çocuğunuzun her gelişim döneminde olduğu gibi, şimdi de sorumluluklarınız kaçınılmaz. Çocuğunuza karşı sorumluluklarınızı yük olarak değil de keyifli bir görev ve paylaşım süreci olarak görürseniz hem çocuğunuz hem de siz rahat edersiniz.
• Ona sevginizi her an hissettirin. Bu dönemde de, her dönemde olduğu kadar sizin sevginizi hissetmeye ihtiyacı olduğunu sakın unutmayın.
• Ona güvendiğinizi hissettirin ki, o da kendisini güvenilmeye değer biri olarak görsün ve kendisine güvenini geliştirsin. Her ne kadar dünya kendi merkezlerinde dönüyor gibi davransalar da, bu dönem kendilerine en az güvendikleri dönemdir.
• Onun özel alanlarına saygı duyun ve saygı duyduğunuzu da ona belirtin. Ondan da evdeki kurallara uyması konusunda aynı saygıyı beklediğinizi söyleyin.
• Arada sırada, oğlunuzla/kızınızla baş başa zaman geçirin. Birlikte yemeğe, sinemaya ve yürüyüşlere gidin.
• Düşüncelerini saçma bile olsa dinleyin.
• Hatalarında onu uyarın. Ama bu uyarı asla aşağılama tarzında olmasın.
• Arkadaşlarını tanıyın ve arkadaş ilişkilerim kontrol edin. Kontrol edildiğim ona hissettirin ama bu asla baskı şeklinde bir kontrol olmasın.
• Her ne olursa olsun ona daima destek olacağınızı, başı derde girse bile gelip size ya da annesine danışabileceğini ona söyleyin.
• İhtiyaçlarım önemseyin ve asla küçümsemeyin. Gücünüzün yetmediği durumlarda bahane değil, ona gerçekleri söyleyin.
• Ona sorumluluklar verin. Evinizin bütçesini onunla paylaşın.
• Yetenekleri doğrultusunda (spor, güzel sanatlar vb.) onu destekleyin. Hobilerinin olması için yönlendirin.
• Çok koruyucu, kollayıcı, baskıcı ve çok hoşgörülü de olmayın. Sınırları çizin ve kararlılığınızı bozmayın. Her istediğinin olmayacağını bilmesi, onu hayata hazırlayacaktır. Çünkü hayatta her isteğinin olması söz konusu değil. Ama bunu yaparken onu pasifleştirmeyin ve onunla inatlaşmayın.
• Önemsiz detaylara girip onunla çatışmayın. Bazen bazı davranışlarını görmezden gelin.
• Ve çocuğunuza sevginizi sözlerinizle, davranışlarınızla ve dokunarak ifade etmeyi ihmal etmeyin. Ne kadar büyürse büyüsün, ona onu ne çok sevdiğinizi söyleyin.
• Bir gün eve gelirken kızınıza/oğlunuza ufak sürprizi hediyeler alın. Kızınıza aldığınız bir demet çiçek, oğlunuza aldığınız sevdiği bir dergi, onu çok mutlu edecektir. Ve ona sarılmaktan hiç çekinmeyin, hiç kaçınmayın.
Babalar sevgilerini söylemezler mi?
Beş yaşında sevimli mi sevimli bir kız çocuğu ve ailesiyle terapi çalışmaları sürdürüyordum. Küçük kız neşe dolu, durmadan bıcır bıcır konuşan, sürekli sorular soran, yüzünden gülücükler ve merak ifadesi eksik olmayan, afacan bir çocuktu. Sorun ise, geceleri anne-babasıyla yatmak istemesiydi. Anne-babası çalıştığı için onları çok az gördüğünü , özlediğini ve onlara doyamadığım, bu yüzden de onlarla birlikte uyumak istediğini söylüyordu. Yani bu isteği korktuğundan dolayı değildi.
Sürekli annesine, babasına sarılıp yanaklarına öpücükler konduruyor ve onları çok sevdiğini söylüyordu. Kızı ona her sevdiğini söylediğinde annesi de ona ´´Ben de seni çok seviyorum" diyordu ama babası aynı yanıtı vermiyor, ´´Güzel kızım tatlı kızım" demekle yetiniyordu. Hiç unutmuyorum, bir gün bana "Babalar sevdiklerini söylemezler mi?" diye sormuştu.
Ben de ona "Elbette söylerler" demiştim. "Ama babam hiç söylemiyor ki" derken, cıvıl cıvıl bakan gözleri hüzünle dolmuştu.
Babalar çocuklarına neden sevdiklerini söylemezler? Sanırım burada erkek çocuklarının yetiştiriliş tarzları devreye giriyor. Annelere dikkat edin, kızlarına sevdiklerini söylerler ama oğullarına söylemezler. Çünkü eşleri erkek çocuğuna sevgi gösterisi yapmanın ve sevgiyi söylemenin doğru olmadığını söyler. Bizim toplumumuzun geleneksel inancıdır bu.
Erkek çocuklar sevildiklerini sözel olarak pek duymazlar. "Çok güçlüsün, sen başarırsın" vb. sözler söylenir onlara ama "Oğlum seni çok seviyorum" denmez. Anneler arada sırada söyleseler bile babalar hiç söylemez. Bu şekilde sevgi sözcüklerini duymayan erkek çocukları da baba olduklarında çocuklarına "Seni çooook seviyorum" demezler. Onlar için bu sözcükler çocuğu şımartır, otoritelerini zedeler. Ne yazıktır ki, babalarından bir ömür boyu "Seni seviyorum" cümlesini duymayan insanlar vardır.
Oysa bir çiçeği bile sevgiyle suladığınızda daha çok geliştiğini ve güzelleştiğini görürsünüz. Bu konuda araştırma yapan bilim insanları, çiçeklere sevgi dolu sözcükler söylendiğinde çiçeklerin daha uzun ömürlü olduklarını, sevgi sözcükleri söylenmeden sulanan çiçeklerin ise kısa bir süre sonra solduklarını söylüyor.
Çağımızda davranış bilimciler sevgi enerjisinin ve sevgiyi ifade etme biçiminin son derece önemli olduğunu üstüne basa basa vurguluyorlar. İnsan yaşamında sevginin en son sıralarda yer aldığı günümüzde çocuklarımızı sevgimiz ile kazanacağımızı unutmamalıyız.
Çocuk büyütmek zahmetli bir uğraş. İlgilenmek için zaman, büyütmek ve okul eğitimi için para gerekiyor. Çocuğa "Seni seviyorum" demek için ne zamana ne de paraya ihtiyaç var. Sevgi çok cömert. Söylemek için hiçbir bedel ödemeyeceğiniz bu iki kelimeyi lütfen ondan esirgemeyin.
Baba olmak da zor zenaat
Baba olmak kesinlikle kolay değil. Ama gerçekten baba olmaktan söz ediyorum. Baba olmayı sadece kelime anlamında yaşayanlardan, baba olmayı sadece disiplin aracı olarak görenlerden, baba olmayı gövde gösterisi yapmak sananlardan, baba| olmayı çocuktan uzak durmak olarak görenlerden, baba olmayı bağırıp kızmak zannedenlerden bahsetmiyorum. Çünkü böyle baba olmak kolay.
Gerçek sorumluluklarının farkında olan, bilen, gören ve uygulamaya özen gösteren baba olmak zor. Neresi zor derseniz, uygulaması, hayata geçirmesi zor. Çünkü emek, çaba ve zaman istiyor. Hayatınızın bir bölümünü baba olmaya ayırmanız gerekiyor.
Erkekler baba olmayı, kendi babalarını model alarak öğreniyorlar. Ancak bu hemen değişmeli. Her erkek kendi babasının olumlu modelindeki motifleri almalı ve sonra çocuğunun kişilik yapısına göre kendi baba olma rolünü oluşturmalı.
Çünkü bilmeliyiz ki, hepimiz farklı kişiliklere sahibiz. Bir an için babanızın kişiliğini düşünün, sizin kişiliğinizle aynı mı?Mutlaka benzeşen yönleriniz vardır ama birbirinizden ayrı olan taraflarınız da vardır. Şimdi kendinizi ve çocuğunuzu düşünün, Birbirinizden ne kadar farklısınız değil mi? Hiçbir zaman eski formatlardan yeniler oluşmaz. Babanızla sizin ilişkinizi, çocuğunuzla ilişkinize formatlayamazsınız.
Dediğim gibi, baba olmaya zaman ayırmanız gerekiyor. Hayatınızın bir bölümünü, ömür boyu baba olmaya adamanız gerekiyor.
Tıpkı anne olmadaki gibi, baba olmayı da öğrenebileceğiniz bir okul yok. Baba olmayı kendi babanızdan, toplumdaki baba modellerinden, toplumun size yüklediği rolden ve en önemlisi de baba olmayı çocuğunuzdan öğreniyorsunuz. Çocuklarınız size baba olmayı öğreten en iyi öğretmenler. Bu yüzden çocuklarınızı can kulağıyla dinleyin.

KİŞİLİĞİNİZ VE ANNELİĞİNİZ

Annelerden kişilikler
-Çok sabırsızım ve aniden parlıyorum. Bazen bebeğimin yanında öyle bir bağırıyorum ki, zavallı korkup ağlıyor.
6 aylık bebek annesi.
- Ben çok sakin yapılı bir insanım, sanırım bu yüzden çocuğum üzerinde otorite kuramıyorum. Sözümü hiç dinlemiyor.
5 yaşında kız çocuk annesi.
- Zaten takıntılı bir yapım var, çocuğum olduktan sonra bu daha da arttı. Sanki her an başına kötü bir şey gelebilir diye onu gözümün önünden ayırmak istemiyorum.
2 yaşında erkek çocuk annesi.
- Kendimi bildim bileli öfkeliyimdir. Kızım ergenlik döneminde ve ben çıldırmak üzereyim.
14 yaşında kız çocuk annesi.
- Çok duygusalım. Bu yüzden oğlumun söylediği her olumsuz söz beni derinden yaralayabiliyor.
16 yaşında erkek çocuk annesi.
İnsanın kişilik yapısı ömür boyu, yaşamının her boyutunu farklı etkiler. Soyumuzdan ve anne-babamızdan aldığımız genetik şifremizle doğar, kişiliğimizi oluşturur, geliştiririz.Kişiliğimizle, hayatımızı yönlendirdiğimiz gibi aynı zaman da da çevremizdeki insanları da etkileriz. Kişilik yapımızdan doğrudan ve en çok etkilenenlerin başında eşimiz ve çocuğumuz gelir. Her davranışımız, duygumuz, düşüncemiz, hayat görüşümüz, sınırlarımız, kurallarımız, almış olduğumuz ve alacağımız kararlarımız eşimizi ve çocuğumuzu doğrudan etkiler. Hiçbirimiz kişiliğimizi evliliğimizden ve anneliğimizden uzak tutamayız. Ancak çocuğumuza karşı yaptığımız hatalardan da kişiligimizi sorumlu tutmak, kişiliğimizin arkasına sığınmak ve j kendimizi geliştirmemek de son derece hatalı tutumlarımız arasında yer alır.
Aşırı hoşgörülü anneler
Hoşgörülü olmak kesinlikle çok olumlu bir davranış biçimi.Ancak her durumda olduğu gibi, bu davranışımızda da aşırıya kaçıyorsak, hoşgörümüzün bize ve sevdiklerimize zarar verme olasılığı çok fazla demektir.
Hoşgörülü olmak, kişinin ve birlikte yaşadığı insanların hayatını kolaylaştırır. Hoşgörülü kişilerin, insanlar arası iletişimde başarılı ve kendileriyle barışık olduklarını biliyoruz. Ancak hoşgörünün aşırı olması ve sınırları aşması kişinin yaşamdaki dengesini bozar. Nasıl yemek yemek bedensel ihtiyacımızsa ve bul ihtiyacı dengeli karşılamak zorundaysak, nasıl aşırı yemek yersek bu bedenimize zarar verirse, işte hoşgörünün fazlası da ruh sağlığımıza zarar verir.
Hoşgörüsünü yerinde devreye sokan annelerin çocukları sakin, özgüveni gelişmiş ve kendileriyle barışık çocuklar oluyor. Ancak aşırı hoşgörülü annelerin çocukları hırçın, öfkeli, şımarık ve annelerinin yönergelerine karşı duyarsız olabiliyor. Ve çocuk bu davranışlarını zaman içerisinde çevresindeki her insana (büyükbaba, anneanne, babaanne, dede, öğretmen vb.) genelleyebiliyor.Aşırı hoşgörülü anneler çocuklarına sınır koymadıkları için, bu çocuklar disiplinsiz, sınırlarını çizemeyen, nerede ne yapacaklarını bilemeyen, söz dinlemeyen çocuklar olarak hayata başlıyor.
Bu çocukların adölesan yani ergenlik dönemleri de fırtınalı geçiyor. Ergenlik döneminde sınırlar koymaya çalışan anne-baba ne yazık ki başarılı olamıyor. Çünkü disiplin erken çocukluk döneminde öğretilmesi ve öğrenilmesi gereken bir davranış biçimi.Çocuk erken çocukluk döneminde bu davranışı edinemediği zaman hem kendisi hem de anne-babası sorunlar yaşıyor.
"Nedir bu sorunlar?" diye sorarsanız, her şeyden önce bu çocuklar mutsuz ve doyumsuz oluyor. Mutsuzluk ve doyumsuzluk ise bir çocuğun yaşamındaki en büyük sorundur. Bu çocuklar anne-babası ne yaparsa yapsın, mutluluğu ve sevinci sürekli yaşamayan, sürekli arayış içerisinde olan ve ne aradıklarını da bilemeyen çocuklar oluyorlar. Elbette çocuk, çocuk olarak kalmıyor; ergen oluyor, genç oluyor, genç yetişkin oluyor, yetişkinliğini yaşıyor ve yaşlılığa geçiyor. İşte aşırı hoşgörülü annelerin çocukları bir ömür boyu mutluluğu arıyorlar.
Yaşamlarında karşılarına çıkan insanları kendilerine yetmiyormuş gibi hissediyorlar. Sevdikleri ya da eşleri onlara yeterince haz vermiyor. "Her şeyi ben bilirim, en doğru benim, benim yaptıklarımı aşırı hoşgörüyle karşılayacaksın" biçimindeki beklentilerinden dolayı hem eşlerini hem de kendilerini mutsuz ediyorlar. Sorumluluk duyguları gelişmiyor. Sürekli arayış içerisinde oluyorlar ama neyi aradıklarını da bilmiyorlar. İnsan için en büyük tuzak da bu olsa gerek: Neyi aradığım bilememek.
Bir insan için en zor olan, karanlık bir odada simsiyah bir kediyi aramaktır. Ama daha da zor olan, karanlık bir odada, olmayan bir kediyi aramaktır.
Siz de aşırı hoşgörülü bir kişiliğe sahipseniz ve kişiliğinizin °u yönünü çocuğunuza yansıtıyorsanız lütfen kendinizi frenleyin. Aksi halde çocuğunuz hayatı boyunca karanlıkta bir oda da, aslında var olmayan bir kediyi arayacaktır. Buna yüreğiniz dayanacak mı?
Aşırı koruyucu anneler
Her insanın farklı bir kişilik yapısı var. Belki sizin kişilik yapınız koruyucu ve kollayıcı. Olabilir. Zaten anne olan her kadının içgüdüsel olarak koruyucu ve kollayıcı davranışları vardır. Elbette çocuklarımızı tehlikelerden, onlara gelebilecek zararlardan korumalıyız. Bu bizim birincil sorumluluklarımız arasında yer alıyor. Ancak burada da aşırıya kaçmak hem çocuğumuza hem de bize zarar verir.
Kişilik özelliklerimiz yaşamımızın her alanında bizi ve ilişkilerimizi yönlendirir. Kişiliğimizin bazı özellikleri bizi yaşamda başarılı kılarken, bazı özelliklerimiz de mutsuzluğa götürür.
Aşırı koruyucu olmak da bunlardan biridir. Hele bu, çocuğumuza karşıysa, onun da kişilik yapısını etkileyeceği için daha da önem kazanır.
Aşırı koruyucu bir anneyseniz şunu bilmelisiniz ki, çocuğunuz büyük ihtimalle kendine güvenini yeterince geliştiremeyen çek ve özgüvenden yoksun olacaktır. Aşırı koruyucu annelerin çocuklarının birincil sıkıntı ve sorunlarının kendine güvensizlik olduğunu biliyoruz. Kendine güvensizlik ise pek çok problemi beraberinde getiriyor. Kendine güvenmeyen çocukların, yaşıtları ve çevreleriyle iletişimi zayıf oluyor. Ayrıca kendileriyle barışık olamıyorlar, ne iş yaşamlarında ne de özel hayatlarında başarıyı yakalayabiliyorlar.
Aşırı koruyucu anneler her an çocuklarının başına olumsuz bir durum gelebilir kaygısıyla hareket ederler. Bu kaygı ise hem ı kendilerini hem de çocuklarının kişilik gelişimini kısıtlar. Terler, üşütür, hasta olur kaygısıyla çocuklarının özgürce oyun oyamalarını engeller; düşer, cam yanar kaygısıyla çocuklarını Akakta oynatmaz; hatta bazı aşırı koruyucu anneler çocuklarının kötü niyetli insanlar tarafından kaçırılacaklarını düşündüklerinden kapının önünde ya da bahçede oynamalarına bile izin vermez; ergenlik döneminde çocuklarına aşırı koruyuculuk baskı yapar; kısacası, çocuklarını hayata hazırlamaz ve hayata hazırlanmalarını da engellemiş olurlar.
Bu çocuklar yetişkin olduklarında, karşılaştıkları sorunlarla başa çıkamayan, çevrelerindeki insanlarla iletişim güçlüğü çeken, iletişim sorunlarından dolayı karşılarındaki insanı anlamayan ve kendilerini de doğru ifade edemeyen, korkak ve cesaretsiz, kendi kararlarını alamayan, kendi doğrularını oluşturamayan, sürekli birileri tarafından korunup kollanmak ihtiyacı hisseden, evliliklerinde, sosyal ilişkilerinde ve anne-baba olma rollerinde başarısız olan insanlar olurlar.
Hiçbir anne çocuğunun böyle bir kişilik yapısına sahip olmasını istemez. Eminim siz de istemezsiniz. Eğer kişiliğinizin bu yanını çocuğunuza yansıtıyorsanız hemen bundan vazgeçin. Eğer vazgeçmeyi başaramıyorsanız bir uzmandan yardım alın. Bu yardım hem size hem de çocuğunuza faydalı olacaktır.
Aşırı disiplinli ve otoriter anneler
Kişiliğiniz otoriter olabilir ve otoriter kişiliğinize uygun olarak, disipline dayanan davranış örüntüleri sizin hayatınızın bir Parçası olabilir. Disiplinli bir yaşam tarzı kişiye yaşamının pek Çok alanında başarıyı yakalamasında destek olur. Ancak bunun da aşırıya kaçmaması gerekir. "Çoğu zarar" felsefesini hiçbir zaman unutmamak gerektiğini unutmamakta fayda var.
Çocuğunuza karşı aşırı disiplinli ve otoriter olursanız ne olur? Çocuğunuz çok önemli bir ihtiyacını sizden karşılayamaz, bu ihtiyacın adı da: sevgi. Çocuğunuzla aranıza çok fazla kural
koyarsanız bu kurallar bir duvar oluşturur ve çocuğunuz siz onu ne kadar sevdiğinizi hissedemez. Annelerinin sevgi ve katini hissedemeyen çocuklar suça eğilimli çocuklar olurlar, bilinçaltlarında öfke ve kin duyguları oluştuğundan bu duygu saldırganlık ya da sinsice-gizlice suç işleme eğilimi olarak ya çıkar.
Hayattaki ve hayatınızdaki tüm kuralları siz koyamazsınız. Hayat ve hayatınızdaki kişiler sizin kurallarınız dışında işlerle yaşamı kısıtlayamazsınız, sevdiklerinizi onları sevmek adına kendi kurallarınızın içine sıkıştıramazsınız. Sevmek sevdiklerimizi özgür bırakmak anlamına gelir. Çocuğunuz için yapmamız gereken, onu kişilik gelişimini destelemek. Bu da sadece ve sadece özgür bir ortamda olur. Her çocuk kendi kişiliğiyle ilgili ipuçları verir ve siz onu kısıtlamadan sınırları öğretirsiniz. Çocuğunuz sizin ona çizdiğiniz sınırların çerçevesinde, kendi kişiligine göre kendi sınırlarını çizer. Sizin göreviniz ise onun sınırlarını denetlemektir, engellemek ya da kendi sınırlarınızı zorla ona kabul ettirmek değil.
Aşırı disiplinli annelerin çocukları sevilme duygularını tatmin edemedikleri ve sevme duygularını ortaya koyamadıkları için duygusal zorluklar yaşarlar. Onlar da sevgilerini çevrelerindeki insanlara gösteremezler. Karşılarındaki kişi onları çok sevdiğini söylese bile inanmazlar. Bu çocukların hayatlarında sürekli bir sevgi güvensizliği olacaktır. Sevgiyi tam olar hissedemedikleri ve hissettiremedikleri için, yaşamak onlara işkenceden farksız gelecektir. Arkadaşlarına, sevdiklerine, eşlerine güvenmeyecekler ve bu müthiş güvensizlik ortamı içerisinde hayatlarını sürdürmeye çalışacaklardır.
Eğer siz de aşırı otoriter ve kuralcı annelerdenseniz, gelin bilmeden uyguladığınız kötülüğü çocuğunuza yapmaktan geçin. Kurallarınızı esnetin ve çocuğunuza özgürce sevgi verin. Anlamsız kurallarla onu boğmaktan vazgeçin.
Hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz. Kimimiz müthiş derecede cesurken kimimiz de müthiş korkağız. Hele bir de an-neysek korkularımız doğrudan çocuğumuza geçiyor. Burada aşırı koruyucu anne modeliyle korkulu-kaygılı anneyi ayırt etmek gerektiğini düşünüyorum. Aşırı koruyucu anne sürekli çocuğunun üzerinde yoğunlaşırken, korkulu ve kaygılı kişiliğe sahip anneler korkularını çocukları üzerinde yoğunlaştırmazlar. Onlar daha çok kendileri ve kendi korkularıyla meşguldürler. İçlerinde büyüttükleri ve dışarıya yansıttıkları korkularından çocuklarının etkilendiklerini düşünmezler. Bu anneler daha çok kendi eksenleri etrafında dönerek zamanlarını geçirirler.
Bu anneler mutsuzdur ve mutsuzluklarını çocuklarına da yansıtırlar. Ancak o kadar kendi korku ve kaygılarına dönük yaşarlar ki, çocuklarının mutsuz olduklarını fark etmezler bile. Bu anneler hayvanlardan korkarlar, asansöre binmekten korkarlar, gök gürültüsünden korkarlar, kapı çaldığında bir yabancı geldiğinden korkarlar, hata yapmaktan korkarlar, eşlerinin onları terk edeceklerinden korkarlar, çevreleriyle ilişkilerinde çekimser davranışlar sergilerler; kısacası bu anneler kişilik yapılarından dolayı hayattan korkarlar. Cesaretsiz, kararsız ve içe dönüktürler.
Bu anneler bu kadar korkuları olmasına rağmen, korkak tavırlarının çocuklarını olumsuz etkileyeceklerinden korku ve kaygı duymazlar. Bu anlamda korku ve kaygı duymadıkları için de davranışlarını kontrol etmez ve tavırlarında bir değişiklik yapma ihtiyacı da hissetmezler.
Bakalım bu annelerin çocuklarını neler beklemekte? Bu annelerin çocukları ne yazık ki kendi kendilerine büyürler. Doğal olarak annelerini kendilerine model aldıkları için, onlar da kişiliklerinin korkak, kaygılı ve içe dönük taraflarını ortaya çıkarır ve geliştirirler. Onlar da hayvanlardan, gök gürültüsünden, yabancılardan korkmayı öğrenirler. Anneleri fobik reaksiyonları geliştirmişse onlar da bir süre fobileri (patolojik korkuları) olan çocuklar olurlar ve bunu hayatlarına taşırlar.
Siz de kendinizde yukarıdaki özellikleri fark ettinizse, öne kendiniz uzman yardımı almalı, daha sonra da çocuğunuzu gözlemlemeli ve gerekiyorsa ona da terapik yardım aldırmalısınız.
Aşırı rahat yönelimli anneler
Belki de siz bu guruba giriyorsunuz. Olur ya, dünya umurunuzda olmayabilir. Bazı insanlar böyledir. O kadar rahattırlar ki, dünya yansa dönüp bakmazlar. Peki, bunun ne sakıncası vara ki? Kaygıdan, korkudan uzak, sınır tanımayan, aşırı koruyucu olmayan bir kişilik yapısının çocuğuna ne zararı olabilir ki? diyebilirsiniz. Gelin buna birlikte bakalım.
Rahat bir kişilik yapısına sahip olmak kişiye pek çok avantaj sağlar. Rahat olmanın, kişiye sağladığı avantajlar kadar, birlikte olduğu insanlara da pozitif getirilen olabilir. Örneğin rahat biri kişilik yapısına sahip bir kadın eşine dırdırlanmaz, onu sıkmaz çocuklarına yersiz baskılar yapmaz.
Ancak en başta da söylediğim gibi, her şeyin çoğunun zarar-i h olduğu gerçeğine dönersek, aşırı rahat olmak da kişinin kendisine ve çevresine zarar verebilir. Çok rahat bir anne çocuğunu tehlikelerden koruyamama riskine sahiptir. Çok rahat bir kişilik l yapısına sahip anne çocuğunu o kadar kendi haline bırakır ki -çocuk öğrenmesi gerekenleri annesinden öğrenemez. Doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edemez ve bir süre sonra da kural tanımayan, sosyal ilişkilerdeki dengeleri doğru kuramayan, dolayısıyla çevresi tarafından istenmeyen bir birey haline gelebilir.
Bu çocuklar okul yaşantılarında başarılı olamazlar, ders çalışma disiplinleri yoktur, sınıf ve okul içerisindeki kurallara uymadıkları için sık sık disiplin cezası alırlar. Anneleri tarafından kontrol edilmeyi deneyimlemediklerinden kendi kontrollerini de geliştiremezler.
Annenin çocuğu dengeli kontrolü çocukta zaman içerisinde otokontrolün oluşup gelişmesini sağlar. Örneğin, "Dışarıda oynayabilirsin ama bir saat sonra evde olmalısın" yönergesi bir süre sonra çocuğun kendi iç disiplinini oluşturmasına neden olur. Zamanla çocuk annesi onu hiç çağırmadan oyunu bırakıp eve gelir. Ders çalışma, ödev yapma zamanları ilk yıllarda çocuğa anne tarafından hatırlatılır ve çocuk öğrencilik yaşamında bu disiplini alarak, annesi onu uyarmadan ödevlerini yapmaya başlar. Bunlar anne tarafından çocuğun otokontrolünü ve iç disiplinini geliştiren yönlendirmelerdir.
Oysa aşırı rahat yönelimli anneler çocuklarını yönlendirmedikleri için, onların çocukları saatlerce dışarıda oynayabilir ve eğer canları isterse ders çalışırlar. Yatma-kalkma saatleri belli değildir. Bu çocuklar hayata disiplinsiz bir şekilde hazırlanırlar. Özellikle günümüzde zaman kavramı çok önemli ve hepimiz gün içerisinde zamanla yarışıyoruz. Bu çocuklar yetişkin olduklarında gerek iş yaşamlarında gerekse özel hayatlarında o kadar kuralsızdırlar ki, kuralsız olmalarının olumsuz bedellerini ödeyerek yaşamlarını sürdürürler.
Siz rahat yönelimli biri olabilirsiniz ama lütfen çocuğunuza sınırları, kuralları öğretin. Ona destek olun ve yol gösterin. Aksi halde yolunu bulamayabilir.
Aşırı agresif anneler
Diyoruz ya, her insan farklı diye, kimilerinin kişilik yapısı da sinirli-agresif olabiliyor. Bir insan olayları sakin karşılarken, bir diğeri sinirli tepkiler ortaya koyabiliyor. Tabiî aşın sinirlilik de kişinin hem kendisine hem de yakınlarına hayatı zehir edebiliyor.
Aşırı agresif anneler çocuklarına sık sık bağıran, hatta zaman zaman şiddete başvurarak döven annelerdir. Aslında bu anneler için, öfkelerini çocuklarından çıkarırlar diyebiliriz. Kişilik yapılarında var olan öfke, yaşadığı olaylarla da pekişince bu an neler hınçlarını çocuklarından alırlar. Çocuğun yaptığı en ufak bir hata bile annenin sinirlenmesine ve ona kızıp bağırmasına; hatta vurmasına neden olabilir. Bu anneler çocuklarının yaptıkları iyi davranışları ve başarılarını görmez ve onları onaylamazlar. Sözel ödüller bu annelerin davranış örüntüleri arasında hiç yoktur ya da çok azdır. Çocuklarına sarılmazlar, onları kucaklayıp öpmezler. Çocukları onlar için, öfkelerinin patladığı bir odak gibidir. Çocuklarına bağırdıkları ya da dövdükleri içini pişman olup suçluluk duygusu geliştirirler ancak bu suçluluk! duygusu onları daha da öfkelendirir ve yine çocuklarına karşı l sinirli davranırlar.
Bu annelerin çocukları anneleri tarafından azarlanmamak bağırılmamak ya da dayak yememek için bir süre sonra yalana başvururlar. Yaptıklarını inkar eder ve yalanı davranış bozukluğu şeklinde geliştirebilirler.
Bu annelerin çocukları, annelerinden korktukları için onların gözüne girmek amacıyla ya çok doğru olmaya çaba gösterirle (örneğin çok fazla ders çalışırlar) ya da tam tersi tepkiler geliştirerek olumsuz davranışlar sergilerler. Ev onlar için sıcak bir yuva değil bir işkence yeri haline gelir, evlerinden uzaklaşmak isterler. Yetişkin olduklarında ise ya anneleri gibi agresif, sinirlimi kavgacı olurlar ya da zorluklara dayanamaz, tartışma ve kavganın olduğu yerden kaçarlar.
Aşırı agresif olabilirsiniz, ancak hiç zaman kaybetmeden kişiliğinizin bu yönünün törpülemelisiniz. Unutmayın ki, hayata bir insan hazırlıyorsunuz; ona olur olmaz zamanlarda bağırıp,tüm öfkenizi ondan almak ya da onu dövmekle elinize hiç bir şey geçmez; tam tersine, çocuğunuzu duygusal yönden kaybedersiniz. Üstelik agresif tavırlarınız sizin eşinizle ilişkilerinizi bozuyordur, hatta çevrenizdeki diğer insanlarla da. Ancak tüm bu kişiler içerisinde en doğrudan etkilenen, çocuğunuzdur. Kendiniz bu sorununuzla başa çıkamıyorsanız uzman yardımı alarak bu sorununuzu çözebilirsiniz.
Takıntılı anneler
Belki de kişilik yapınızda takıntılı davranışlarınız var. Aman dikkat edin, bu takıntılarınızı çocuğunuz model almasın. Ancak bunun olmamalı çok zor, çünkü çocuğunuzun en çok birlikte olduğu kişi ve model aldığı kişi sizsiniz.
Terapi seanslarında en çok tanık olduğum vakalardan biri de, takıntılı annelerin takıntılı çocuklarıdır. Anne çocuğunun oyuncaklarmı tekrar tekrar topladığından, odasındaki eşyaların yeri değiştiğinde kıyameti kopardığından ya da defterinde yazısı iyi olmadığında tekrar tekrar silip yeniden yazdığından şikâyet eder. Anneyle konuştuğumuzda şöyle gerçeklerle karşılaşırız. Anne de evin eşyalarının yerinin değişmesinden hoşlanmıyordur; defalarca bardakları yıkıyor, derli toplu olsa bile o yine de evi topluyordur. Sürekli temizlik yapıyor, yaptığını beğenmiyor, tekrar yapıyordur.
Takıntılı annelerin takıntılı düşünceleri de vardır. Bu takıntılı düşünce tarzı, ister istemez çocuğa da yansır ve ona da geçer. Bu çocuklar da anneleri gibi, bir olay üzerinde gereksiz yere takılıp kalır ve zihinlerinden atamazlar. Tabiî burada genetik eğilimler de etkindir, ancak davranış modeli de bu genetik eğilimleri pekiştirebilir.
Bazen takıntılar o kadar ilerler ki, davranış bozukluğuna dönüşebilir. Annesinin sürekli elini yıkadığını gören bir çocuk da ya sürekli ellerini yıkar ya da ters tepki geliştirerek ellerini hiç yıkamaz. Çocuğunun ellerini hiç yıkamamasından müthiş rahatsız olan anne ise ona sürekli ellerini yıkaması konusunda baskı yapar. Sonunda anne-çocuk ilişkileri bozulmaya başlar.
"Annem odama girerdi ve odam derli toplu olmasına rağmen ´bu ne dağınık bir oda, hemen topla´ dediğinde onu öldürmek isterdim" demişti terapi seanslarına katılan bir genç. Siz de çocuğunuzun size karşı böyle tepkiler geliştirmesini istemiyorsanız lütfen önlem alın.
Olumsuz düşünen anneler
Bazı insanlar ne kadar pozitif ve olumlu düşünürse, bazı insanlar da bir o kadar negatif ve olumsuzdur. Bir apartman; komşum vardı. O zamanlar kızım yeni doğmuştu, henüz çalışmıyordum. Balkonlarımız yan yanaydı. Ben bebeğin karnını doyurup uyuttuktan sonra, sabahın o mis gibi kokusunu hissetmek için balkona çıkardım. Komşum da o saatlerde çocuklarını okula yolcu ederdi. Balkona çıkıp servislerine binmelerine bakardı.Yıllarca ona her sabah "Günaydın, nasılsın?" deyişimde bana hep aynı yanıtı vermiştir: "Off, bu sabah içimde bir sıkıntı var. Hiç iyi değilim. Zaten hava da iğrenç." Komşum (kulakları çınlasın) yazın havanın sıcaklığından, kışın havanın soğuk olmasından, baharlarda ise hava değişiminin kendisine iyi gelmediğinden yakınırdı. Çok iyi bir kadındı ama her zaman olumsuz düşünürdü.
Elbette insan, yaşamının her anında olumlu düşünemez. Moralimiz bozulduğunda, kendimizi mutsuz hissettiğimizde olumsuz düşünceler üretir dururuz. Bu olağandır. Ancak sürekli olumsuz düşünmek, yaşama sürekli olumsuz bakmak olağan bir ruh hali değildir. Sürekli olumsuz düşünmek, sürekli mutsuz olmak ve çevremizdeki insanları da mutsuz etmek anlamına gelir.
Sürekli olumsuz düşünen annelerin çocukları mutsuz çocuklardır. Onlar da hayatın olumsuz yönlerini görmeye alışırlar, çünkü anneleri onları ister istemez böyle yönlendirir. Bu anneler ev kadınıysalar ev işlerinden, canlarının nasıl sıkıldığından yakınırlar; çalışıyorlarsa asla işlerinden memnun değildirler. Hayat onlar için anlamsız bir karmaşadır, onlara göre bu karmaşanın içerisinde yaşamanın anlamı yoktur. Bu anneler olumsuz düşünmeye, hayatı olumsuz yönünden yaşamaya o kadar odaklanmışlardır ki, çocuklarına yaşamın güzelliklerini gösteremezler.
Oysa anne-baba olmak bir sanattır, olmak gerektirir. Mutluluk bize verilmez, çoğu zaman mutluluğu biz oluştururuz. Hepimiz kendi mutluluklarımızı oluşturur ve oluşturduğumuz mutluluklarımız içerisinde yaşamlarımızı sürdürürüz.
Elbette zaman zaman mutsuzluklarımız da olur ama mutsuzluklarımız bizim yaşam deneyimlerimizdir. Ancak sürekli olumsuz düşünmek, hayata, olaylara ve kişilere sürekli olumsuz bir pencereden bakmak, yaşam deneyimi değil, deneyimsizliğidir.
Bu anlamda kendinizi sorgulayın ve hayata bakışınızı değiştirmeye özen gösterin. Aksi halde mutsuzluğunuz çocuğunuza da yansıyacak. O da karşılaştığı her olaya, her kişiye olumsuz yönünden bakacak, kendisi, çevresi ve dünyayla barışık olamayacak, hep kendisini mutsuz edecek bir şeyler bulacak. Ne kendisi mutlu olacak, ne de sevdiklerini mutlu edebilecek. Hayatı Çoğunlukla olumsuz tarafından yaşayacak.
Hiçbir annenin çocuğuna böyle bir miras bırakmaya hakkı yok diye düşünüyorum.
Mükemmelliyetçi anneler
İşte zor bir kişilik özelliği daha. Mükemmeliyetçi olmak. Mükemmeliyetçi olmak en başta kişinin kendisini çok fazla zorlar. Mükemmeliyetçi kişiler genellikle iş yaşamlarında çok başarılı olan insanlardır. Ancak sosyal ve özel hayatlarında aynı başarıyı yakalayamazlar. Çünkü onlar insanların da mükemmel olmasını isterler. Bilmezler ki, bu istekleri hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Ve yine bilmezler ki, hiçbir zaman aradıkları mükemmel arkadaşı, mükemmel dostu, mükemmel eşi ve mükemmel çocuğu bulamayacaklardır. Mükemmeliyetçi insanların kendilerine sormaları gereken çok önemli bir soru vardır: "Ben mükemmel miyim?"
Mükemmeliyetçi anneler çocuklarının mükemmel olmasını isterler. Onları bu anlamda zorlarlar. En erken tuvalet alışkanlığını kazanan, en iyi konuşan, hemen yürümeyi öğrenen çocuk olmalıdır onların çocukları. Tabiî bu annelerin mükemmellik arayışları burada bitmez. Çocukları büyüdükçe bu annelerin de mükemmellik çerçeveleri büyür. Çocukları en iyi okulda okumalıdır. Notları daima mükemmel olmalı, bunun yanı sıra çocukları sporla, sanatla da uğraşmalıdır. Bu anneler çocuklarını
sürekli donatırlar. Çocuklarının çok donanımlı olmasını isterler. Sınıf birincisi, okul birincisi, yüzmede birinci, balede birinci basketbolda birinci, piyanoda mükemmel, arkadaşları arasında en sevilen, en güzel, en güçlü, en terbiyeli çocuk onların çocuğu olmalıdır. Peki acaba kendileri öyle midir?
Bu annelerin çocukları sınavdan beş değil de dört alırsa evde kıyametler kopar; karnelerinde tüm notlan beş olduğunda onay almazlar, "Notların her zaman böyle olmalı" sözleriyle karşılaşır ve ödüllendirilmedikleri için hayal kırıklıklarına uğrarlar. Bu annelerin çocukları psikolojik olarak zorlanan çocuklardır. İç dünyalarında özgür değildirler, kendilerini baskı altında hissederler ve genellikle de adölesan yani ergenlik döneminde psikolojik patlamalar yaşayarak, annelerini düş kırıklığına uğratırlar.
Bu çocuklar koşullu sevgiye odaklanırlar. İyi olduklarında anneleri onları sevecek, başarısız olduklarında ise anneleri onları sevmeyecek sanırlar. Onlar da bu sevgi türünü benimserler. İnsanlara koşullu sevgiyle yaklaşırlar, hatta anne-babalarına da koşullu sevgiyle yaklaşırlar. Genellikle bu çocuklar da mükemmeliyetçi olurlar ve hata kabul etmezler. Okul ve iş hayatlarında başarıyı yakalarlar ama insan ilişkilerinde sınıfta kalırlar. Mükemmel eşi ararlar dururlar. Hayatın mükemmel olmasını isterler ama hayat onlara farklı yüzünü gösterince mutsuz olurlar.
Unutmayalım ki, hiçbirimiz mükemmel değiliz. Bırakın çocuğunuz yatağını topladığında çok düzgün yapmasın, bırakın çocuğunuz ara sıra dört hatta üç alsın, bırakın çocuğunuz neye yetenekli ise sadece o yeteneğini ortaya çıkarsın, ama çevresiyle iletişimleri olumlu olsun, hayatı sevsin, yaşamayı sevsin, kendisini sevsin ve asla mükemmelin peşinde koşup yaşamayı ertelemesin.
Yazımın en başında belirttiğim gibi, siz mükemmel misiniz ki çocuğunuzdan bunu istiyorsunuz? Farkında mısınız, çocuğunuzdan, olmayan bir şeyi istiyorsunuz?
Depresif anneler
Günlük yaşamda en ufak bir olay, duyduğunuz bir söz ya da bir davranış sizi derin üzüntülere boğuyorsa, üzülmekle de kalmayıp yatağınızı en iyi dostunuz olarak görüyorsanız, yataktan çıkmamak, ev işi yapmamak, işe gitmemek gibi tutumlarımız oluyorsa, gözyaşlarınız her an gözpınarlarınızdan inmeye bekliyorsa ve siz bunu her fırsatta değerlendiriyorsanız yüzünüz asık, kendinizi hayattan bezmiş hissediyorsanız karşılaştığınız her sorunu bir çığ gibi görüp altında ezileceğinizi hissediyorsanız, içinizde sürekli kötü bir şey olacak duygusu varsa, sabahları huzursuz uyanıyor, geceleri uyku gözünüze girmiyorsa, çevrenizdeki insanlar olayları boşu boşuna büyüttüğünüzü söylüyorsa ve siz onlara içinizden kızıyorsanız, siz hiç kimsenin anlamadığını düşünüyorsanız, bilin ki kişiliğinizin depresif bir yanı var ve hemen önlem almalısınız.
Depresif eğilimli anneler üzerinde yapılan bir araştırma, annelerin özellikle kız çocuklarının da aynı depresif eğilimler sahip olduğunu bizlere gösteriyor. Depresif anneler karşılaştıkları en ufak bir sorun karşısında bile zorlanma belirtileri gösteriyorlar. İş yaşamlarında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda, arkadaşlarıyla tartıştıklarında ya da eşleriyle sorun yaşadıklarında bu sorunu çözmek yerine, içine kapanma, dünyayla iletişimini kesme, ağlama nöbetleri gösteriyorlar.
Bu annelerin çocuklarının bilinçaltlarında ise şöyle bir öğrenmişlik oluşuyor: "Sorunlarla karşılaştığında mücadele etmek yerine pes etmelisin. İçine kapanmalı ve dış dünyayla arasına bir duvar örmelisin." Bu annelerin çocukları arkadaşlarıyla anlaşmazlık yaşadıklarında, öğretmenlerinden azar işittiklerinde, kötü not aldıklarında ya da anne-babalarıyla tartıştıklarında hemen depresif tavırlar göstermeye başlıyorlar. Küsüyorlar, ağlıyorlar, odalarına kapanıyorlar. Annelerini rol model alarak aynı role bürünüyorlar.
Oysa yaşamda sorunlar her zaman var ve bizler bu sorunlarla başa çıkmak durumundayız. Sorunların altında ezilmek değil, sorunlara çözüm üretmek durumundayız. Ve çocuklarımıza da bu mücadeleyi öğretmeliyiz. Nasıl öğretmeliyiz? Tabiî ki onlara örnek olarak. Ancak bu şekilde güçlü kişilikli çocuklar yetiştirebiliriz, ancak bu şekilde hayatta ve ilişkilerinde başarılı çocuklar yetiştirebiliriz, ancak bu şekilde kendine güvenen çocuklar yetiştirebiliriz.
O halde hemen depresif tutumlarımıza çözüm aramalı ve çocuklarımıza güçlü kişilikli anneler olarak örnek oluşturmalıyız. Ağlayan ve çaresiz anneler olarak değil.
Sevgi odaklı-destekleyici ve paylaşımcı anneler
Her insan sevgi odaklıdır ancak bunu ifade edip paylaşmayı bilemez. Sevgi odaklı ve paylaşımcı kişilik özelliklerine sahip anneler, çocuklarıyla oyun oynarken, onları yedirirken, uyuturken ya da dersleriyle ilgilenirken sevgisini ifade etmeyi ustaca gösterirler. Bu kişilik özelliklerine sahip anneler çocuklarının sınırlarını çizerken baskıcı olmazlar. Daha çok sevgi dilini kullanırlar: "Yarın okul var, hadi yat artık" yerine, "Erken yatman senin için çok iyi olacaktır tatlım" diye çocuğa sınırlarını hatırlatırlar.
Bu anneler çocuklarının düşünce ve duygularını paylaşırlar. Sevinç ve üzüntülerinde onları dinlerler ve onları anladıklarını ifade ederler. Çocukları herhangi bir sorun yaşadığında, eleştirmek, yargılamak, kızmak ya da kendi çözümünü diretmek yerine, çocuğunun sorunun çözümünü bulabilmesi için destek olur, yönlendirirler. Çocuklarının yeteneklerini keşfeder ve desteklerler ama mükemmeliyetçi anneler gibi çocuklarını yetenekleri dışında zorlamaz, baskılamazlar.
Sevgi odaklı, destekleyici ve paylaşımcı kişilik özellikleri olan annelerin çocukları kendileriyle barışık, kendi sorunlarına Çözüm üretebilen, özgüvenleri gelişmiş, iş ve özel yaşamlarında başarılı bireyler olurlar. Mutlu insanlar olurlar.
Bu anneler çocuklarını aşağılamazlar, onlara önyargılı yaklaşmazlar, çocuklarıyla sağlıklı iletişimler kurarlar ve onları Dinlerler. Onların kişilik gelişimi için çaba gösterir ve çocuklarını gidebilecekleri yere kadar desteklerler.
Sevgi odaklı olmak, destekleyici olmak, paylaşımcı olmak, insanın kişilik özellikleri arasında yer alır. Ancak sevgi hepimizin genetik şifrelerinde var.Hiçbirimiz birbirimizin aynısı olamayız, bu mümkün değil. Ancak hatalarımızı görebiliriz, hatalarımızı, eksikliklerimizi kabullenebilir ve düzeltme yoluna debiliriz. Bunu yapmamız için önümüzde hiçbir engel yok. Yeter ki kendimizi keşfedelim, kabul edelim ve yetersizliklerimizi geliştirelim. Bizler sadece kendimizden sorumlu değiliz, çocuklarımızın kişiliklerinden başarılarından ve mutluluklarından da sorumluyuz.
O halde değiştirmeniz gereken ne varsa şimdi değiştirme zamanı. Hem kendinizin hem de çocuğunuzun mutluluğu için.
BÜTÜN ANNELER İYİDİR. Bu çok doğru.
BÜTÜN ANNELER ÇOCUKLARININ İYİLİĞİNİ İSTER, çok çok doğru.
HİÇBİR ANNE ÇOCUĞUNUN HAYATTA ZORLUKLAR KARŞILAŞMASINI İSTEMEZ. Bu da kesinlikle doğru ama gerçeğe aykırı bir istek.
ANNELER ÇOCUKLARINI HAYATA GÜVEN DOLU HAZIRLAMALlDIR. Bu zor ama olması gereken bir gerçek.
ÇÜNKÜ BİZLER ÖMÜR BOYU ONLARLA BİRLİKTE OLMAYACAĞIZ. Bu da görmek istemediğimiz ve kabullenemediğimiz, en acı gerçek.
KİŞİLİĞİNİZ VE BABALIĞINIZ
Babalardan kişilikler
- Sanırım sert bir babayım. Oğluma zaman zaman çok fazla bağırıyorum, sonra da üzülüyorum.
3 yaşında erkek çocuk babası.
- Baba olmadan önce çocukları hiç sevmezdim. Ama kızım doğduktan sonra bütün çocukları sever oldum. Sanırım sevecen bir babayım.
6 yaşında kız çocuk babası.
- Çocuklara ceza verilmesi gerektiğine inanıyorum. Aksi halde terbiye olmazlar diye düşünüyorum.
9 veli yaşında iki erkek çocuk babası.
- İşten güçten dolayı çocuklarımı çok fazla göremiyorum. Ama her türlü ihtiyaçlarını da karşılıyorum.
14 ve 16 yaşlarında bir kız, bir erkek babası.
Baba olmak bir erkeğin hayatındaki en büyük sorumluluk diye düşünüyorum. Her erkek bu sorumluluğu kendi kişilik yapısına göre farklı farklı yerine getiriyor. Kimisi bu sorumluluğu Çok az yerine getirirken, kimisi de daha bebeği dünyaya gelmeden duygusal sorumluluk hissedebiliyor. Kimi erkekler ise babalık sendromu diye adlandırdığımız bir çeşit depresyon yaşayabiliyor. Kişilikleri nasıl olursa olsun, -erkeklere baba olmayı Çocuklarının öğrettiği kesin.
Babalık sendromu (baba olmayı reddetme)
Bazı erkekler bebekleri olduktan sonra değişik duygular hissederler. Sanki pabuçları dama atılmış gibi gelir onlara. Herkes bebekle ilgileniyordur ve onlara kalan ilgi çok azdır.
Bu erkekler içlerine kapanabilecekleri gibi, aşırı agresif (sinirli) tavırlarıyla da dikkat çekerler. Dünyaya gelen bebek sanki onların hayatını alt-üst etmiştir. Yaşamları tümüyle değişmiştir, Eşleri ellerinden alınmış gibidir. Artık birlikte ne eskisi gibi gezebiliyorlar, ne eskisi gibi sohbet edebiliyorlar, ne de eskisi gibi cima yapabiliyorlardır. Üstüne üstlük bir de günden güne büyüyen masraflar iyice sinir bozucudur ve gece sabaha kadar uykusuz kalmak da hayatlarım dayanılmaz bir hale getirmiştir.
Bazı erkeklerde bu depresif duygular o kadar yoğun olur kyl içlerinden bebeklerine karşı öfke ve kızgınlık duyguları beslerler. Kimisi kısa süreliğine evden ayrılırken, kimisi de asla bebekle ve eşiyle ilgilenmez. Sanki karısı loğusa değildir ve sanki evde hiç bebek yoktur. Bebeklerini kucaklarına alıp sevmezler eşlerinin ya da evin ihtiyaçları nelerdir, sormazlar bile. İçlerinde büyük bir sıkıntı, sırtlarında kocaman bir yük vardır. Geçmişte ki sorumsuz hayatlarına dönebilmek için içlerinde büyük bir istek duyarlar. Ancak ne yazık ki, bu istek hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.
Babalık sendromu ilk üç ay içerisinde yerini baba olma sorumluluğunun fark edilmesine bırakır. Baba olan erkek zaman içerisinde, yeni doğan bebeğine ve yeni yaşamına uyum sağlayarak bu depresif süreci sona erdirir. Aksi halde yaşam kendisi hem de eşi için dayanılmaz bir hale gelecektir. İşte yüzden erkek, baba olmayı seçerek bu işkenceli sürece bir son verir.
Eğer siz de şimdilerde böyle bir sendrom yaşıyorsanız kendinizden korkmayın. İçinde bulunduğunuz ruh hali yenmesin. Evet, ürkütücü ve can sıkıcı bir durumdasınız ama bilmelisiniz ki, bu ruh haliniz kısa bir süre sonra sona erecek. Ne kadar kısa bir süre sonra diye soracak olursanız, bu size bağlı diyebilirim. Her şeyden önce duygularınızı ve içinde bulunduğunuz ruh halini eşinizle paylaşmalısınız. Ancak eşinizle konuşurken seçeceğiniz kelimelere özen göstermelisiniz. Unutmayın ki, o da çok hassas bir dönem geçiriyor, söylediklerinizi yanlış anlayıp size kırılabilir. Bu anlamda dikkatli olmanızda fayda var.
Aşın otoriter babalar
Belki sizin kişilik yapınız aşırı otoriter. Kurallarınız var ve bu kuralları asla esnetmiyorsunuz. Kendi kurallarınızın dışına çıkmıyor ye sizin kurallarınıza uymayanları da uyarıyorsunuz. Belki de bu yapınız yüzünden, sevdiğiniz insanlarla sorunlar yaşıyorsunuz. İş yaşamınızda size olumluluklar getiren aşın otoriter yapınız özel hayatınızda size zaman zaman mutsuzluk getirse de, siz prensiplerinizin dışına çıkmıyor, zaten çıkmak da istemiyorsunuz.
Kişilik yapınız sizin bütün yaşamınızı etkisi altına alır ve siz hayatınızı kişilik yapınızın eşliğinde yönlendirir ve yaşarsınız, işiniz, sosyal hayatınız, evliliğiniz kişiliğinizin şemsiyesinde şekillenir. Yaşamınızda kişiliğinizin doğrudan yansıdığı çok önemli bir alan daha vardır: baba olmak. Aşırı otoriter kişilik yapınız doğal olarak sizin baba olma rolünüzü ve çocuğunuzu da doğrudan etkileyecektir.
Otoriter olmakla aşırı otoriter olmayı aynı boyutta değerlendirmemeliyiz. Otoriter bir baba çocuğuna gerekli kuralları koyar ve çocuğunun bu kurallara uyup uymadığını kontrol eder. Çocuğunun uyması gereken kurallara uymadığını fark ettiğinde ise çocuğuyla konuşur ve onu sözel olarak uyarır.
Aşırı otoriter babalar ise çocuklarına gerekenden fazla, gereksiz kurallar koyarlar. Çocuklarının yaşam ve davranış sınırlarını oldukça kısıtlarlar. Çocuklarının kuralların dışına çıkıp-çıkmadığını sürekli kontrol ederler. Eğer çocuk kurallara uymuyor ise, aşırı otoriter babası tarafından ne yazık ki cezalandırılır. Aşırı otoriter babalar sözel uyarı ve iletişimden uzaktırlar. Sözel şiddet ya da fiziksel şiddet genellikle onların uyarı davranıştan arasında sık yer alır.
Siz de aşırı otoriter babalardansanız bilin ki, çocuğunuz kişilik yapısını özgürce ve sağlıklı bir biçimde geliştiremeyecektim Bunun nedeni ise sizin anlamsız ve yersiz baskılarınız olacaktır. Daha küçük yaşlarda "Çoraplar ayaktan hiç çıkmayacak", "Tabakta bir lokma bile yemek kalmayacak", "Akşam saat dokuzda mutlaka yatılacak" şeklindeki kurallar çocuğun yaşıyla birlikte büyür. "Hafta içi müzik dinlemek yok, ders çalışılaçak", "Arkadaşlar eve gelmeyecek", "Okul zamanı televizyon izlenmeyecek", "Bütün notlar on olacak ve bu kurallar gitgide bir çığ gibi büyüyerek çocuğun aşırı otoritenin altında ezilmesine neden olur.
Aşırı otoriter babalar çocuklarının en başarılı, en düzenli, en efendi, en terbiyeli olmalarını istedikleri için böyle yönlendir-; melere başvururlar. Aşırı otoriterlikte mükemmeliyetçilik de vardır. Ancak mükemmeliyetçi kişilik yapısına sahip olan insanlar çocuklarına fiziksel ceza vermezler. Onlar daha çok tehdit ve hakarete varan sözler kullanırlar.
Eminim siz de çocuğunuzun kendine güvenli, yaşamda rahatlıkla kendi ayakları üzerinde durabilen, başarılı bir birey olmasını arzu ediyorsunuz. Ancak yönteminiz çok yanlış. Çünkü çocuğunuz sizin aşırı otoriteniz karşısında ürkek, verdiğiniz cezalar karşısında korkak, koyduğunuz kurallar karşısında çaresiz olacak ve pasif bir kişilik yapısı geliştirecektir. Bazan bu pasif kişilik yapısı ergenlik döneminde değişim göstererek, aşırı saldırgan, tüm kuralları çiğneyen, aşırı öfkeli bir hale bürünecektir. İster istemez çocuğunuzla çatışmaya girecek ve belki de onu duygusal anlamda kaybedeceksiniz. Sizden uzak ve sevgisini asla size göstermeyen bir çocuğa sahip olacak ve bundan acı duyacaksınız.
En iyisi siz aşırı otoriter yapınızı çocuğunuza karşı yumuşatmaya özen gösterin. Fiziksel ve sözel şiddete başvuruyorsanız buna hemen son verin. Çocuğunuzla sağlıklı iletişim kurmaya çaba gösterin. Çocuğunuza koyduğunuz kuralları bir kez daha gözden geçirin. Anlamsız ve gereksiz olanları kaldırın. Çocuğunuzu aşırı kurallarla boğmayın. Bırakın, özdenetimini oluştursun ve kendisi için gerekli olan kuralları yine kendisi geliştirsin. Böylelikle kendisini idare edebilen, kendisi için iyiyi, doğruyu, kötüyü ve yanlışı görüp ayırt edebilen bir birey olma yolunda çocukluğunu ve gençliğini deneyimlesin. İşte o zaman kendiniz ve çocuğunuzla gurur duyabilirsiniz.
Aşırı otoriter babaların en büyük engellerinden biri de sevgilerini paylaşamamalarıdır. Çocuklarını çok sevmelerine rağmen çocuklarına sevgilerini gösteremezler. Bu babaların çocukları sevilmediklerini, hep hata yaptıklarından dolayı babalarının onları sevmediklerini düşünürler. Sevgiyi hissedemeyen çocuklar da başkalarına sevgilerini hissettiremezler. Oysa duygusal dünyamız çok zengindir. Sevgiyi hissetmek, hissettirmek ve paylaşabilmek, bunun sonucunda da mutlu olmak hayattaki en büyük başarıdır. Bu başarıdan çocuğunu mahrum bırakmayın ve ona sevginizi gerek davranışlarınızla, gerek sarılmalarınızla, gerekse sözlerinizle hissettirin.
Mükemmeliyetçi babalar
Mükemmeliyetçi kişilik yapısı ne kadar zordur. Kişi mükemmel olmak için hayatı boyunca nasıl da zorlanır!
Mükemmeliyetçi kişiler sadece kendilerinin değil, eşlerinin ve çocuklarının da mükemmel olması için çaba gösterirler. Bu kişilerin kendilerinin, eşlerinin ve çocuklarının mükemmel olmaları da onlara yeterli gelmez, işleri mükemmel, maaşları mükemmel, evleri mükemmel, oturdukları şehir ve semt mükemmel, arabaları mükemmel, eşyaları mükemmel, hatta komşuları bile mükemmel olmalıdır. Ne yazık! Her zaman her yerde mükemmeli arayacak ve bulamayacak olmaları ne yazık!
Mükemmeliyetçi erkekler yaşamlarındaki her kişinin, her durumun ve her konumun en olmasını isterler. En güzel, en bakımlı, en şık kadın kendi karısı olmalıdır. En güzel, en çalışkan,en başarılı çocuk kendi çocuğu olmalıdır. En iyi meslek, en yüklü maaş yine kendisinin ve en popüler insanlar dostları, komşuları olmalıdır. Mükemmeliyetçi insan enler arasında sıkışıp kalan ve asla kendisini özgür düşünmeye bırakamayan insandır.
Mükemmelliyetçi babalar kendi kişilik yapılarının doğası ve eğilimi doğrultusunda çocuklarına yaklaşırlar. Mükemmelliyetçi babaları aşırı otoriter babalardan ayıran en belirgin farklardan biri, bu babaların sevgilerini çocuklarına hissettirmeleri ve paylaşabilmeleridir. Mükemmeliyetçi babalar çocuklarının da mükemmel olmasını istedikleri için pek çok kural koyarlar ama koydukları bu kuralları çocuklarına uygulama yoluyla öğretirler. Örneğin çocuğuna akşam yemeğinden sonra diş fırçalamayı kural olarak koyan bir baba, yemek sonrası ´´Haydi birlikte dişleri fırçalamaya..." diye çocuğunu yönlendirir.
Mükemmelliyetçi babalar çocukların bir an önce emeklemelerini, yürümelerini, konuşmalarını isterler. Çocuklarınının okul yaşantılarında en yüksek notları almaları için ellerinden geleni yaparlar. Dersleri birlikte çalışırlar, özel öğretmenler tutarlar. Bu babalar çocuklarını her alanda desteklemeye hazırdırlar,
Müzikte, balede, sporda, resimde çocuklarını desteklerler ama aynı zamanda da yeteneği olmasa bile çocuklarını zorlarlar. Bu zorlama ise çocuğu olumsuz etkiler. Çocuk hırçınlaşır ve yeteneği olmayan bir alana zorla yönlendirildiği için başarılı olamaz, kendine güvenini kaybeder. Yetenekli olduğu alanda bile başarı gösteremez.
Mükemmeliyetçi kişilik özelliğine sahip bir babaysanız bilin ki, çocuğunuzun kapasitesini zorluyorsunuz. Doğada ve yaşamda hiçbir şey mükemmel değildir.
Bir çiçek güzel olabilir ama mükemmel değildir. Dikkat ederseniz, yapraklarının her birinin farklı renkte olduğunu, tıpatıp aynı olmadığını görürsünüz. Mis gibi koku yaydığı zamanlar olduğu gibi, solduğu zamanlar da vardır. Uçsuz bucaksız denizler mükemmel değildir. Bizi serinletebilir ve göz zevkimizi okşayıp ruhumuzu ferahlatabilir ama aynı zamanda dalgaları bizi yutabilir ve içinde yaşayan canlılar bize zarar verebilir. Yeryüzünde, gökyüzünde ve doğada mükemmellik yoktur ama eşsizlik vardır.
Mükemmel değil ama siz de eşsiz çocuklar yetiştirebilirsiniz. Her insan tektir ve eşi benzeri yoktur. Dünyaya gelen hiçbir insan bir diğerinin aynı değildir. Bunu tek yumurta ikizlerinde bile görebilirsiniz.
Unutmayın ki, çocuğunuz tektir, eşi-benzeri yoktur. Sizden, eşinizden ve atalarınızdan aldığı genlerle sizlere mutlaka benzeyen fizik ve kişilik özellikleri olacaktır ama o kendine özgü bir varlık, bir birey, bir kişiliktir. Çocuğunuzu olabildiğince tanımaya özen gösterin. Onu yeteneklerini ortaya koyabilmesi için özgür bırakın, zorlamayın. Ondan mükemmel olmasını beklemeyin. Mutlu olması inanın çok daha önemli. Çünkü mutlu Çocuklar başarıyı çok kolay elde eden çocuklardır.
Mükemmelliyetçiliğiniz çocuğunuza rol model oluşturabilir ve o da sizin gibi hayatında her şeyin mükemmel olmasını isteyebilir. Bu arayış onu yorar, hayal kırıklığına uğratır. Çocuğunuza hayatta hiçbir şeyin mükemmel olmadığını öğretin ona eşsizlikten bahsedin. Pek çok alanda değil ama birkaç alan da eşsiz başarılar yakalayabileceğini anlatın. Ve hayatta hiçbir; şeyin sonu olmadığından bahsedin. En iyinin de iyisi olduğu gerçeğini önce siz kabullenin, sonra çocuğunuza örneklerle gösterin.
Mükemmelliyetçi yönünüzü törpülemek için egzersizler yapın. "Çocuğumu mükemmelliğe değil, eşsiz ve mutlu olmaya yönlendireceğim" diye kendinize telkinlerde bulunun. Kendi önünüze koyduğunuz ve sizi mutsuz eden sınırlarınızı kaldırın Unutmayın, o sınırları kendinize siz koydunuz ve kaldıraç olan da sizsiniz. Bu konuda eşinizden de yardım istemekten çekinmeyin.
Aşırı koruyucu babalar
Genellikle kadınlara, annelere özgü sanılan bu kişilik özelliğine erkeklerde de rastlayabiliyoruz. Aşırı koruyucu anneler alışık olduğumuz için onları çok fazla yadırgamazken, aşırı koruyucu babalara rastladığımız zaman şaşırıyoruz. Bir baba çocuğuna koruyuculuğu bize ters geliyor. Gelenek ve göreneklerimizin de bunda etkisi olduğu kesin.
Aşırı koruyucu bir kişilik yapınız varsa korkularınızın esirisiniz demektir. Bizim toplumumuzda ise erkek cesur olur, gözü kara olur. Sanki erkekler için biçilmiş bir kişilik yapısı vardır, her erkek bu formata uymak zorundadır. Elbette böyle bir yorum söz konusu değil. İçlerinde korku duygusunu taşıyan çok erkek vardır ve bu erkekler baba olduklarında, aşırı koruyucu tavırlarıyla, yüreklerinde var olan potansiyel korkuyu şekilde açığa vurarlar.
Aşırı koruyucu babalar çocuklarının bakımı konusunda eşlerine asla güvenmezler. Çocukları düştüğünde eşlerine müthiş kızarlar ve suçlarlar. Çocuğu ihmal ettiğine ve ilgilenmediğine inandıkları için eşleriyle kavga ederler ve eşlerini iyi anne olmamakla suçlarlar. Aşırı koruyucu babaların içleri hiç rahat değildir, işe gittiklerinde gün içerisinde sık sık evi arayarak eşlerini kontrol ederler. Çocuğun iyi olup olmadığını sorarlar. Bu babalar çocuklarını kreşe ve okula zar zor gönderirler. Sürekli endişe ve kaygı duyarlar. Çocuklarının başına kötü bir olay gelecek duygusu onları aşırı korumacılığa iter.
Bu babalar çocukları büyüdüğünde de çocuklarına rahat vermezler. Çocuklarım dışarı yollamazlar, arkadaşlarıyla gezip-dolaşmasına izin vermezler, çocuklarını dizlerinin dibinde isterler. Bu babaların çocukları büyük bir psikolojik baskı altında yaşarlar.
Aşırı koruyucu babaların özgüven sorunları olduğu için bu babalar çocuklarına da güvenmezler. Oysa çocuk ancak kendisine güvenildiğinde kendine güvenini geliştirmeye başlar. Anne-babası tarafından güvenilmeyen çocukların özgüven yoksunu bireyler olduklarını biliyoruz. Aşırı koruyucu babaların çocukları da, tıpkı aşırı otoriter babalar gibi, pasif kişilik yapısı geliştirebiliyorlar. Hayattan korkan, sosyal olamayan, sosyal fobileri olan kişiler olma olasılıkları çok yüksek oluyor. Kendilerine güven duyguları gelişemediği için, okul ve iş yaşamlarında başarılı olamıyorlar ve özel ilişkilerinde mutluluğu yakalayamıyorlar. Bu çocuklar insanlardan korkan, hayattan korkan, yaşamında kendisine iyi gelecek yeni adımlar atamayan, değişimden kaçan kişiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Çevrelerinden sürekli destek bekliyorlar ve desteklenmeden hiçbir şey yapamıyorlar.
Eğer çocuğunuzun bu kişilik özelliklerine sahip olmasını istemiyorsanız, ki hiçbir baba istemez, bir an önce aşırı koruyuculuğunuzdan vazgeçin. Merak etmeyin, çocuğunuzun kendi savunma mekanizmaları var ve kendisini tehlikelerden rahatça koruyabilir. Tabiî ki anne-baba olmanın gereklerinden biri çocuğu her türlü kötülük ve olumsuzluklardan korumaktır. Ancak çocuğa kendisini korumayı öğretmek de anne-babanın görevleri arasında değil mi?
Ömür boyu çocuğunuzun faşında olamayacağınıza göre, onu korumak yerine onu hayata hazırlamak, hayattaki olumsuz sürprizlere karşı onu donanımlı kılmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Üstelik ona zarar vermediği sürece, bazı durumları yaşayarak öğrenmesi daha etkili değil mi?
Öyle görünüyor ki, önce siz korkularınızdan kurtulmalısınız. Bunu tek başınıza yapamazsanız, bir uzmandan bu konuda profesyonel yardım alabilirsiniz. Unutmayın ki, zaman çok değerli ve çocuklar çok hızlı büyüyorlar. Sonradan pişmanlıklar yaşamaktansa şimdiden önlem almak ve çocuğunuzu ruh sağlığı yerinde olan bir birey olduğunu görmek sizin için en büyük mutluluk olacaktır.
Duygu cimrisi olan babalar
Böyle de bir kişilik özelliği olur mu diyebilirsiniz. Evet oluyor. Bazı erkekler duygu cimrisi olabiliyor. Kadınlarda daha az görülen bu kişilik özelliğine erkeklerde daha çok rastlanıyor. Bu erkekler duygularını asla ifade etmek istemiyorlar. Özellikle de olumlu duygularını karşı tarafa söylemeyen, belli etmemek için özen gösteren bu erkekler, tıpkı parasını harcamaktan korkan cimri insanlar gibi, duygularını açığa çıkarmaktan korkarlar.
Bireysel yaşantılarında ve özel hayatlarında bu tutumlarından dolayı eleştiriler alan bu erkekler baba olduklarında da aynı tavırlarına devam ederler. Psikoterapi seanslarına katılan pek çok yetişkin danışanım şöyle demiştir: ´´Kendimi bildim bileli babamdan bir kere bile ´seni seviyorum´ kelimesini duymadım." ne kadar acı veren bir durum değil mi?
Her çocuğun birincil gereksinimi sevgidir. Her çocuk anne-babasından sevildiğini duymak ister. Hatta küçük çocuklar zaman zaman anne-babalarına "beni sevmiyorsun!" derler. Çünkü sevildiklerini duymak ve emin olmak isterler. Bundan daha doğal bir istek olabilir mi? Biz yetişkinler de öyle değil miyiz? Sevdiğimiz insanlar tarafından sevildiğimizi duyduğumuz zaman ne kadar mutlu oluruz, değil mi? İşte çocuklar biz yetişkinlerin duyduğu mutluluğun binlerce katını duyarlar sevildikleri söylendiğinde.
Duygu cimrisi babalar ise çocuklarına sevdiklerim söylemezler. Çocuklarına sevdiklerini söyledikleri zaman onların şımaracağını düşünürler, sözlerini dinlemeyeceklerine inanırlar. Erkek çocuğa sevgi kelimeleri kullanılmaz çünkü o erkektir. Kız çocuğuna ise söylenmez, şımarır, tepene çıkar. Bu babalar sadece sevgi sözcüklerini değil, onaylama sözcüklerini kullanmakta da cimrilik gösterirler. "Aferin, harikasın, çok güzel yapmışsın" gibi, çocuğu onaylayan sözcüklerden kaçınırlar.
Bir aile terapisi seansında, beş yaşlarındaki erkek çocuğu yaptığı resmini babasına getirmiş ve neşe dolu gözlerle bakarak araba resmini güzel çizip çizmediğini sormuştu. Ve nefesini tutarak heyecanla babasının yanıtını beklemişti. Babası resme bakmış ve "Eh, fena olmamış" demişti. Çocuk ağlamaya başladığında ise, "Görüyor musunuz İlkim hanım, bu oğlan işte hep böyle sulu gözlü, ne yapacağız bununla bilemiyorum" diye şikâyette bulunmuştu. Oysa çocuk babasından coşku dolu bir sesle "Harika bir araba çizmişsin oğlum, aferin sana" kelimelerini duymak istemişti. Böylece bir sonra çizeceği resme daha motive olacak, daha hevesli olacak ve daha da güzel bir resim yapacaktı. Babasının o tavrından sonra küçük çocuk çizdiği resimleri Babasına hiç göstermedi.
Günümüzde bilim insanları sevgi enerjisinin gücü üzerinde pek çok araştırma yapıyorlar. Sevgi sözcükleri mırıldanarak sulanan çiçeklerin bile daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü oldullarını savunuyorlar. Çiçeklerinizi sularken onları sevdiğiniz söyleyin diyorlar. Hayvan davranış bilimcileri, evcil hayva rınızla ara sıra konuşun diye yönlendiriyorlar. Kedinize, köpeğinize, kuşunuza, balığınıza, kaplumbağanıza yemeğini verirken sevgi dolu yaklaşın ve sevgi sözcükleri kullanmayı ihmal etmeyin diyorlar. Doğadaki canlılar bile sevgi sözcükleriyle daha hızlı ve sağlıklı büyürlerken, daha uzun ömürlü olurlarken insan yavrusunun sevgi enerjisine ne kadar gereksinimi olduğunu siz düşünün.
Duygu cimrisi olan kişilerin, yani duygularını kendilerine saklayan kişilerin anne ya da babalarının da aynı özelliğe şahit olduğunu görüyoruz. Çocukluklarında anne-babalarından sevgi sözcükleri duymayan, anne-babalarının duygu paylaşımlarından yoksun kalan çocukların yetişkin olup anne-baba olduklarında aynı özelliklere sahip olmaları pek de şaşırtıcı olma gerek.
Belki siz de duygularını eşiyle ve çocuğuyla paylaşamaya birisiniz. Böyle bir tutum içindeyseniz eminim eşiniz bunda son derece rahatsızdır. Ve rahatsızlığını size mutlaka söylüyordur. Ancak çocuğunuz bu rahatsızlığını dile getiremeyebilir Verdiği tepkilere dikkat ederseniz bunu açıkça görebilirsiniz Ortada hiçbir şey yokken hırçınlaşıp ağlıyorsa, eve geldiğinizde sürekli sizinle oynamak istiyorsa ya da sizden uzak duruyor anlam veremediğiniz kaprisler yapıyorsa bilin ki, sizin yakınlığınıza ihtiyacı var demektir.
İç dünyanıza şöyle bir bakın ama objektif olmaya çalışın.Duygularınızı paylaşmadan yaşamaktan mutlu musunuz? Siz paylaşmadığınız sürece, çocuğunuz da büyüdüğünde sizinle duygularını paylaşmayacaktır. Onunla aynı evde yaşayan yabancı gibi olmak sizi üzmeyecek mi?
Gelin, duygularınızı açığa çıkarın. Sevdiğinizi, beğendiğinizi, özlediğinizi, onayladığınızı, takdirlerinizi çocuğunuzla ve sevdiğiniz insanlarla paylaşmaya önce karar verin, sonra da yavaş yavaş uygulamaya başlayın. "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur, değişmez" diye düşünmeyin. Evet, kişilik yapınız değişmez ama bazı özelliklerinizi değiştirmek elinizde. Hele bu değişim sizin ve ailenizin gelişimi için gerekliyse kaçınılmaz olmalıdır. Olumlu değişimler her zaman olumlu gelişimleri beraberinde getirir. Duygu cimrisi olmaktan vazgeçin ve sevginizi dile getirin.
Sorumluluk duygusu gelişmemiş babalar
Sorumluluklarımız bizi hayata taşıyan ve yaşamı anlamlandırmamıza neden olan kimi zaman pozitif, kimi zaman da negatif yüklerimizdir. Sorumluluk duygusu çocuğa daha çok küçükken aşılanması gereken bir duygudur. Çünkü çocuk tüm yaşamı boyunca bu duygusu sayesinde ya başarılı ve mutlu olacak ya da başarısız olup yakınlarını mutsuz edecektir.
Sorumluluk duygusu gelişmemiş pek çok baba olduğunu biliyoruz. Bu babaların kişilik yapılarım incelediğimizde, sorumluluk almayı sevmeyen, sorumluluktan kaçan, sorumluluklarını başkalarının üzerine atmayı alışkanlık edinen erkeklerle karşılaşıyoruz. Sorumluluk duygusundan yoksun olan babalar doğal olarak çocuklarıyla ilgili de hiçbir sorumluluğu almazlar. Çocuklarına ilişkin tüm sorumluğu eşlerine yüklerler.
Yeni doğan bebeklerinin bakımıyla ilgili hiçbir görev yükünmezler. Anne geceler boyu bebekle ilgilenirken onlar mışıl mışıl uyurlar ve bundan asla rahatsız olmazlar. Bebeğin mamasını yapmak, gazını çıkarmak ya da bebekle ilgilenmek onlara Çok uzak davranışlardır.
Bu babalar çocukları büyüdüğünde de çocuklarına ilişkir sorumluluklardan kaçarlar. Çocuk hastalandığında doktora götürmek, çocuğu okula götürmek, veli toplantılarına katılmak çocuğun herhangi bir sorunuyla ilgilenmek onların da görevi! değildir sanki. Tüm bunları anne tek başına yapmaya çalışır.
Sorumsuz babalar rahattırlar. Çocuklarının ergenlik dönemlerine de bir katkıları olmadığı gibi, eşlerini çocuğun üzerine çok düşmekle suçlarlar. "Rahat bırak çocuğu" diyerek, çocuğun başına gelebilecek olumsuzlukları düşünmezler.
Sorumsuz kişilik özelliğine sahip babalar çocuklarının ger maddi gerekse duygusal ihtiyaçlarıyla ilgilenmezler. Onlar için,çocuğun doğmasına katkıda bulunmuş olmak en büyük görevdir, gerisine karışmazlar.
Ancak bu babalar bilmelidirler ki, çocuklarıyla aralarında uçurumlar oluşacaktır. Babasıyla hiçbir duygu, düşünce, davranış ve yaşantısını paylaşmayan çocuklar babalarını bir yabancı gibi görürler. Annelerine bağlı olurlar ve annelerine büyük bir hayranlık beslerler. Onların gözünde babaları saygıdeğer önemli biri değildir. Babaları tarafından sevilmediklerini ve önemsenmediklerini düşünürler, buna inanırlar ve babalarına uzak dururlar.
Kırklı yaşlarında bir baba, terapide şunları anlatmıştı:
- Uzun yıllar baba olmanın sorumluluklarını yerine getirmediğimi şimdi anlıyorum. Çocuklarla her zaman eşim ilgilendi, den yardım ya da destek istediğinde hep kaçtım. Geçenlerde bu oğlumu askere gönderirken ona, ´kendine iyi bak´ deyince, bana ne dedi biliyor musunuz? ´Şimdi mi aklına geldim?´
Sorumluluk duygusu gelişmemiş babalara ilişkin, sanırım daha fazla söz söylememe gerek yok.
Aşırı hoşgörülü babalar
Hoşgörü çok önemli bir kişilik özelliği. Her insanda olması gereken ve insanlar arası iletişimi sağlıklı kılan hoşgörü, aşırı olduğu zaman ilişkilerdeki dengeleri bozabiliyor.
Aşırı hoşgörülü anneler kadar, aşırı hoşgörülü babalar da çocuğun kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyebiliyor. Her şeye evet diyen, çocuğunun her istediğini yerine getiren, çocuğuna sınırlar koyamayan, hatta çocuğa sınırlar koyduğu için eşine kızan babalar çocuklarına iyilik yaptıklarını sanıyorlar ama inanın, durum hiç de çocuğun olumlu gelişimi yönünde ilerlemiyor.
Aşırı hoşgörülü babaların çocukları şımarık, kural tanımayan, disiplinsiz, annelerinin sözlerini dinlemeyen, anneleriyle sürekli çatışma halinde olan, annelerini babalarına şikâyet etme cesaretini gösteren, akıllarına eseni yapan, kendilerini dünyanın merkezi zanneden ama büyüdükçe böyle olmadığını anlayıp hayal kırıklıklarıyla tanışan gençler oluyorlar.
Aşırı hoşgörülü babalar çocuklarına sonsuz özgürlük tanırlar. Çocuk yemek yemeğe direniyorsa, yemese de olur, bırak, çocuk yemek istemiyor" diye eşlerine kızarlar. Çocukları ders çalışmadığında uyarmazlar, başarısız notlarla dolu karneler getirdiklerinde büyük bir hoşgörü gösterirler ve çocuğu çalışması için motive etmezler, çocukları hata yaptığında tepki vermezler, kısacası çocuklarının duygusal ve kişilik gelişimini olumsuz yönde etkilerler.
Aşırı hoşgörülü babaların çocukluk yıllarına baktığımızda, anne ya da babadan birinin kaybını ya da uzakta olduğunu görüyoruz. Bu kişilerde sevdiklerini kaybetme korkusu yoğun bir biçimde etkin oluyor. Çocuğunun sevgisini kaybetmemek için, çocuğunun onu daima sevmesi için, mutlu bir çocukluk geçirmesi için, sorunlarla boğuşmaması için böyle bir özellik geliştiren bu babalar çocuklarının mutluluğu adına hatalı davranışlarda bulunurlar.
Özellikle ergenlik dönemini yaşayan genç için, aşırı hoşgörülü baba modeli risk faktörü oluşturur. Özgür olma duygusunun en yoğun yaşandığı ergenlik döneminde, her yaptığının ve yapacağının babası tarafından hoşgörüyle karşılanacağından emin olan genci pek çok tehlike bekler. Gece geç saatlere kadar eve gelmemek, uygun olmayan arkadaşlıklar kurmak, okula gitmemek (okulu asmak), sigara, alkol kullanmak vb. davranışlar aşırı hoşgörülü babaların çocuklarında sık rastlanan davranışlar arasında yer alır.
Baba aşırı hoşgörülü olduğunda anne aşırı otoriter rolünü oynamak zorunda kalır ama ne yazık ki, bu dengesizlik çocuğun da dengelerini alt üst eder.
Çocukların sevgiye, ilgiye, şefkate, hoşgörüye olduğu kadar, kurallara ve disipline de ihtiyaçları vardır. Çocuklar kendilerini tam olarak kontrol edemezler. Onların, anne-babalarının yönlendirmesine ve kurallarına gereksinmeleri kaçınılmazdır. Çocuğu ne çok fazla baskılamak, kurallarla boğmak, ne de çok fazla hoşgörülü olup onu çok erken özgürlüklerle tanıştırmak doğrudur. Çocuğa dengeli yaklaşmak her zaman en iyi formüldür,Kuşkusuz, dengelerin bozulduğu zamanlar olur, olacaktır da, ancak yeni dengeler en kısa zamanda kurulmalıdır.
Cezalar çocuğun kişilik gelişimini nasıl olumsuz etkilerse, sınırsızlık da çocuğun kişilik gelişimini olumsuz etkiler. Çocuğunuzun gelişiminin sağlıklı ve dengeli olmasını istiyorsanız annesine ve size karşı saygılı olmasını istiyorsanız, tehlikelere karşı korunaklı olmasını istiyorsanız, aşırı hoşgörülü tutumunuzu terk etmeniz gerekiyor. Hiç kolay olmayacağından eminim. Bu değişimi gerçekleştirmeye çalışırken çok fazla zorlanacaksınız. Nasıl ki,aşırı otoriter kişilik yapısına sahip biri kolay kolay hoşgörülü olamazsa ve hoşgörülü olmakta zorlanırsa, sizin de değişim aşamasında sinirleriniz gerilecek. Ancak bunu çocuğunuzun iyiliği için yaptığınızı düşündükçe inanın her şey daha kolay olacak ve bu süreci daha az zorlanarak geçireceksiniz. İşe önce kendinize kurallar koymakla başlayın ve çocuğum beni sevmezse duygunuzdan biran önce kurtulmaya bakın.
Sorun çözücü babalar
Sorunları doğru saptamak ve doğru çözümler üretebilmek, olumlu kişilik özellikleri arasında yer alır. Sorun çözücü kişiler kendi hayatlarında zorlanmadıkları gibi, başkalarının hayatlarını da kolaylaştırırlar. Ancak bu aşırı boyutlara ulaştığında ya da sürekli bir durum aldığında karşı tarafın kendisini geliştirmesini engeller.
Düşünün, her türlü sorununuza çözüm getiren bir insan var yanınızda ve başınız her sıkıştığında, her imdat dediğinizde yanınızda olacağını biliyorsunuz. Aslında oldukça hoş bir durum. Bir de madalyonun diğer yüzüne bakalım: Bu kişi bir gün hayatınızdan çıktı gitti, kendinizi nasıl hissedersiniz? Sudan çıkmış bir balık gibi, değil mi? Neyi nasıl yapacağınızı bilemezsiniz, var olan sorunlarınızı göremediğiniz gibi, görseniz bile doğru çözümler üretmekte zorlanırsınız.
Sorun çözücü kişilik özelliğine sahip babalar çocuklarının karşılaştığı her zorluğu kendileri çözerler. Çocuk arkadaşıyla kavga mı etti, baba hemen devreye girer; çocuk okulda olumsuz bir olay mı yaşadı, baba hemen olaya el koyar; çocuk dersinde zorlandı mı, baba yine çocuğun yanındadır. Ve zaman içerisinde çocuk hiçbir şekilde hiçbir problemini çözemez hale gelir, zaten bunun için çaba da göstermez. Karşılaştığı her zorluğu babasına iletir ve olayın gerisine karışmaz.
Bu çocukları hayatta zorlukların beklediğim söylemek gerçek dışı olmaz sanırım. Yaşam çözülmesi gereken problemlerle dolu. Arkadaş ilişkileri, özel ilişkiler, iş hayatı, evlilik toz pembe bir süreçte gitmiyor. Bir de tüm bunlara kişinin iç dünyasındaki çatışmaları, hayatıyla ilgili vermek durumunda olduğu önemli kararları da eklersek bulmacalar dizisini görebiliyoruz. O halde insanın elde etmesi gereken en önemli becerilerden birisi, sorun çözme becerisi oluyor. Biz çocuğumuzun arkadaşıyla ilişkilerine her zaman karışırsak, kardeşiyle her kavga ettiğinde aralarına girip aralarını bulmaya çalışırsak, yapmakta zorlandığı derslerini onun yerine biz yaparsak, kendi küçük dünyasında kendince alması gereken kararları onun yerine biz alırsak, onu hayata karşı nasıl hazırlamış oluruz? Tabiî ki çok zayıf ve güçsüz.
Bazen çocuğunuzun yanlış kararlar aldığını görseniz bile karışmayın; çocuğunuzun aldığı bu karar onu fazlasıyla zedeleyecek ve zarar verecekse, elbette onu uyarın ve doğruyu gösterin.Ama zararsız yanlışlarını yaşamasına da olanak tanıyın. Çünkü hayat çok da hoşgörülü değil. Hayatta güçlü olmak durumunda olduğunu asla unutmayın.
Bir anne-baba için en zor durum, çocuğunun hata yaptığını görmek ve hiç müdahale etmeden onu sadece izlemek olduğunu biliyorum. Ancak ileriki yaşlarında büyük hatalar yapıp geri dönüşü olmayan zedelenmeler yaşayacağına, bırakın küçük yaşında küçük yanlışlar yapsın ve kendi doğrusunu bulabilsin.
Kendi iç sesinin ona rehberlik edeceği olgunluğa erişmesi için ona olanak tanıyın. Onu dinleyin ve arkadaşıyla olan sorununa kendisinin nasıl bir çözüm düşündüğünü sorun. Kardeşiyle olan çatışmasını nasıl sonlandırmak ya da en aza indirmek için ne düşündüğünü sorun. Kendisiyle ilgili size sorun getirdiğinde ve danıştığında, ona onun bu sorunu nasıl çözmeyi pladığını sorun. Yanlış yolda ilerlediğini fark ederseniz bu konuda biraz daha düşünmesini önerin. Siz onun yerine düşünmeyin, onu düşündürün. Ona düşünmesini öğretin. Düşünerek detaylara inmesini deneyimlesin. İnanın pişman olmayacaksınız.
Destekleyici ve paylaşımcı babalar
İnsanın kişilik özellikleri çeşit çeşit. İnsanda olması gereken en güzel özelliklerden biri de paylaşımcı ve destekleyici bir yapıya sahip olması. Eleştirmek, kurallar koymak, baskı yapmak, kızıp-bağırmak, yönetmek gibi eylemler kolay yapılabilen davranışlar arasında yer alırken, sevdiklerini desteklemek ve duyguları, düşünceleri paylaşmak ne yazık ki çok sık rastlanmayan ve insanın yapmakta zorlandığı davranışlar arasında yer almakta. Davranış bilimciler bunun nedenini, kişinin kendini kontrol etmesi ve bu kontrolün kolay olmaması olarak açıklıyorlar. Gerçekten de iç dünyamızı ve tepkilerimizi kontrol etmemiz çok da kolay değil. Ancak bunu başarabilen insanlar da yok değil.
Burada önemli faktörlerden birinin de, çocuklara saygı duymayı öğrenmemiş olmamız diye düşünüyorum. Çocuk büyütmeyi; onu devamlı kontrol etmek, onu yönlendirmek değil de, yönetmek, yasaklar koymak olarak niteliyoruz. Çocukları her an yanlış yapacak, potansiyel güvenilmez varlıklar olarak görüyoruz.
Çocuklarımıza asla güvenmiyoruz. Onları deneyimsiz olarak görüyor ve kendi olumsuz yaşam deneyimlerimizden yola Akarak onları kısıtlıyoruz. Çocuklarımızı dinlemiyoruz. Onların duygu ve düşüncelerim bizimle paylaşmalarına olanak tanıladığımız gibi, biz de onlara ait duygu ve düşüncelerimizi onlarla paylaşmıyoruz. Belki onlarla hayatımızla ilgili anılarımızı Paylaşıyoruz ama onlarla ilgili iç dünyamızı onlara açmıyoruz.
Kendimizi nedensiz bir biçimde çocuklarımıza kapatıyoruz. Çocuklarımızla aramıza sağlam duvarlar örüyoruz. Ve o duvarları ne biz yıkabiliyoruz ne de onlar.
Paylaşımcı ve destekleyici kişilik özelliğine sahip babalar çocuklarını yetenekleri ve başarıları konusunda desteklerler, aldıkları kararları sonuna kadar (olumlu ise) desteklerler. Kendi doğrularını değil de çocuğunun doğrularını göz önünde bulundururlar.
Çocuğu arkadaşı tarafından tartaklanan iki baba düşünün ve çocuk ağlıyor. Birinci baba bağırarak diyor ki, "Sen nasıl kendini dövdürür ve ağlarsın? Ne biçim erkeksin? Ağlayacağına git sen de ona vur Bu baba kendi doğrusunu çocuğunun yapmasını isteyen bir baba. Üstelik çocuğunu eyleme geçirmek için;de çaba gösteriyor, ikinci baba ise, "Arkadaşınla kavga ettiğin için üzgünsün ve ağlıyorsun. Sakinleşip kızgınlığın ve üzüntün geçince eminim en iyi kararı vereceksin.´ Bu da çocuğunun kendi doğrusunu bulması için destek olan bir baba.
Yıllarca kendi doğrularımıza inanan ve onları uygulayan yetişkinler olarak, çocuğumuzun kendi doğrusunu kabullenmek oldukça zor. Ancak gerçek olgunluk burada başlıyor. Terapi seanslarından birinde, bir baba oğlunun doktorluk mesleğini seçmesi gerektiğine yürekten inandığım, bunu rahatlıkla başarabileceğini ama onun tiyatrocu olma isteğine de saygı duyduğunu söylemişti. Çocuk gerçekten çok zeki ve derslerinde oldukça başarılı bir gençti. Anne-baba doktordu. Ama asla çocuklarına baskı yapmadılar. Onun seçimine saygı duydular. Zorlandılar ama çocuklarının duygularını, hayata ve kendisine ait düşüncelerini paylaştılar. Çocuklarına güvendiler. Doktor olsaydı nim çok başarılı bir hekim ama mutsuz bir insan olacaktı. o şimdi çok başarılı bir tiyatrocu ve aynı zamanda çok mutlu bir insan.
Paylaşımcı babalar çocuklarının en saçma düşüncelerini bile eleştirmeden dinlerler, sonra da kendi düşüncelerini çocuklarıyla paylaşırlar. Bu karşılıklı paylaşım çocukta özgüven oluşturur, çocuk aynı zamanda babasının düşüncelerinin öneminin de farkına varır. Babasının düşüncelerini de kendi düşünce deposu içine aktarır. Böylelikle babasının düşüncelerini gereksiz bulup, bir kulağından alıp diğerinden çıkarmak yerine onu benimseyerek, ihtiyacı olduğunda kullanmak için bilincine kayıt eder.
Çok sevdiğim ve şimdilerde mesleğinde çok saygın ve başarılı olan birisinin çok sevdiğim bir anısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Liseyi bitirdiğinde üniversiteyi yurtdışında okumak istediğini babasına söylemiş. Babası da çocuğunun bu düşüncesini desteklemiş ve onu yurtdışına göndermiş. On yedi yaşında bir gencin ailesinden ayrılıp, en çılgın yaşında yurtdışına okumak için gitmesi oldukça riskli bir durum. Bu genç ilk senesinde gittiği ülkenin cazibesine kapılmış olacak ki, gezmiş tozmuş ve okumadan Türkiye´ye geri dönmüş. Babası okulun nasıl gittiğini sorduğunda, gezmekten okula gitmediğini itiraf etmiş. Babası oğluna kızıp bağırmak yerine, onun duygu ve düşüncelerini paylaşmış, onu dinlemiş ve demiş ki, "Gençlikte olur böyle şeyler, bu sene başaracağını umuyorum Genç kulaklarına inanamamış. Babası onu okumaya tekrar gönderiyormuş. İkinci sene bizim genç yine yurtdışında okumanın yolunu tutmuş. Ama ne mümkün okumak! Onca eğlence ve yeni yerler görmek varken, kızlar varken, anne-baban başında değilken, olabildiğince özgürken, okula gitmek olur mu hiç? "Yarın okula giderim, bu hafta geçsin de haftaya giderim" derken ikinci sene de göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş. Vatana ve aileye dönüş zamanı gelince delikanlının boğazı düğüm düğüm olmuş. Yaptıklarını ve yapmadıklarını büyük bir olgunlukla karşılayan babasına ve annesine ne yanıt vereceğini, onların yüzüne nasıl bakacağını düşünmeye başlamış. Eve gelince ailesine her şeyi anlatmış. Babasından son bir şans istemiş. İzin verirse bu gidişinde okuyacağına söz vermiş. Baba-oğul başbaşa konuşmalar yapmışlar. Genç, duygularını babasına anlatmış, orada yaptıklarını paylaşmış ve babası onun yeniden okumaya gitmeşine izin vermiş. Tekrar uçak bileti alınmış, hazırlıklar yapılmış ve böyle bir babası olduğu için çok şanslı olan bu genç bu kez başarılı olma adına yurtdışına okumaya gitmiş. İlk olarak, eski arkadaş grubunu bırakmış, onlardan uzaklaşmış ve babasının güvenine layık olmak için okumaya başlamış. Derslerinde başarılı olduğu gibi, ailesine daha az yük olmak için çalışmış, hatta o kadar başarılı olmuş ki, yabancı bir ülkede öğrencilere ders bile vermeye başlamış.
Bu gencin babası çocuğuna destekleyici davranmasaydı, onul aşağılasaydı, "Okumayı beceremedin, beceriksiz ve tembelsin diye eleştirse ve cezalandırsaydı, "Aklın bir karış havada, artık okumayı unut" deseydi, büyük bir ihtimalle çocuğunun geleceğini olumsuz yönde etkileyecekti. Bu baba oğluna güvendi, onu destekledi, onunla empati kurdu ve duygularını anlamaya çalıştı, son bir şans istediğinde bu şansı ona verdi ve desteğini çocuğuna olan güveninin boşa çıkmadığını gördü. Bu genç o kadar başarılı olmuştu ki, okuduğu bölümün yükseğini de yapınca üniversite tarafından orada kalma teklifi aldı, yüksek maaşla iş teklifleri aldı ama geri dönüp ülkesinde çalışmayı, ülkesine faydalı olmaya karar verdi. Anne ve babasının ona olan emeklerinin karşılığının ülkesine dönmek olduğunu düşündü.O şimdi ülkesine büyük hizmetler veriyor. Ve o da iki çocuğuna, kızına ve oğluna destekleyici paylaşımcı bir baba olarak yaklaşıyor.
Çocuğunuz hata yaptığında cezalandırmak yerine, ona doğruları anlatır, neden hata yaptığını ona buldurur, onu dinlerseniz, onunla empati kurar ve onu desteklerseniz, ona güvendiğinizi ve sevdiğinizi hissettirirseniz, mutlu ve başarılı bir çocuk büyüttüğünüze emin olabilirsiniz.
Çocukların yaşları kaç olursa olsun, sevildiklerini ve güvenildiklerini hissetmek isterler. Hissettikleri bu sevgi ve güven duygusu hem onların kendilerine güvenlerini artıracak hem de kendileriyle barışık olmalarım sağlayacaktır. Aynı zamanda çocuğa ailesine ve kendisine karşı sorumluluk duygusu aşılayacaktır. Sorumluluk duygusu gelişmiş olan çocuklar gerek öğrencilik yaşamlarında, gerek özel ve sosyal hayatlarında, gerekse iş alanında başarılı bireyler olacaklardır. Bu da bir anne-babanın en büyük mutluluğudur.
Hayata en zor olan eylemlerin başında çocuk büyütmek geliyor. Çocuk büyütmek, onu yetiştirmek, kişiliğinin olumlu gelişmesi için çaba göstermek çok da kolay olmuyor. Zaman zaman yoğun çatışmalar, sabırların taşması, hayal kırıklıkları olmuyor değil.
Anne-baba olmayı dünyanın en zor ama en keyifli mesleği olarak gördüğümü her fırsatta söylüyorum. Okulu yok, öğretmem yok, eğitimi yok. Anne-baba olmayı bize öğreten en iyi öğretmenlerin çocuklarımız olduğuna inanıyorum. Onlara güvenmeyi öğrenmeli, sabırlı olmalı, sınırları dengeli koymalı ve sevgimizi paylaşmalıyız. Sonradan pişman olmamak ve üzülmemek için, bu küçük öğretmenlerden öğreneceğimiz çok bilgi olduğunu bilmeliyiz. Kişiliklerini tanımaya çalışmalı ve kendi kişiliğimizin onu nasıl etkilediğim bulmaya çalışmalıyız. Aşırı olan her davranıştan kaçınmalıyız. Aşın otoriter, aşırı hoşgörülü, aşırı kuralcı, aşırı mükemmeliyetçi, aşırı kaygılı, aşırı sınırsız vb. yaklaşımların hem çocuğumuzu hem de çocuğumuzla bizim aramızdaki ilişki ve iletişimi olumsuz etkileyeceğini bilin.
Dengeli davranmak her zaman kolay olmasa da, olabildiğince dengeleri yerinde tutmaya çalışmak mümkün. Yeter ki çaba gösterin.
Her baba çocuğunun en iyi çocuk olmasını ister, Her çocuk da babasının en iyi baba olmasını. Her çocuk babasının gözünde en iyi olmak için çırpınır. Ya her baba?

EVLİLİĞİNİZE ANNE-BABA OLMAYI NASIL YERLEŞTİRDİNİZ?

Sanılır ki evlilikler; içlerinde sadece eşleri barındırır...
Bu sanıda olan çiftler, evliliklerine anne-baba olmayı yerleştiremezler.
Evlenirken...
Hayatınızı bir başka hayatla birleştirmek ve bütünleştirmek düşüncesi kimi zaman sizi ürkütmüş olsa da sevdiğiniz insanla bir ömür boyu, hani derler ya, iyi günde, kötü günde hayatı paylaşmak isteği daha ağır basar ve kanunlar önünde de aşkınızı, sevginizi pekiştirerek evliliğe adımınızı atarsınız.
Evlenen her kadın ve erkeğin evlilikten, mutluluk başta olmak üzere pek çok beklentisi vardır. Eşlerin kendi bireyselliğine göre farklılıklar gösteren bu beklentiler zaman içinde eşlerin birbirinin beklentilerine yanıt vermesi ve uyum sağlamasıyla dengeye girer. Eşler benim dediğim olacak şeklinde tepkiler gösterirlerse, kendi aralarında bir kişilik savaşına, diğer bir deyişle kişilik çatışmasına girerler, ki bu durum evliliğin olumsuz yönde ilerlemesine ve hatta bir süre sonra bitmesine bile neden olabilir. Oysa hiç kimse evliliğe bitirmek için adım atmaz.
Evlilik süreci hem çok basit, hem de çok karmaşık bir süreçtir. Eşlerin kişilik yapıları, birbirlerinden ve evliliklerinden beklentileri, cinsel uyumları, birbirlerinin ailelerine karşı tutumları, evliliğin dinamiğini etkileyen faktörler arasındadır. Eşlerin sorun çözme yöntemleri de çok önemlidir. Kavga ederek sorunlarını çözüme ulaştıracaklarını sanan eşler ne yazık ki yanıldıklarını kısa bir süre sonra fark ederler. Kavgaların içine hakaretler,karşı tarafı küçümseme, sürekli eleştirme gibi davranışlar da eklenince eşler arasında saygı duygusu sona ermeye başlar. Evliliklerde sevgi kadar saygı da gereklidir. Şiddetin olduğu evliliklerde ise hem sevgi hem de saygı zedelenip yok olmaya mahkûmdur.
Evlenirken her iki taraf da mutlu hayaller içindedir. Birbirlerini hiç üzmeyeceklerine, sadık kalacaklarına ve ömür boyu birbirlerini seveceklerine söz verirler. Ama ne yazık ki, verilen bu sözler genellikle çabuk unutulur.
Evlilikten ve eşten beklentiler
Her insanın evlilikten beklentileri farklıdır. Kimi insan için evlilik güven içinde yaşamak anlamına gelirken, bir başkası için evlilik toplum içinde daha iyi bir konuma gelmek anlamını taşıyabilir. Maddi olarak daha rahat bir hayat, sosyal statülerde olumluluk gibi beklentilerin yanı sıra duygusal beklentiler de evlilikteki yerini alır. Eş tarafından sevilmek, sayılmak, çekici ve cazip olmak, saygı görmek, sevgi sözcüklerini duymak, ilgi görmek, şefkat görmek, onaylanmak gibi duygusal beklentiler doğal olarak eşlerin birbirlerinden beklentileri arasında yer alır. Kadın eşinin bir başka kadına yan gözle bile bakmasını istemezken, aynı duygu durumu erkek için de geçerlidir. Sahiplenme ve sahip olunma duyguları da evlilikteki beklentiler arasındadır. Bazı kadınlar eşlerinin, kendilerini kıskanmadıklarını söyleyerek bundan üzüntü duyarlar. Bu kadınlar için kıskanılmak sevilmekle eş anlamlıdır. Kimi kadın içinse eşinin kıskançlığı ilkel bir davranıştır. Kimse kimsenin sahibi olamaz. Aynı duygular erkekler için de geçerlidir. Karısı tarafından kıskanıldığı için mutlu olan erkeklerin yanı sıra, bu durumdan oldukça rahatsız olan erkeklerin sayısı da az değildir.
Sevildiğini sözel olarak duymak isteyenler, sevildiğini davranışlarla görmek isteyenler ve sevildiğini dokunuşlarla hissetmek isteyen eşlerin yanı sıra, her eş kendi kişilik yapısına göre, eşinden farklı beklentilere girer. Evliliğin ilk ayları eşlerin karşılıklı birbirlerini tanımalarıyla geçer. Araştırma sonuçlarına göre, eşlerin tam olarak birbirlerini tanımaları ilk beş yıl içerisine yayılmaktadır. İnsanın dinamik bir yapıya sahip olduğu ve zaman içerisinde değişimler yaşadığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, eşler her geçen yıl birbirlerinin yeni yeni özelliklerini öğrenirler.
Evlilikten beklentilerin başında yer alan faktörlerden biri de, çocuk sahibi olmaktır. Bu, hem evlenen çiftin hem de aile yakınlarının ve dost çevresinin beklentisidir. Yeni evli çiftlere anne-babaları, arkadaşları, ne zaman çocuk sahibi olacaklarını sorar dururlar. Bu sorular eşlerde ister istemez baskı oluşturur. Ailelerin beklentilerini yerine getirmek için, anne-baba olmaya henüz hazır değilken çocuk sahibi olan pek çok çift vardır. Eşlerin birbirlerine ve evlilik sürecine adapte olmadan çocuk sahibi olmaları sorun oluşturur. Çünkü çocuk, beraberinde büyük bir sorumluluğu da getirmektedir. Duygusal anlamda çocuk sahibi olmaya hazır olmayan eşler bu sorumluluğu taşımakta zorluk çekerler. Zorlanma depresif belirtileri getireceği gibi, henüz oturmamış evliliğin dengelerini de alt-üst edebilir. Bu yüzden eşler önce birbirlerini tanımalı, birbirlerine ve evliliğe uyumu öğrenmeli, ondan sonra çocuk sahibi olmaya karar vermelidirler. Bu konuda belli bir süre vermek çok da doğru olmaz. İki sene çocuk sahibi olmayın ya da falanca süre sonra çocuk sahibi olun gibi bir reçete vermek, sağlıklı olmaz. Ancak eşler, evliliklerinin dengeye oturup oturmadığını anlayabilirler. Evliliklerine eğer objektif kakabilirlerse doğru değerlendirmeleri yapabilirler.
Eş rolünden anne-baba rolüne
Evlilik yaşamı kişinin hayatını bambaşka bir noktaya çeker. Artık tek başına düşünmek, tek başına karar vermek, aklına estiğinde istediğin yere gitmek, bireysel davranmak; yerini iki kişilik düşünmeye, iki kişilik karar vermeye, kısacası iki kişilik yaşamaya bırakmıştır. Artık tek başınıza uyumayacak, yatağınızı eşinizle paylaşacaksınız. Artık sadece kendi sevdiğiniz yemekleri değil, onun da sevdiği yemekleri yiyeceksiniz. Yepyeni bir eviniz var ve siz evinizin her köşesini eşinizle paylaşmak durumundasınız. Yatağınızdan mutfağa, banyodan tuvalete kadar, artık bireysel yaşamınız sona ermiştir ve her şeyi paylasaçağınız bir eşiniz vardır. Duygularınızı, düşüncelerinizi paylaşırken yeni sorumluluklarınıza da uyum sağlamak durumundasınızdır. Ne kadar uzun flörtler olursa olsun, aynı evi paylaşmadan çiftler birbirlerini gerçek anlamda tanıyamaz ve birbirlerine olan sorumluluklarını tam olarak tanımlayamazlar.
Her evlilikte eşlerin kendilerine ait sorumlulukları kimi zaman sözlü, kimi zaman da sözsüz olarak tanımlanmıştır. Erkek H ve kadın birbirlerinden beklentilerim kimi zaman sözle ifade ederek, kimi zaman da davranışlarıyla belli ederler. Karısı kendisinden daha geç eve gelen bir erkek surat asarak, karısına kendisinden daha sonra eve gelmesinden rahatsız olduğunu ifade etmeye çalıştığı gibi, bundan hoşlanmadığını söyleyerek de anlatabilir. Kocasının kendisine sesini yükseltmesinden hoşlanmayan bir kadın da ya surat asarak ya da ağlayarak bunu belli edebileceği gibi, sözle de ifade edebilir.
Farklı kişilik yapılarına sahip, farklı ailelerde büyümüş farklı eğitimler almış iki insanı aynı eve koyduğumuzda, onlar birbirlerine bağlayan tek şeyin aşk ve sevgi olduğunu görmemiz pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Birbirinden tamamen far ama birbirine sevgiyle bağlı olan iki insanın birbirlerine ve ye
yaşamlarına alışması doğal olarak zaman alacaktır. Uyku saatlerinden uyanma saatlerine, televizyonda izledikleri programların farklılığına kadar, beslenme alışkanlıklarından boş saatlerini değerlendirme şekilleri, zevkleri ve heyecanlarındaki değişikliklere kadar aynı olmayan iki kişinin birbirlerine ve evliliğe uyum sağlaması elbette zaman alacaktır.
Evlilik terapisi alan bir çifti anımsıyorum. Yedi yıldır evlilerdi, erkek Doğuluydu ve kebap çeşitlerini, Doğunun yemeklerini çok seviyordu; kadın Ege bölgesindendi ve kendi bölgesinin yemeklerini yapıyordu. Kocası yıllardır ona Doğunun yemeklerini öğrenmesi için yalvarmıştı ama kadın damak zevkine uymadığı için kocasının bu isteğini yerine getirmemişti. Kocası eşinin yaptığı sebze yemeklerini yiyordu. Yani karısına bu anlamda uyum gösteriyordu ama kadın eşinin mutfak kültürüne ve alışkanlığına uyum sağlamamış hatta böyle bir istek ve çaba göstermemişti bile. Bu durum zaman içerisinde erkeğin şöyle bir düşünce geliştirmesine neden olmuştu: "Karım beni yeterince sevmiyor. Yedi yıllık evliliğimizde bir kere bile sevdiğim bir yemeği yapmadı. Evliliklerinin bu alanında kadın direnç gösteriyor ve sorumluluk almak istemiyordu. Kadının almak istemediği bu duygusal sorumluluk ise evliliklerinde sorun oluşturuyordu. Bu evlilikte kadın, eşinin ve evliliğin kendisine biçtiği rolü oynamak istemiyor ve direniyordu.
Evliliklerde eşlerin çok çeşitli rolleri ve sorumlulukları olmasına karşın, günümüz modern evliliklerinde kadın ve erkek eşit rollere sahip olmasına karşın, değişmeyen tek rol anne-baba rolüdür. Günümüzün çalışan modern kadım eve geldiğinde yorgun olduğunu söyleyip eşinden yemeği hazırlamasını rica edebilir ama anne olduğu zaman "Çok yorgunum, bebeği bu akşam Sen emzir" diyemez. Bunun yanı sıra, günümüz babaları eşlerine yardım amacıyla çocuğun gazım çıkarmak, altım değiştirmek, uyutmak gibi sorumlulukları paylaşmaktadır ve payla malıdır da.
Annelik rolünde zorlanmak
Evlilik kadına ve erkeğe çeşitli sorumluluklar yüklerken evlilikteki rolünü benimsemeye çalışırken, günün birinde yaşamına yeni bir sorumluluk daha eklenir: Anne olmak.
Her kadın günün birinde anne olmak ister. Kadında içgüdü sel olan annelik sanıldığı kadar kolay bir sorumluluk değildir Bebeği sadece karnında taşımak,onu dünyaya getirmek, altını değiştirmek yetmez. Bebeğe zaman ayırmak gerekir, bu da annenin kendi zamanının büyük bir kısmını bebeğe adaması anlamına gelir. Evliliğin başında iki kişilik olan haya artık üç kişiyle paylaşılacak, üç kişiye göre yaşanacaktır. Bu ı yeni bir uyum süreci anlamına gelir.
Erkek, eşinin sorumluluklarını ne kadar paylaşırsa paylaş yükün çoğu kadındadır. Erkek sabah işe gittikten sonra kaç küçük bebeğiyle baş başa kalır. Artık istediği an dışarı çıkma arkadaşlarla buluşmak, kuaföre gitmek, banyoda keyif yapma telefonda sohbet etmek, yerini tamamen bebeğin ihtiyaçlar karşılamaya bırakmıştır. Saatler koşturmacaya yetmez. Ne zaman sabah olur, ne zaman akşam olur, anne anlayama bile. Günü yakalayamaz, kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz, sinirleri bozulur. Zaten doğumdan sonra hemen eski kilosu dönememenin stresi de vardır. Kendine güveni azalır. Küçük bir bebeğin tüm hayatım yönettiği düşüncesi, yaşamının kısıtlandığı hissi, kocasının artık onu fiziksel olarak beğenmediği düşüncesi yeni annenin depresif düşünceleri arasında yer alıp,büyümeye başlar.
Evliliğin gerekleri bir taraftan beklemezken, bebek de beklemez. Her ne kadar makineler yıkıyor olsa da çamaşırlar,
İşler kadının gözünde büyüdükçe büyür, kendisini bekleyen ütüler yapılması gereken akşam yemeği, evin derlenip toparlanması derken bir de aynada kendisine baktı mı? "Eyvah bana neler oluyor?" sorusu bir balyoz gibi başına vurur. Bakımsızdır, eskisi gibi güzel değildir, gözleri bir başka bakıyordur artık. Bu yük ona fazla gelmektedir. Bebek durmadan acıkmakta, altını kirletmekte ve ağlamaktadır. Yeni anne bunlarla başa çıkacak gücü olmadığını düşünür.
Bu duyguları hemen hemen her kadın yaşar. Bazı kadınlar daha yoğun, bazı kadınlar daha hafif yaşar ama mutlaka yaşanır. Akşam eş eve geldiğinde oldukça olumsuz bir manzarayla karşılaşır. Bitkin, stresli, sinirli, öfkeli ve yorgun bir kadın. Evlendiği kadın gitmiş, yerine sanki başka bir kadın gelmiştir. Sürekli söylenen, sürekli şikâyet eden bu kadını sakinleştirmek ve mutlu etmek artık eskisi gibi kolay değildir.
Ancak hayatta hiçbir şey aynı kalmadığı gibi, bu zorlu günler de sonsuza dek sürmez. Bebeğin tatlı gülücükleri, çıkardığı sevimli mırıltılar, küçücük elleriyle annesinin eline sıkı sıkı sarılması ve hızla büyüyor olması kadının gerginliğini hafifletmeye başlar. Zaman içinde anne daha pratik olmaya başlar. Ev işleri daha düzene girer, bebek her geçen gün daha sevimli oluyordur, kendisi zayıflamaya başlamıştır, zamanı daha nitelikli kullanmayı öğrendikçe hayat daha kolaylaşır. Zamanla eski sosyal yaşamına dönmeye başlar. Arkadaşlarına zaman ayırabilir. Çalışıyorsa iş hayatına geri dönmesi ona iyi gelir. Artık kendisine daha çok zaman ayırabiliyor, saatlerin peşinden koşmaktan yorulduğu günleri geride bırakıyordun Eşiyle mola verdiği yaşamı yeniden canlanıyor ve bu da onun kendine olan sevenini pekiştiriyordur.
Eşiyle uyumu sağlıklı olan, evliliğinde mutlu olan kadınlar Siliklerine anne olma rolünü kolay yerleştirebilirler. Ancak çoğu kadın eş ve anne rollerini birbirine karıştırabilir. Evliliği, anne olmayı sağlıklı yerleştiremez. Bazı kadınlar anne olduktan sonra çocuklarını hayatlarının merkezi haline getirerek eşlerini ve evliliklerini ihmal edebilirler. Bazı kadınlar anne rollerini eşlerine de genellerler ve eşlerine eş değil de anne olmaya başlarlar. Bazı kadınlar ise anne olmayı bir türlü benimseyemezler.
Annelik rolünü hayatınızın merkezi yapmayın
Bu başlık sakın sizi yanıltmasın. Anne olduktan sonra çöl doğal olarak, yepyeni sorumluluklar sizi bekliyor olacak ve sorumluluklarınızı sevgiyle ve içtenlikle yerine getirmelisiniz, Çocuğunuzun yaşı kaç olursa olsun ona zaman ayırmalı, sağlıklı iletişim kurmalı ve ona sevginizi hissettirmelisiniz. duygusal ihtiyaçlarım karşılamalı, ona destek olmalı, sınırla öğretmeli, okul yaşamında ona yardımcı olmalı, arkadaş ilişkilerini kontrol etmeli, fizik sağlığına özen göstermeli, ona yaşan öğretmelisiniz. Ancak tüm bunları yaparken evliliğinizi, kendinizi ve eşinizi de ihmal etmemelisiniz.
Anne rolünüz tüm yaşamınızı kapsamamak. Siz sadece anne değil, aynı zamanda arkadaş, evlat, dost, eş ve bireydir Bazı kadınlar anne olduktan sonra tüm yaşamlarını çocukla göre düzenlerler; evet, ilk yıllarda bu, olması gereken bir davranıştır. Ancak çocuğunuz büyüdükçe gerek onun kişilik gelişir açısından, gerekse sizin sosyal ve özel yaşamınız açısından çok da sağlıklı değildir. Çocukları büyüdüğü halde eşiyle sinemaya gitmeyen, baş başa bir hafta sonu geçirmeyen pek çok kadın var. Çocuğun nasıl ilgi ve sevgiye ihtiyacı varsa unutmayın ki, evliliğinizin de bakıma ihtiyacı var. Eşinizin ilgi ve sevgiye ihtiyacı var. Evde sürekli çocuğun peşinde maktan, çocuk büyüdüğü halde ona halen küçük bir bebek amelesi yapmaktan, eşiyle sohbet etmeyen, eşiyle iletişimi olmayan kadınlardan olmayın. İç dünyanızın tüm doyumunu çocuklarla karşılamaya kalkarsanız günün birinde kendinizi yapayalnız bulacağınızdan emin olun. Ergenlik dönemiyle birlikte çocuğunuz yavaş yavaş sizden kopmaya başlayacak, kendi sosyal çevresini kuracak, arkadaşlarına daha çok zaman ayıracaktır. Liseyi bitirip üniversite dönemine başladığında ise siz ona ancak istediği zaman rehberlik eden bir anne konumunda olacaksınız. Daha sonra ise zaten o da kendi yaşamını kuracak. Tabiî ki her zaman size ihtiyacı olacak, sizin desteğinize gereksinim duyacak ve sizi sevecek. Siz nasıl annenizden ayrılıp kendi yuvanızı kurdunuzsa, o da bir gün kendi yuvasını kurmak ve mutlu olmak adına evden ayrılacak.
Anne olma rolünüzü evliliğinize sağlıklı bir biçimde yerleştirin. Anne olduktan sonra tüm yaşamınıza anne olmayı genellemeyin. Çocuğunuza sadece anne modelini öğretmeyin. Çocuğunuz annesinin aynı zamanda babasının hayat arkadaşı olduğunu da görsün. Annesinin arkadaşlarına karşı iyi bir dost, anne-babasına karşı evlat rollerini de izlesin.
Çocuklar için sadece anne rolü yeterli değildir. Çocuklar aynı zamanda anne-babalarının iletişimlerinden de çok şey öğrenirler. Birbirleriyle sağlıklı iletişim kuran, birbirine zaman ayı-ran, birbirine sevgiyle yaklaşan anne-babaların çocukları mutlu Çocuklar olurlar. Çocuklar evliliklerden doğrudan etkilenirler. Babasıyla çok da fazla ilgilenmeyen, tüm ilgiyi kendisine gösteren bir annenin çocuğu bu evlilikten ve kendisine olan davranış biçiminden olumsuz etkilenecektir.
Psikoterapi seanslarında çok sık karşılaştığım durumlardan biri çocuğun babasını kıskanması, babasını saymaması, babasının sözünü dinlememesi, önemsememesidir. Çünkü anne tüm enerjisini çocuğa vermektedir. Baba eşinden biraz ilgi istese çocuk hemen devreye girer ve anneyi sahiplenir. Anne çocuğun yaşamında öyle bir taht kurmuştur ki, babanın arzuları çocuk için hiçbir önem kazanmamaktadır. Çocuk için babasının varlığı çok da önemli değildir. Bu ise son derece sağlıksız bir anne-çocuk ilişkisidir. Çocuğun, annesine olduğu kadar babasına da ihtiyacı vardır. Onun paylaşımlarına, uyarılar sevgi ve ilgisine de gereksinimi vardır. Anne tüm bunları kendisi yapmaya kalktığında, ortaya ruh sağlığı bozuk, davranış bozuklukları oluşmuş çocuklar ve sağlıksız evlilikler çıkar. Terapi seanslarından birinde bir eş şöyle demişti: - Karım sadece çocuğumuzla ilgileniyor. Çocuğun okul dersleri, özel hocaları, çocuğun arkadaşlarının doğum günle çocuğun sevdiği yemekler, çocuğun markalı giysileri, evdeki partileri, çocuğumuzun sevdiği televizyon programlarını izleriz; on beş yaşına geldiği halde o uyuyorsa ses çıkaramaz Sadece annesinin sözüne önem verir. Ben evde sadece para makinesiyim. Küçükken, küçük olduğu için eşimle dışarı çıkamadık, şimdi ergenlikte diye onu bir an bile yalnız bırakmıyoruz Yıllardır eşimle baş başa bir yemeğe gitmedik. Ben karımın hayatında neredeyim, gerçekten çok merak ediyorum.
Aile bir bütündür. Aile içinde her bir bireyin, diğerine farklıdır. Evliliğinize anne olmayı dengeli yerleştirin. Ne çocuğunuzu, ne eşinizi, ne de kendinizi ihmal etmeyin. Çocuğunuza olan sorumluluklarınızı sevgiyle yerine getirin, aynı zamanda eşinizle evliliğinizi sağlıklı bir biçimde yürütün. Sadece çocuğunuzla değil eşinizle de bütünlesin. İçsel mutluluğunuzu sade bir noktaya kilitlemeyin. Çünkü bu size zaman içinde eşiniz çocuğunuzun ve kendinizin mutsuzluğu olarak geri döner.
Asla eşinizin annesi olmayın
Kadınlar anne olduktan sonra, anne rolünü o kadar benimsiyorlar ki, bu rolü yaşamlarına genelliyorlar. Eşlerine de tıpkı çocuklarına davrandıkları gibi davranıyorlar. Bir süre sonra, eşleri de onları hayat arkadaşları ve kadınları olarak değil de anneleri gibi görmeye başlıyor.
Eşlerini aldatan erkekler üzerinde yapılan bir çalışma bize şunu gösteriyor: Eşlerini aldatan erkekler, eşlerini eş olarak değil de, daha çok anne gibi görüyorlar. Anne gibi sevecen, koruyucu, kollayıcı, şefkatli tanımlamalarını kullanıyorlar. Bu eşlerin bazıları, karılarını aldattıklarını bile, gidip eşlerine söylediklerini ifade ediyorlar. Tıpkı yaramazlık yapan bir çocuğun, yaptığı yaramazlığı gidip annesine söylemesi gibi.
Bazı kadınlar kişilik yapılarından dolayı anaçtırlar. Çocuklarına, eşlerine ve çevrelerinde sevdikleri herkese kol-kanat gererler, korurlar, her ihtiyaçlarını anında karşılamaya çalışırlar. Bu kadınlar "hayır" demeyi bilmezler. Aşırı fedakârdırlar.
Bazı kadınlar ise, anne olduktan sonra, eş rollerini de anne rolüne çevirirler. Anne olma rolünü, kontrol etmek, kontrolcü olmak olarak algılayıp, çocuklarını ve eşlerini sürekli kontrol ederler. Ama buradaki kontrol kuşkuculuk ve kıskançlık anlamında değildir. Örneğin eşlerini öğleyin arayıp, yemek yiyip yemediklerini sorarlar, ne yediğini sorarlar, bir annenin çocuğuna yaklaştığı gibi yaklaşırlar eşlerine. Sabah evden çıkarken kıyafetlerini kontrol ederler ve üşüyebileceğim söyleyerek daha kalın giyinmelerini isterler.
Eşlerine anne olan kadınlar eş rollerinden çıktıkları için, eşleriyle çatışmalara girmezler, kapris yapmazlar, kıskançlık etmezler, eşlerinden talepleri çok az olur. Ancak bunun yanı sıra, evlilikleri ve eşleriyle olan iletişimleri sağlıklı değildir. Eşlerine anne olan kadınlar kendilerince mutludurlar ama ya eşleri?
Pek çok erkek, eşinin anne gibi olmasından şikâyet eder. Bu Şikâyetini eşine de dile getirir. Gerçek bir eş istediklerini, anne itemediklerini söylerler. Sizin de eşiniz böyle uyarılarda bulunuyorsa, lütfen dikkate alın. Eşinizin bir çocuk olmadığının, yetişkin biri olduğunun farkına varın. Kocanızın bir anneye bir eşe ihtiyacı olduğunu unutmayın. Tabiî ki, gerektiğinde şefkatle yaklaşacaksınız, gerektiğinde onu fark etmediği olumsuzluklara karşı uyaracaksınız ama bu bir annenin değil bir eş yaklaşımıyla olmalı.
Eşinize anne olup olmadığınızı, annelik rolünüzü eş rolünüzle karıştırıp karıştırmadığınızı kendi kendinize analiz etmeye çalışın. Eşinize anne gibi yaklaşıyorsanız bunu hemen değiştirmeye başlayın. Erkekler annelerini çok severler ama bir sevgili olarak sevecek partner de ararlar, öyle değil mi? Eşinize başka partnerler aratmayın. Onun sevgilisi olun, annesi değil.
Evli erkeklere şu sorular sorulduğunda, bakın nasıl yanıt veriyorlar:
Eşinizin, bir anne gibi üzerinize düşmesini ister misiniz?
Yanıtlar: Hayır.
Eşinizin sürekli sizi kontrol etmesi hoşunuza gider mi?
Yanıtlar: Hayır.
Eşinizin zaman zaman size karşı anneniz gibi şefkatli ve koruyucu davranmasını ister misiniz?
Yanıtların yüzde doksanı "hayır", yüzde onu "bazen".
Eşinizin sizin adınıza, sizden habersiz,, sizin iyiliğiniz için i varlar alması hoşunuza gider mi?
Yanıtlar: Hayır.
Eşinizin size yemek yeme, giyinme tarzınız ve diğer konulu ısrarcı olmasını ister misiniz?
Yanıtlar: Hayır.
Eşinizde annenizde olan hangi özelliklerin olmasını istersi
a) Kişilik yapısı
b) Koruyuculuğu
c) Çocuklarına ilgili ve sevgi dolu bir anne olması
d) Ev işlerinde becerikli olması
e) Güzel yemekler yapması
f) Kontrolcü olması
g) Sorun çözücü olması
Bu yanıtlardan en çok seçilen, (c) ve (e) seçenekleri oldu. Bu ankete katılan erkeklerin hepsi, eşlerinin çocuklarına iyi bir anne olması ve güzel yemekler yapmaları seçeneğini seçtiler. Erkeklerin annelerinde olan özelliklerden eşlerinde olmasını istedikleri sadece iki özellik çıktı. Erkekler onları koruyup kollayan, onlar adına kararlar alan, kontrolcü, baskıcı, her sorunu çözmeye çalışan, kısacası annelerine bu anlamda benzeyen özelliklere sahip eşler istemiyorlar.
(Bu anket, yaşlan otuz ile kırk beş arasında değişen, yüz erkeğe yapıldı.)
O halde evliliğinize anne olma rolünüzü ve sorumluluğunuzu sadece ve sadece çocuğunuzla ilgili alanlarda yerleştireceksiniz. Çocuğunuzun annesi olacaksınız, eşinizin değil.
Anne olmayı benimseyemedinizse...
Bazı kadınlar gerek kişilik yapıları, gerekse yaşam tarzları nedeniyle anne olmayı bir türlü benimseyemezler. Pek çok kadın danışanımdan, "Ben anne olmak için yaratılmamışım" cümlelerini çok duyarım. Bu kadınlar anne olmanın getirdiği sorumlulukları taşımakta zorlanırlar. Çocuğun peşinden koşmak, çocuğun yemek ve uyku düzenini sağlamak ve çocuğun düzenine göre yaşamını ayarlamak, çocuğun dersleriyle ilgilenmek, çocuğun duygusal yaşamını paylaşmak, arkadaş ilişkilerini kontrol etmek, arkadaşlarını ve arkadaşlarının ailelerini tanımak, çocuğa sosyal alanlar oluşturmak, çocuğun yeteneklerini keşfedip (spor, güzel sanatlar vb.) Bu yetenekleri doğrultusunda onu desteklemek ve bunun gibi daha pek çok sorumluluk ve uğraşı, bazı kadınlara büyük bir yük gibi gelir.
Bebeğinin uyku saati geldiği halde sokaklarda vitrin vitrin dolaşan, çocuğun dersi olduğu halde televizyonun sesini hiç kısmadan dizilerini seyreden, gece geç saatlere kadar çocuğu-sokakta oynamasına izin veren, disiplin sağlamaya gerek duymayan, çocuğu kendi haline bırakan anneler de yok değil. Kimi anneler de, kariyerinin peşinde koşmaktan, çocuğuyla terince ilgilenmiyor. Toplantılar, seyahatler derken çocuğunun kişilik yapısını tanımayan anneler de var.
Tüm bunlar kadının anne olma sorumluluğunu yüklenememesi, gezmek, sosyal yaşam, iş hayatı ve kariyer beklentilerinin,kendi yaşamında daha öncelikli ve birinci sırada yer almasından kaynaklanıyor. "Annelik rolünüzü hayatınızın merkezi yapmayın" diyorum ama bu demek değil ki, sorumluluklarınızı yaşamınızda geri planlara atın.
Kişilik yapınız anne olma sorumluluğunu taşımakta sizi zorlayabilir. Arkadaşlarla buluşmak, gezmek, iş toplantıları size daha keyif veriyor olabilir. Ama çocuğunuzla geçireceğiniz zamanlar da size keyif verecektir. Bunu bir zorunluluk değil de keyifli bir uğraş olarak görmelisiniz.
Zaten çocuklar, annelerine olan bağımlılıklarını her yıl biraz daha azaltırlar ve kendi özerkliklerini geliştirmeye çalışırlar Çocuğunuzu bir yük, size bir engel olarak görmekten vazgeçin.Elbette sosyal yaşamınız da olacak, iş hayatınız da devam edecek. Yaşamınızdaki her şeye nasıl zaman ayırıyorsanız, çocuğunuza da ayırmanız gerek.
Düşünün ki, makyaj yapmak için bile zaman ayırıyor ve güzel olması için özen gösteriyorsunuz. Alelacele yaptığınız makyâjlar güzel olmuyor. Bu kadar basit bir olay bile özen ve zaman gerektirirken, çocuğunuzun gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak büyümesi için de zaman ve özen gerekiyor. Çaba gösteriyor ama yapamıyorsanız, bu durumda danışmanlık ve uzman yardımı almalısınız.
Anne olmak da bir sanat, bu sanatı öğrenmelisiniz. Pek kadın makyaj kurslarına, güzellik kurslarına, spor merkezlerine rahatlıkla gidebiliyor. Daha güzel olmak, daha güzel bir vücuda sahip olmak adına bunun yöntemlerini öğrenmek için pek çok paralar harcanıyor, zaman ayırılıyor. Daha nitelikli bir anne olmak için neden bir danışmandan yardım alınmasın ki? Neden anne olmanın, çocuğa nasıl yaklaşılacağının yöntemleri öğrenilmesin ki?
Genellikle bu tür danışmanlıklar anlamsız, zaman ve para kaybı olarak görülür ama çocuk ergenlik dönemine gelip de aile içinde ciddi sorunlar çıkmaya başlayınca soluk psikologlarda alınır. Ve anne-baba çocuklarının bir an önce düzelmesini isterler. Kısacası uzmandan mucizeler beklerler. Tabiî ki sorunlar çıktığında uzman yardımı alınmalı ama temelden sağlam adımlarla gitmek, koruyucu amaçlı danışmanlıklar almak, ileride var olabilecek sorunları aza indirir.
Anne olma sanatını öğrenmekten çekinmeyin ve gecikmeyin. Evliliğinize anne olma sanatını da yerleştirin.
Evliliğiniz ve babalığınız
Erkekler baba olmaya can atarlar. Baba olmak onlar için erkekliğin bir kanıtı ve aynı zamanda soyun devamı anlamına gelir. Her ne kadar 2000´li yılları yaşıyor olsak da ve her ne kadar cinsiyet ayırımı yapmıyoruz desek de, halen pek çok babanın gönlünde erkek çocuk yatar. Çünkü soyu erkek çocuğu devam ettirir düşüncesi beyinlerine yerleşmiştir.
Bu yıl (2003) bebeğinin cinsiyetini öğrendiğinde hayal kırılığına uğrayan bir baba tanıyorum. Kendisi en iyi okullarda okumuş, yurtdışında görev yapmış, konuşmaları ve düşünceleri oldukça çağdaş bir genç erkek olmasına karşın, çocuğunun kız Bacağını öğrendiğinde, "Neden erkek değil ki? Keşke erkek ol-Saydı" demesi beni çok şaşırtmıştı. Çağdaşlaşıyoruz diyoruz ama zihinlerin içi medeniyete ulaşmadıkça, çağdaşlık sadece görüntüde kalıyor. Ne yazık!
Baba olmanın da anne olmak gibi bir sanat olduğuna inanıyorum. Öğrenilmesi ve sürekli geliştirilmesi gereken bir süreç.Erkekler çocuklarının olacağını öğrendiklerinde çok sevinir ama kadınlar kadar hassas duygular hissedemezler. Bebek doğduğunda ise ortam o kadar karmaşa içindedir ki, kafaları sır, panik olurlar ve ne yapacaklarını bilemezler. Baba olduklarını hissetmeleri zaman alır. Bebek büyüdükçe erkeğin baba olma duygusu da büyümeye ve artmaya başlar.
Erkekler çocukları doğduktan sonra eşlerinin değiştiğini düşünürler, bu düşüncelerinde de haklıdırlar. Eskiden sadece kendileriyle ilgilenen eşleri gitmiş, kendisini bebeğe adamış biri gelmiştir. Artık eve gelindiğinde, hazırlanmış özenli sofraların yerini, bulaşıkla dolu bir mutfak, geceleri mum ışığında dinlenen romantik müziklerin yerini, durmadan ağlayan bebeğin sesi, tek çizgili ütülenmiş pantolonların yerini, ütüsüz pantolonlar, incecik vücutlu ve güler yüzlü eşin yerini de, stres dolu ve kilolu bir eş almıştır.
Günler geçtikçe ve bebek büyümeye başladıkça eski düzen yerine gelmeye başlar. Erkeğin de yardımı ve paylaşımıyla günlük yaşam daha düzenli bir hale gelir.
Bu arada erkek baba olmayı evliliğine yerleştirmekte kadın kadar zorlanmaz. Çünkü erkek için her şey kendiliğinden oluşuyordur. Doğum odasından kucağına verilen bebek, anne bakımı sayesinde günbegün büyüyen çocuk, erkeğin hayatında radikal değişimlere neden olmaz. En radikal değişim, birden bire artan masraflardır.
Erkekler baba olma duygularını, çocuklarından geri almaya başladıklarında daha net hissederler. Çocuk ona gülümsediğinde, "baba" dediğinde, "baba" diye koştuğunda erkek, baba olmayı deneyimlemeye başlar. Her erkek kendi kişilik yapısı (bkz. "Kişiliğiniz ve babalığınız" ) özeliklerine göre farklı baba modelleri oluştururken,baba olmak erkeği evliliğine ve eşine daha çok bağlayan bir faktör olarak karşımıza çıkar. Ancak erkekler çocuğun büyümesi ve yetiştirilmesi konusundaki sorumluluklarından kaçmayı seçerler. Bu görev sanki kadına verilmiş gibi, erkek sadece çocuğun oluşmasından sorumluymuş gibi bir psikoloji vardır. Ta ki, çocuk büyüyene kadar bu durum böyle devam eder.
Çocuk büyümeye başladığında, özellikle de ergenlik dönemi başlarında babalar birden bire devreye girerler. Çılgınca yasaklar koymaya başlarlar, sözlerini geçirmeye büyük çabalar gösterirler, cezalar verirler, çocuklarıyla çatışmalara girerler ve genellikle de anneler arada kalırlar. Erkekler eş ve baba rollerini genellikle birbirine karıştırmazlar. Ancak bazı erkekler eşleri anne olduktan sonra, eşlerine sadece anne rolünü yüklerler; bazı erkekler de baba olduktan sonra ciddi değişimler göstererek eşlerine de baba olurlar. Kimi erkekler de baba olmanın gereklerini hiçbir zaman yerine getirmezler, evliliklerine baba olmayı yerleştiremezler. Bu sağlıklı olmayan durumlar evliliğin zedelenmesine neden olur.
Eşinizi sadece anne olarak görmeyin
"Sen artık annesin..."
Bu cümle erkek tarafından ö kadar çok söylenir ki, kadınlar bu cümleyi duymaktan nefret ettiklerini söylerler. Erkek, eşi anne olduktan sonra, ona farklı bir anlam yükler. Kutsallık, meleklik, erişilmezlik vb. gibi kavramlar bebeğin ilk doğduğu günlerde kadına yüklenirken, daha sonraları bu yüklemeler yerini olgun olma beklentilerine bırakır.
"Sen artık annesin, böyle giyinemezsin."
"Sen annesin, eskisi gibi gezip tozamazsın."
"Sen artık anne oldun, kendini genç kız gibi zannedemezsin, daha ağır başlı olmalısın´
Erkeğin bu uyarıları ve bu tarz düşünme biçimi eşi için geçerlidir ama erkek bu yüklemeleri kendisine yapmaz.
Çocuk sahibi olduktan sonra eşi tarafından sadece anne olarak görülen kadınların sık sık depresyona girdiklerini, günlük yaşamlarında stres içinde olduklarını, kendilerine olan öz güvenlerinin zedelendiğini ve eşleriyle iletişim kurmakta zorluk ,çektiklerini biliyoruz.
Siz de eşinize böyle duygusal ve psikolojik bir yüklemede bulunuyorsanız bilin ki, evliliğinizde bir süre sonra tehlike çanları çalmaya başlayacaktır. Unutmayın ki, eşiniz sadece çocuğunuza karşı anne, hayatının tüm alanlarında değil. Eşinize kadın olduğunu, sizin için ne kadar değerli olduğunu, onu çok beğendiğinizi, cazip ve güzel bulduğunuzu, yeteneklerini onayladığınızı söylemeli ve hissettirmelisiniz ki, eşiniz de kendisine güvensin ve evliliğiniz sağlam temeller üzerinde devam etsin. Her fırsatta ona anne olduğunu hatırlatmak çok da doğru bir davranış olmasa gerek.
Bu davranışınızın altında, sizin baba olmayı evliliğinize nasıl yerleştirdiğiniz yatıyor. Siz baba olarak, eşinizden çok fazla annelik rolü istiyorsunuz. Ona sadece anne olma sorumluluğunu vererek kısıtlıyorsunuz. Onu belli bir alanda tutmak istiyorsunuz ama bu çok sağlıksız. Belki de eşinizi kıskanıyorsunuz, belki de onunla kişilik savaşına giriyorsunuz yani onu kabullenmiyorsunuz.
Kimi erkekler eşlerine karşı gizli bir kabullenmeme ve kıskançlık duyguları beslerler. Bu duygular uzun zaman açığa çıkmaz çünkü aynı zamanda eşlerini çok severler. Ne zaman ki, eşleri anne olur, işte erkek için aranan fırsat ayağının dibine gelmiştir. O artık bir annedir ve ona göre yaşamalıdır. Yaşamı kısıtlı olmalıdır. Erkek, eşinden beklentilerini ve ona karşı beslediği bilinçaltı duygularını, onun anneliğini bahane ederek açığa çıkarabilir. Açıkça kıskançlık yapmaz ama "Anne oldun, artık böyle giyinme" diyerek, dolaylı yoldan eşini kısıtlamaya başlar. Siz de baba olduktan sonra, evliliğinizde bu ya da buna benzer duygular yaşıyor, buna benzer tepkilerle eşinize yaklaşıyorsanız bilin ki, hata yapıyorsunuz. Bir an önce bu yaklaşımlarınızdan vazgeçmeli ve eşinizi olduğu gibi kabul etmeye çaba göstermelisiniz.
Asla eşinize baba olmayın
Eşlerine anne olan kadınlar olduğu gibi, eşlerine baba olan erkekler de var. Bu erkekler baba olduktan sonra, baba olma rollerini eşlerine de genellerler. Eşlerine tıpkı bir babanın, çocuğuna davrandığı gibi davranırlar. Eşlerine sürekli karışırlar, yol gösterirler, eşlerinin devamlı hata yaptıklarını düşündüklerinden onları hep uyarırlar, yanlışlarını yüzüne vurmaktan çekinmezler, eşlerine doğru yolu göstermek için uğraşırlar, eşleri hata yaptığında bağırır, küser ya da duygusal cezalar verirler.
Eşlerinin herhangi bir konuda tek başına karar almasını istemezler, tepki verirler. Bu erkeklerin eşleri kocalarına sormadan saç şeklini ve rengini değiştiremez, bir arkadaşıyla dışarı çıkamaz, tek başına alışveriş yapamazlar.
Eşlerine baba olan erkekler, tıpkı bir babanın çocuğuna kaygılanması gibi, eşlerini merak eder, kaygılanırlar. Eşleri bir yere gittiğinde, başına kötü bir şey gelir diye ya çok merak ederler ya da gideceği yere eşlerini kendileri götürürler. Eşleri hastalandığında, kendilerine iyi bakmadığı için kızarlar, sağlığına Dikkat etmediği için öfkelenirler. Kocaları eş gibi değil de, baba gibi olan kadınlar bu durumdan hiç de hoşnut değildirler. Kendilerini küçük bir kız çocuğu gibi hissettiklerini söylerler.
Bu iletişim biçimi sağlıklı bir iletişim değildir. Zamanla eşler arasında kavga ve tartışmaların çıkmasına, kadının isyan etmesine kadar olumsuz sonuçlara varabilir. Kadınlar bir baba değil de bir koca istediklerini ifade ettiklerinde eşlerinin büyük tepkileriyle karşılanır ve nankörlükle suçlanırlar.
Siz nasıl bir baba ve eşsiniz bilemiyorum ama baba olma rolünüzü evliliğinize bu şekilde yerleştirdiyseniz acil önlemler almanızda fayda var. Karınızın sizin öğütlerinize değil de sohbetinize ihtiyacı var. Karınızın sizin takibinize değil de ilginize ihtiyacı var. Karınızın sizin eleştirilerinize değil de onayınıza ihtiyacı var. Evlilik paylaşımdır, müşterek yaşamınızın, duygu ve düşüncelerinizin paylaşımıdır. Tabiî ki, birbirinizi eleştirdiğiniz zamanlar, olaylar ve durumlar olacaktır ancak bu sorunlar birlikte, her ikinizin de çözüm önerileriyle olumlu sonuçlara varacaktır. Tek tarafın istekleri doğrultusunda değil.
Size eşinizle empati kurmanızı, kendinizi onun yerine koymanızı öneririm. Yani rolleri değiştirin. Eşinizle empati kurduğunuzda, eminim ki, onu daha iyi anlayabilecek ve sadece çocuğunuza baba olmayı, eşinize ise eş olmayı seçeceksiniz.
Baba olma sorumluluğunu gerçekleştirin
Beş yaşındaki Murat, babasının kendisiyle hiç oyun oynamadığından şikayet ediyordu, babası ise ona fazlasıyla oyuncak aldığını, bu oyuncaklarla yeterince oyun oynayabileceğini anlatıyordu.
Üç ve yedi yaşında iki çocuk annesi Selma, eşinin çok iyi bir koca ama asla iyi bir baba olmadığını ifade ediyordu.
On altı yaşındaki Can, anne ve babasının mutlu bir evliliği olduğunu ancak babasının kendisiyle hiçbir şeyi paylaşmadığından yakınıyordu.
İki aylık bebek annesi Yeşim, bebek doğduğundan beri eşinin eve geç geldiğinden ve bebekle asla ilgilenmediğinden yakınıyordu.
Bu şikayetler sonsuz sayıda çoğaltabileceğimiz gerçek yasam öyküleri. Bu öykülerin başrol oyuncuları ise, baba olma sorumluluğunu alamayan erkekler. Baba olmayı evliliklerine ve ailelerine yerleştiremeyen erkekler. Bu erkeklerin kişilik yapılarına baktığımızda ortak bir özellik dikkatimizi çekiyor: sorumluluk duygularının yeterince gelişmemiş olması.
Baba olmayı benimseyemeyen ve evliliklerine yerleştiremeyen erkekler, eşlerinin ve yakınlarının uyarılarına kulak asmazlar ve kendi bildiklerini okurlar. Küçük çocuklarıyla ilgilenmedikleri gibi, genç çocuklarıyla da paylaşımlarda bulunmazlar, sevgi ve ilgilerini tam olarak yansıtamazlar.
Bu durumda kadın hem anne hem de baba rolüne mecburen bürünür. Her iki sorumluluğun altında zorlanan kadın, sorunlarını eşiyle çözemediği için evlilikte çatışmalar başlar. Kadın kendini sorgularken, erkek ne yazık ki hiçbir şekilde kendisini yargılamaz ve sorgulamaz.
Çocukların, annelerine olduğu kadar, babalarına da ihtiyaçları var. Annenin sevgisi ve ilgisi çocukta farklı etkiler oluştururken, babanın ilgi ve sevgisi çocuk üzerinde bambaşka etkiler oluşturur. Çocuk anne ve babasından aldığı ilgi ve sevgiyi iç dünyasında biçimlendirerek ruhsal dengelerim oluşturur,kişilik gelişimini olumlu yönde sürdürür, ergenlik gibi fırtınalı dönemleri olabildiğince sakin geçirebilir. Baba olmak sadece çocuğun maddi ihtiyaçlarını karşılamak anlamına gelmez, çocuğun duygusal gereksinimlerine de yanıt vermek gerekir. Çocuğunuzun her türlü bakımını sadece eşinize yüklerseniz, ne kadar iyi bir eş olursanız olun, baba olma sorumluluklarınızı hayata geçiremediğiniz için, bir süre sonra eşinizle de aranızda sorunlar yakmaya başlayacaksınız.
Eşiniz ve yakın çevrenizdeki kişiler sizi bu anlamda uyarıyorsa, lütfen bu uyarılara kulak verin. Eşinizle bu konuda konuşun. Baba olarak sizden beklentilerini anlatmasını isteyin Yapamadığınız durumlarda sizi uyarmasını ve size destek olmasını önerin. Kendinizi ciddi anlamda baba olma programı alın. Baba olan arkadaşlarınızla sohbet edin, onlara merak ettiğiniz konuları sorun. Sorumluluklarınızdan kaçmak yerine onlara sahip çıkın ve evliliğinize baba olmayı yerleştirin. sandığınız kadar ve gözünüzde büyüttüğünüz ölçüde zor değil hatta çok da hoş ve keyifli. Yaşamınıza dinamizm katacağında emin olabilirsiniz!
Evlilik ve anne-baba olmak
Evlilik özen gösterilmesi gereken bir süreç; sevgisiz, bakımsız olduğunda hastalanabilir ve soluk alamaz hale gelebilir. Çocuk da özen gösterilmesi, ilgi gösterilmesi gereken, sevgiyle beslenen, büyüyen bir varlık. O da özensiz ve bakımsız olduğunda sağlıklı olamaz. Hem evlilik sağlıklı olmalı, hem çocuk ya da çocuklar.
Bu anlamda eşlere çok büyük sorumluluklar ve görevler düşmekte. Evlilik kötüye gidiyorsa çocuklar bundan çok olumsuz yönde etkilenirler, çocuklar mutsuzsa aile bu mutsuzluk olumsuz etkilenir. Birbirlerini hem olumlu hem de olumsuz olarak tetikleyen bu yaşantıları dengelemek eşlerin elindedir.
Evlilikler genellikle çocuk doğuncaya kadar sorunsuz gittiği görünür. Çocuk dünyaya geldikten sonra eşlerin anlaşmazlıkları artar. Acaba gerçekten böyle midir? Gerçekten de eve gelen bu üçüncü, küçücük şahıs iki yetişkini birbirine düşürebilir mi? Yanıtları bir sonraki bölümde bulabilirsiniz.

ÇATIŞMALAR
Karı-koca olarak mı, yoksa anne-baba olarak mı çatışıyorsunuz? Çoğu kavganın derininde "uzlaşmamak" yatar. Kavgalar uzlaşmak için yapılsaydı, her kavganın sonunda taraflar kendi düşüncelerine daha da güçlü sarılmazlardı.
Kavgaların arkasındaki gerçek
Her evlilikte tartışma ve kavga olur. Sonra eşler anlaşır, barışır ve mutlu sona ulaşılır. Tartışma ve kavgaların konulan evlilikten evliliğe değişir. Ancak evli çiftler hep şunu söylerler: "Çocuğumuz olmadan önce hiç kavga etmezdik, çocuk olduktan sonra birbirimizi yer olduk´
Gerçek bu mudur acaba? Hiçbir şeyden habersiz, hiçbir suçu olmayan, karnı doymuşsa, altı temizlenmişse, gazı çıkarılmışsa ve sevgi duygusunu hissetmişse yatağında mışıl mışıl uyuyan minicik bir bebek, kocaman iki yetişkini nasıl olur da birbirine düşürür. Elbette gerçek bu değildir. Gerçek; çocuk doğduktan sonra eşlerin o güne kadar birbirlerinin tanımadığı yönlerinin, davranışlarının, o güne değin bilmediği tepkilerinin yeni yeni ortaya çıkmasıdır. Ve eşlerin birbirlerinin bu yeni tanıştıkları yönlerine tepki vermeleridir.
Uykusuna çok düşkün bir erkek, evliliğinde bu konuda eşiyle çatışma yaşamaz. Ama bebek olduktan sonra durum değişir. Kadın kocasından gece uyanmasını ve kendisine bebeğin bakımı konusunda yardım etmesini istediği an sürtüşmeler başlayabilir.
Tertipli ve temiz bir kadın, iki kişi olmanın verdiği kolaylık-a ev işlerini kısa zamanda bitirir. Ama bebek olduktan sonra ev işlerine fazla zaman ayıramadığından kocasının aslında ne kadar dağınık bir erkek olduğunu fark edebilir. Kocasının dağınıklığını eleştirip daha tertipli olmasını istediğinde kavga çıkabilir.Ya da tam tersi olabilir, erkek titiz bir yapıya sahipse,bebek olduktan sonra eşinin değiştiğini ve pasaklı olduğunu söyleyerek tartışma konusu yaratabilir.
Çocuk büyüdükçe eşlerin tartışma konulan da büyür gibi görünür. Çocuk için giysi seçimi bile sorun yaratan bir nede olabilir.
"Hava soğuk, bu çocuğu üşüteceksin, daha sıkı giydir"
"Bu sıcak havada çocuğu ne biçim giydirmişsin, pişecek, çıkar üzerindekileri, hafiflet biraz"
"Sen niye her şeye karışıyorsun, ben biliyorum onu nasıl giydireceğimi."
Ya yemek zamanı? Her evde işkence saati olabilecek potansiyel bir zamandır.
"Çocuğu çatlatacaksın, yeter, bak, zaten yemek istemiyor" "Bu çocuğu az yediriyorsun, aç kalıyor vallahi." "Yahu bıraksana çocuk kendi yesin, koca çocuk oldu artık"
"Zorlamasana, yemezse yemesin, bir öğün yemese ölecek"
Uyku saatleri de, yemek saatlerinden aşağı kalmaz;
"Bu gece sen uyut, her gece ben uyutuyorum, öf be"
"Bu çocuk kendi kendine ne zaman uyuyacak? Alıştırdın.Çıldıracağım, saatlerdir bekliyorum ve uyumuyor, ne biçim çocuk yetiştiriyorsun sen?"
"Bu çocuk sadece benim çocuğum mu? Bu gece de senin sıran.“
Ya gece uyanmaları! Eşlerin kavga etmesi için en uygun zamandır.
"Duymuyor musun çocuk ağlıyor, bu gece de kalk sen bak."
"Çocuk uyandı, sabah erkenden işe gideceğim, git bak çocuğuna.",
"Ne biçim çocuk bu? Bir çocuk her gece yansı uyanır mı yahu? Sen yaptın bunu böyle"
"Sen çocuğunu yanına al, ben içeride uyuyacağım."
Çocuk yürümeye başladığında, konuşmaya başladığında, koşmaya başladığında ve hemen hemen her yaptığı davranışta, eşler birbirlerini suçlayacak bir şeyler bulurlar.
"Senin yüzünden geç yürüdü, korkuttun çocuğu." "Sana çektiği için geç konuştu çocuk."
"Şu çocuğun peşinden koş, her gün düşüp bir yerini yaralıyor, ne kadar ilgisizsin."
Karşılıklı bu suçlamalar, çocuk annesi ya da babasının tasvip etmediği bir davranışı yaptığında kavgaya kadar gidebilir.
"Bu çocuğu sen böyle yetiştirdin.." "Kalk söyle şu çocuğuna terbiyeli olsun.." "Bırakmadın ki, şu çocuğu ben eğiteyim."
Çocuk karnesini aldığında eğer karnede zayıf notlar varsa, eyvah!
"Sana kaç kere özel öğretmen tutalım dedim, al işte..."
"Bir gün gezmenden vazgeçip eve erken gelseydin, çocuğunu çalıştırsaydın, bu notlar gelmezdi..."
"Senin bağarmaların yüzünden, çocuğun notlan düştü."
"O kadar ilgisizsin ki, benim çabamla bu kadar oluyor işte..."
Evlerde bunlara benzer manzaralar çok yaşanır. Anne-babalar çocuk yüzünden tartışıyor gibi görünseler de, aslında tartışla nedeni kendileri ve birbirleridir. Anne-baba olarak tartışmak başka, eş olarak tartışmak başkadır. Eşler kendi anlaşmazlıklarını birbirlerinin anne-baba rollerine ve sorumluluklarını yükleyerek, yansıtma yaparlar. Bu durumdan en çok zararı cuklar görür. Onlar anne-babalarının kendileri yüzünden kavga ettiklerini sanarak üzülür, ağlarlar. Görüntü de gerçekten öyledir ama bu sadece bir yansımadır, eşlerin anlaşmazlıklara yansıtma biçimleridir. Eşlerin kendileri de durumun farkında değillerdir.
Anne-baba olarak tartışmak
Anne ve baba olmanın dünyanın en zor mesleği olduğun^ her zaman söylüyorum. Anne ve baba olarak sorumluluklarımız kaçınılmaz. Bu sorumluluklarımızı sevgiyle yerine getirdiğimiz sürece hayat hem çocuk hem de bizim için kolay olur.
Zaman zaman eşimizin davranışları, çocuğa karşı tutumu bize yanlış gelebilir; onunla az ilgilendiğini, ona yeterince zaman ayırmadığını, bunun da çocuk üzerinde olumsuz etki yap tığını düşünebiliriz. Çocuğa yersiz çıkışları, bağırmaları, disiplin şekli, koyduğu sınırlar, hoşgörüsü ya da hoşgörüsüzlüğü bizi rahatsız edebilir.
Siz çocuğunuz hata yaptığında bunu onunla konuşarak çözümlemek gerektiğine inanırken, eşiniz ceza yöntemini seçebilir. Siz çocuğunuzu kitap okuyarak uyutmak isterken, eşinil kendi kendine uyuması gerektiğine inanabilir. Siz çocuğunuzun ödev yaparken yalnız olmasını, daha sonra ödevlerini kontrol etmeyi doğru bulurken, eşiniz onun yanında oturup ö yaptırıyor olabilir. Siz çocuğunuzun dışarıda arkadaşlarıyla oynaması gerektiğini savunurken, eşiniz onun bir sokak çocuğu olmasını istemediğini, arkadaşlarını eve çağırıp oynaması gerektiğini söyleyebilir. Çocuğunuz büyüdükçe, koymanız gereken kurallar değişecek, anne-baba olma sorumluluğunuzda içerik de biraz değişecektir. Artık çok fazla koruyucu olmanıza gerek kalmayacak, çocuğunuz kendi kararlarını alabilecek, bazen size danışmayacaktır bile. Mesleğini kendisi seçecek, arkadaşlarını kendisi seçecek, sevgilileri olacak, eşini de kendisi seçecektir.
Çocuğunuzun iyiliği adına, sadece ve sadece çocuğun gelişimi için yapılan tartışmalar, sizin anne-baba olarak çatıştığınız anlamına gelir. Ancak bu çatışmalarda, karşı tarafa yöneltilen üslup son derece önemlidir. "Hayatım, bırak ödevini kendisi yapsın, sonra kontrol edersin" ile "Yahu bırak, çocuk kendisi çalışsın, aptal ettin çocuğu, amma inatçısın" eleştirisi, anne-baba olarak değil, eşlerin kişilik çatışmalarını içerir.
Anne-baba olarak çatışmak ve ortak bir noktada buluşmak, çocuk için en iyi doğruyu bulmaya çalışmak, aslında olması gerekendir. Anne ve baba, anne-baba sorumluluklarını devreye sokarak, çocuklarının gelişimi için en doğruyu ararken elbette çatışırlar. Düşünce fırtınaları olmalıdır ve bunun sonucunda genellikle olumlu durumlar ortaya çıkar. Sorumluluk sadece anneye ya da sadece babaya kaldığı zaman çatışma çıkmaz ama gelişme de ağır ilerler.
"Bir elin nesi var, iki elin sesi var" diye bilinen atasözümüz aslında ne kadar da doğrudur. Çocuk hastalandığında, ateşi çıktığında, okulda ya da arkadaşlarıyla ciddi bir sorun yaşadığında, anne-baba olarak kafa kafaya vermek, tartışarak da olsa en doğru çözümü üretmeye çaba göstermek ve olumlu sonuçlar elde etmek, çocuğun gelişimi ve ailenin bütünlüğü için en olması gemken davranış biçimidir. Gönül ister ki, hiç tartışmadan ve çatışmadan doğrulara ulaşılsa ama her zaman böyle olması da Mümkün değil. Üstelik iki düşünen beyinden, çok farklı çözümler çıkar.
Siz de eşinizle sadece ve sadece çocuğunuzun gelişimi için Düşünce boyutunda tartışıyor, birbirinizi suçlamadan ve kırmadan doğrulara ulaşmaya çalışıyorsanız bilin ki, anne-baba olarak çatışıyorsunuz. Bu çatışmalar tabiî ki olacak ama belirttiği gibi, birbirinizin kalbini kırmadan, kişiliklerinizi örselemede ve en önemlisi de çocuğunuza duyurmadan, onun kendisini suçlu hissetmesine olanak tanımadan. Zaten zaman içinde ikinizin de çocuğunuza yaklaşımınız, onun adına doğrular benzer olmaya başlayacaktır.
Karı-koca olarak çatışmak
Anne-baba olarak düşünce ayrılıklarına düşmek ve sonra sağlıklı çözümlere ulaşmak doğal. Karı-koca olarak da far düşüncelere, farklı görüşlere sahip olmak doğal. Hiçbir ir bir diğerinin eşi-benzeri olmaz. Hiçbir insan bir başka inşa aynı düşüncelere ve bir olay karşısında aynı görüşlere sahip olamaz, karı-koca olsalar bile. Önemli olan farklı düşünceleri bir araya getirip, bu farklı düşüncelerden her iki taraf için ve için olumlu sentezler çıkarmaktır.
Evliliklerde genellikle eşlerin farklı düşüncelere sahip olmaları çatışmalar yaratır. Her iki taraf da kendi düşüncesinin da kararının doğru olduğuna inandığından, diğer eşe baskı par. Kendi düşüncesini ya da kararını karşı tarafa kabul etmek için uğraşan eş, ciddi bir dirençle karşılaşabilir. Bu direncin sonunda da kavga çıkar. Eşler kendi doğrularını savunma| geçerler ve birbirlerinin doğrularını kabul etmezler. Birbirlerini karşılıklı eleştirirler, bu eleştiriler çoğu zaman hakarete dönüşebilir ve birbirlerini yok yere kırarlar. Kimi eşler surat asar, kimisi küser, kimisi de kavgadan sonra hiçbir şey olmamış gibi yata devam eder. Eşler arasındaki bu çatışmalar her iki tarafı olumsuz etkiler. Birbirlerine olan saygı ve sevgi zedelenir, güvenleri kırılır, cinsel yaşamları negatif yönde etkilenir.
Karı-koca olarak tartışabilirsiniz ancak bu tartışmalar medeni boyutlarda olmalıdır. Hakaretler, küfürler ve şiddet asla olmamalıdır. Birbirinizin zayıf yönlerini yüzünüze vurmanız, geçmişte yapılan hataların ortaya dökülmesi size bir şey kazandırmayacağı gibi, sizden pek çok şey götürür.
Tartışmalarda her iki tarafın da öfke katsayısı yükselir. Bu durumda eşlerden biri sakinliğini korumaya çalışmalı ve eğer tartışmanın kavgaya dönüşüp büyük boyutlara varacağını hissederse, tartışmayı bitirip bu konuyu başka zamana bırakmalıdır. Diğer bir deyişle taraflardan biri alttan almalıdır. Aksi halde tartışma istenmeyen ve çirkin boyutlara varabilir.
İnsanın her zaman kontrollü olması mümkün değildir. Bunu göz önünde bulundurarak, eşinizle aranızda bir anlaşma yapabilirsiniz. Hanginiz daha öfkeli ise, diğer tarafın hoşgörülü olmasına değin yapacağınız bu anlaşma ilk zamanlar işe yaramıyor gibi görünse de, kararlı olursanız ve uygulamaktan vazgeçmezseniz göreceksiniz ki, zamanla ilişkinizin bu yönü daha olumluya doğru ilerleyecektir. Sorunları asla biriktirmeyin ve sakinleşince konuşun.
Tartışmalarınızı asla çocuğunuzun yanında yapmayın. Düşünce ayrılıklarınızı sohbet ederek konuşurken, çocuğunuzun yanınızda olmasında sakınca yok. Ancak kavgalar çocuğunuzun ruh sağlığını olumsuz etkileyeceğinden, bu konuda özenli olmanızda fayda var.
Çocuklar babalarını annelerine bağırırken, annelerini ağlarken görmekten ya da bir şiddet olayına tanık olmaktan sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar çok etkilenirler. Ya içlerine kapanırlar ya da hırçınlaşıp saldırgan davranışlarda bulunurlar. Okul yaşamlarında dikkatlerini toplayamazlar, derslerinde başarılı olmazlar.
Çocuklarının ders başarısı kötü ve dikkat bozukluğu olduğu terapilere başvuran ailelere baktığımızda, aile içinde huzursuzluk, eşler arasında kavganın oldukça fazla olduğunu gözlemliyoruz. Biliyor musunuz, çocuklarının seans alması iç başvuran pek çok çifti evlilik terapisi bekliyordur. Eşler birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmaya başladığında, çocuğun davranışlarında ve derslerinde de düzelmeler başlar.
Kavgalarınızda çocuğunuzu hakem yapmayın
Eşler sorunun kendilerinden kaynaklandığını önceleri kabullenmezler. Onlara göre sorun, çocuklarından ya da okulda öğretmenden kaynaklanıyordur. "Gelin sizinle evlilik terapilerine başlayalım" dediğimde bana şaşkınlıkla bakarak, "Ama biz çocuğumuz için geldik, onun düzelmesini istiyoruz" derler. Bilmezler ki, kendi aralarındaki iletişim sağlıklı olunca, kavgalar bitince çocuklarının da davranışları düzelecektir. Çocuk huzursuz ortamlarda rahat edemezler, hele bu ortam aile içi ise çocuklar için durum daha da berbat demektir. İç dünyaları yaralanır, anne-babalarının arasında kalırlar.
Bazı anne-babalar çocuklarını hakem olarak kullanır "Hangimiz haklıyız sence" diye çocuklarını, asla karar verme istemeyecekleri, çelişkili bir durumda bırakırlar. Çocuk annenin haklı olduğunu söylese babasına haksızlık etmiş olacağı babasının haklı olduğunu söylese annesine haksızlık etmiş olacağını düşündüğünden, iki arada bir derede kalır ve kendisini oldukça kötü hisseder. Çocuk, anne babasının arasındaki kavgaların sürüp gitmesinden kendisini sorumlu tutar. Çocukluk ve ergenlik depresyonlarında, aile içi çatışmalardan, huzursuzluklardan ve arada kalmaktan dolayı, intihar girişimlerinde bulunan ya da intihar eden çocuk ve gençlerin olması gerçekten çok acı.
Çocuklarınızla ilgili, geri dönüşü olmayan acı dolu olaylar yaşayacağınıza, onun önünde kavga etmekten ve onu hakem olarak kullanmaktan vazgeçebilirsiniz. Çocuğunuzun sizin ilişkinizdeki sorunlardan dolayı hiçbir suçu yoktur ve o asla sizin ilişkinizi düzeltemez.
Eşinizle sorunlarınızı çözemiyor ve aranızdaki iletişimin kilitlendiğini hissediyorsanız, çocuğunuza değil, bir uzmana ihtiyacınız var demektir. Hayatta her zaman sorunlar var ve var olmaya devam da edecek; önemli olan, bu sorunlara doğru çözümler getirebilmek. Çözümler yanlış yerlerde aranırsa, sorunlar siz hiç fark etmediğiniz halde bir çığ gibi büyür ve altından kalkmakta zorlanırsınız.
Her sorunun bir çözümü olduğunu, her evde anlaşmazlık ve tartışma olduğunu, bu anlaşmazlıkları çocuğunuzu hakem yaparak değil de, birbirinizle iletişim ama sağlıklı iletişim kurarak ortadan kaldırabileceğinizi unutmayın. Böylelikle çocuğunuza da olumlu anne-baba modelleri oluşturmuş olacaksınız. O da ileride evlendiğinde, eşiyle olan sorunlarını iletişim yoluyla çözmeye çalışacaktır.
Şunu zihninizden hiç çıkarmayın; çocuğunuz sizin aynanız. Ona baktığınızda her ne görüyorsanız, o sizsiniz aslında.
ZORLUKLAR
Başlangıcın sonu ve sonun başlangıcı "boşanmak". Evlilik bir güç savaşı değildir. Evlilik güç savaşına döndürülürse, bu savaştan sadece boşanma avukattan kazançlı çıkar.
Boşanmış anne olmak
Dünyada hiçbir kadın boşanmak için evlenmez. Aynı zamanda hiçbir erkek de. Her insan ömür boyu mutlu olmak için evlenir. Evlenirken, sevdiği insanla yaşlanacağının, torun sahibi olacağının hayallerini kurar. Kadınlar erkeklere göre daha duygusal yapıya sahip olduklarından, evliliklerinin temeline aşkı ve romantizmi yerleştirirler. Ancak hayaller her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazen eşler bir ömür değil, bir dakika bile birbirlerini görmeye tahammül edemeyebilirler.
Bu kitapta detaylarına, doğrusuna-yanlışına girmeye gerek görmediğim boşanma olayı aslında her evliliği bekleyen bir risktir. Çünkü her evlilik, ayrılıkla, çatışmalara, kavgalara, ihanete, şiddete vb. pek çok davranış örüntüsüne açıktır. Kimi evliliklerde risk çok çok azdır, kimi evliliklerde ise fazla.
Boşanmış anne olmak, evliliği süren anne olmaktan daha sordur. Boşanmış anneleri pek çok zorluklar bekler. Çocuğun bakımı, sorumluluğu, ilgi beklemesi, zaman ayrılması, kontrol edilmesi, disiplini gibi gereksinimleri anne tek başına karşılamak zorundadır. Çocuk hafta sonları babasını görüyor olsa bile, vekâleti annesindeyse ve çocuk annesiyle yaşıyorsa (genellikle Çocuklar mahkeme tarafından anneye verilir) çocuğun sorumlu-büyük bir kısmı annenin üzerindedir.
Boşanmayı her iki taraf istese bile, yine de boşanma olayı eşleri etkiler. Hele, çocukları fazlasıyla etkiler. Çünkü çocuklar anne-babalarıyla birlikte, aile ortamında yaşamak isterler. Boşanmayı ister karşı taraf istesin, ister kadın istesin, her iki durumda da gerek duygusal, gerekse sosyal açıdan, boşandıktan sonraki hayata uyum sağlamak için zaman ve çaba gerekir.
Duygularınızı kontrol edin.Boşanmak istemediğiniz halde boşanmak durumunda kaldıysanız, duygusal açıdan oldukça zedelenmişsiniz demektir.Yeni yaşamınızda sizi en çok zorlayan faktörlerin başında yalnızlık gelir. Yalnızlığa alışmak kolay değildir. Artık yalnız başınıza alışveriş yapacak, yalnız başınıza çocuğa bakacak, evini tüm idaresini tek başınıza yapacak ve akşamlan yalnız olacaksınız. Yalnızlığın sizi kendine acıma ve çaresizlik duygularına sürüklenmesine izin vermeyin. Çünkü ilk zamanlar kendinizi değersiz, terk edilmiş, olaylarla başa çıkmakta güçsüz hissedebil lirsiniz. Güçsüzlük ise, sizin kendinize acımanıza ve kendiniz çaresiz hissetmenize neden olabilir.
Yaşamınızda yeni açılan bu sayfada güzellikler göremeyebilirsiniz. Ancak unutmayın ki, eşinden ilk ayrılan, ilk boşanan siz değilsiniz ve son da siz olmayacaksınız. Ve yine unutmayın ki, zamanla her şey yoluna girecektir. Hayatımızda olumlu olumsuz her değişim bizi zorlar. Her yeniliğe ve değişime uyum sağlama süreci vardır. Kendinize zaman tanıyın. Duygularınızı kontrol etmeye özen gösterin. İçinizden ağlamak geliyorsa kendinizi tutmayın ve ağlayabildiğiniz kadar ağlayın. Ağlamanız bittikten sonra kendinize çeki düzen verin ve günlük yaşamınıza devam edin.
Olumsuz duygu ve düşüncelerinizi, olumlu duygu ve düşüncelere dönüştürmeye çalışın. Örneğin; kendinizi güçsüz beceriksiz hissediyorsanız, bu duygu ve düşüncelerinizi "Güçlü Olacağım ve başarmam gerekenleri başaracağım" düşüncesiyle değiştirin. "Çok yalnızım" diye düşünüp üzülmek yerine, "Arkadaşlarım, annem, babam ve en başta çocuğum var. Asla yalnız değilim" diye düşünüp olumlu gerçekleri görmek için kendinizi motive edin.
Duygularınızı asla kendi haline bırakmayın. Unutmayın, yeni bir başlangıç yaptınız ve her yeni başlangıçta olduğu gibi bunda da duygularınız sizi her yere götürebilir. Duygularınızla değil de, mantığınızla düşünmeye çalışın.
Kendinize acımak yerine, kendinizi geliştirin
Kendine acımanın, insan duyguları içinde en acı vereni olduğunu biliyor muydunuz? Kendin için üzülmek, kendini zavallı görmek, bir böcek kadar değeri olmadığını düşünmek, bir insanın kendine yaptığı en büyük haksızlık. Hele ki, bu kişi anne ise, kendisine daha da büyük bir haksızlık etmiş olur. Çünkü anneler çocuklarını yetiştirerek dünyanın en muhteşem ve en zorlu işini yapıyorlardır.
Ruh sağlığımızın iyi olması için, kendimizi dinamik ve iyi hissetmemiz için, bizi olumsuz etkileyen duygularımızdan kurtulmamız gerekir. Bu olumsuz duygulardan kurtulmanın yolu ise, olumlu uğraşlar edinmektir. Sonuçta olumsuz duygularımız biz hiçbir eylemde bulunmadan, kendiliğinden yok olmazlar. Mutlaka onların yerine, olumlu olanları koymalıyız.
Bugüne kadar kendinize yeterince acımış olabilirsiniz. Artık bundan kurtulmanın zamanı geldi, çünkü kendinize acımak size hiçbir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Kendinizi geliştirebilirsiniz. Bu her şekilde olabilir. Yabancı dil bilmiyorsanız ya da öğrenmeyi arzu ettiğiniz bir yabancı dil varsa onun kursuna devam edebilirsiniz, suyla aranız iyiyse dalgıçlık öğrenebilirsiniz, çalmak istediğiniz herhangi bir müzik aleti varsa onu çalmayı denebilirsiniz, çeşitli sporlara başlayabilir ve bu sporu yapabilirsiniz, yıllardır özendiğiniz ama öğrenmek için bir fırsat bulamadığınız her ne varsa hepsini yapabilirsiniz.
Kendini geliştirmek sadece falanca kursa gitmekle kalmaz.Uzun zamandır aramadığınız arkadaşlarınızı arayabilir,kırdığınız yakınlarınızla yeniden görüşebilir, kulüplere üye olarak insan ilişkileri konusunda yeni adımlar atabilirsiniz,sinemaya, tiyatroya ve sevdiğiniz sanatçıların konserlerine düzenli olarak gidebilirsiniz. Fazla kilolarınız varsa, kendinize bir hedef koyup rejime başlayabilirsiniz. Sağlıklı yaşamayı kendinize amaç edinip, düzenli beslenmeye, uyku düzeninize ve sabah koşularına özen gösterebilirsiniz. Ve her gün kendiniz için farklı bir şeyler yapabilirsiniz. Bu ufacık değişikliklerin size iyi geldiğini göreceksiniz. Hiçbir şey bulamasanız bile, kendinize "Seni seviyorum" diyebilirsiniz. Kendinizi sevmek için o kadar çok nedeniniz var ki!
Gördüğünüz gibi, hayatta kendinize acımaktan çok da güzel eylemler var. Haydi bakalım, kendiniz için yeni bir şeyi yapmaya...
Depresyona girdiyseniz hemen yardım alın.
Hayatta hiçbir zaman ve hiçbir olay için, "benim başıma gelmez" diye düşünmeyin. İnsanız ve hepimizin başına her şey gelebilir. Boşandıktan sonra depresyona giren pek çok insan var.Bu insanlardan biri de siz olabilirsiniz. Depresyon; kişinin içinde bulunduğu yaşam koşullarına uyumunda zorlanması anlamına geliyor. Siz de bu yeni hayatınıza uymada zorlanıyor olabilirsiniz. Önemli olan, depresyonda olduğunuzu kabullenmeniz ve çözüm yoluna gitmeniz.
Sabahlan yataktan çıkmak içinizden gelmiyorsa,
Bütün zamanınızı yatakta geçirmek istiyorsanız,
Uyku bozukluklarınız varsa, ya hiç uyuyamıyor, ya geceleri belirli aralıklarla uyanıyor ya da çok fazla uyuyorsanız,
Ortada hiçbir şey yokken içinizden ağlamak geliyor ve siz herkesin önünde gözyaşlarınızı tutamıyorsanız,
Olur olmaz yerlerde, olur olmaz olaylara öfkeleniyorsanız,
Ağlama krizleri geçiriyorsanız,
En sevdiğiniz kişileri bile görmek istemiyorsanız, hatta çocuğunuza bakmak bile size zor geliyorsa,
Yemek yapmak, evi toparlamak, temizlik yapmak size işkence gibi geliyorsa ve yapmak istemiyorsanız,
İştahınız bozulduysa, kendinizi kısa aralıklarla buzdolabının önünde buluyor, çılgınlar gibi yemek yiyor ya da boğazınızdan bir yudum su bile zor geçiyorsa,
Hayat anlamsız, çevrenizde ve dünyada yaşanan olaylar saçma ve yaşamak amaçsız geliyorsa,
Saçınızı taramak bile içinizden gelmiyorsa,
Gece yatarken giydiklerinizle tüm günü akşama kadar geçiriyorsanız,
Sizi seven ve düşünen insanların kalbini yok yere kırıyorsanız,
Duyduğunuz bir müzik sizi etkilemeye yetiyorsa,
Çevrenizdekiler bakışlarınızın cansız ve donuk olduğunu söylüyorlarsa,
Zaman zaman aklınızdan ölümü geçiriyorsanız,
Çok sevdiğiniz televizyon dizileri bile sizi ilgilendirmiyorsa,
Boğazınızda sürekli bir yumruk varmış hissi duyuyorsanız,
İki göğsünüzün arası daralıyor gibi oluyorsa,
Sürekli kötü bir olay olacakmış hissine kapılıyorsanız,
Yüreğinizi paramparça hissediyorsanız,
Aldatılmışlık, bir kenara itilmişlik, yalnızlık duygularınız sık sık aklınıza geliyorsa,
Yıkanmak gibi öz bakım ihtiyaçlarınızı karşılamakta zorlanıyorsanız,
Arkadaşlarınızın dışarı çıkma tekliflerini reddediyorsanız,
Kısacası hayattan ve kendinizden uzaklaştıysanız,
Evet depresyondasınız.
Depresyonda olmanız için, yukarıdaki tüm belirtilerin hepsinin sizde olması gerekmez. En az üç tane belirtiyi kendinizde görüyorsanız, depresyon başlangıcı ya da depresyondasınız demektir. Depresyonunuza hemen çözüm bulmanız gerekiyor, çünkü depresyonunuz size yapmanız gerekenleri yaptırmaz ve zaman kaybedersiniz. Oysa zamanınız çok değerli.Yapacağınız pek çok olumlu eylem var. Hiç zaman kaybetmeden profesyonel yardım almalısınız. Yakınlarınızın tavsiye ettiği bir psikoloğa ya da psikiyatra giderek, içinde bulunduğunuz durumu anlatmalı ve yardım istemelisiniz. Gittiğiniz uzman sizi yönlendirecektir. Belki sadece psikoterapiyle depresyonunuzu aşabileceksiniz, belki de terapinin yanında bir süre ilaç tedavisi görmeniz gerekebilir. Psikologunuzdan, çocuğunuzla ilgili konularda da yardım almalısınız, böylelikle bu hassas dönemde çocuğunuza nasıl yaklaşacağınızı da öğrenmiş olursunuz.
Yeni yaşamınıza uyum için danışmanlık alın
Boşandıktan sonra mutlaka depresyona gireceksiniz diye bir kural yok. Ancak yeni hayatınıza uyum konusunda siz ve çocuğunuz ya da çocuklarınız zorlanabilirsiniz. Çocukların yaşları, kişilik yapıları, sizin ekonomik özgürlüğünüzün olup olmayışı, anne-baba evine dönmeniz ya da tek başınıza yaşayacağınız gibi faktörler sizin yeni yaşamınıza uyumunuzu etkileyeni faktörlerdir. Çocuğun babasıyla görüşme zamanları, çocukta davranış bozuklukları oluşup oluşmadığı ve kendinize, yaşamıniza ait pek çok konuyu sorup, rehberlik alabileceğiniz bir danışmanınızın olması, sizi oldukça rahatlatacaktır. Böylelikle sizi rahatsız eden konulara çözüm getirebileceğiniz gibi, bu kritik günleri bir uzman eşliğinde geçiriyor olmanın güvenliğini ve rahatlığını da yaşayacaksınız.
Zaman zaman zorlandığınız konularda gidip danışabileceğiniz bir uzmanın olduğunu bilmek bile iç dünyanızı ferahlatacaktır. Hayatı bir çocukla ya da iki çocukla tek başına devam ettirmek sizi bazen strese sokabilir, depresyona girmeseniz bile her şeyin boş olduğunu düşündüğünüz günler olacaktır. Eski eşinizle sürtüşmeleriniz, yeni yaşamınızın zorlukları, can sıkıntılarınız, ekonomik güçlükler, çevrenin baskısı gibi nedenler birikerek psikolojik patlamalar yaşamanıza neden olabilir. Kendinizi patlamaya hazır bir bomba gibi hissettiğinizde, terapistiniz sizin bozulan içsel dengelerinizi yerine getirmek için yardımcı olacaktır. Danışmanlık almaktan çekinmeyin. En azından ilk zamanlar buna ihtiyacınız olacak.
İçinize kapanmayın, sosyal yaşamınızı canlandırın
Eşler birbirlerinden boşandıktan sonra, sanki arkadaşlardan da boşanırlar. Evliyken görüşülen, birlikte yiyip içilen, gezilen arkadaşlar, boşandıktan sonra aranmaz olur. Kişi eşinden boşanırken sanki sosyal yaşantısından da boşanır.
Siz böyle bir hata yapmayın. Arkadaşlarınızla görüşmeye devam edin. Siz sadece eşinizden boşandınız, arkadaşlarınızdan değil. Ortak arkadaşlarınızın olması, onlarla görüşmeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Boşandıktan sonra belli bir süre kişi içine kapanır, sanki dünyayla tüm bağlantılarını keser. İç dünyasını yeni yaşantısına uyumlamaya çalışırken, dış dünyadan kopmak yanlış bir davranıştır. Sizin de içinizden, hiç kimseyle görüşmek gelmeyebilir. "Kine eski konular açılacak, sorular soracaklar, anılar canlanacak ve kendimi kötü hissedeceğim, iyisi mi bir süre görüşmeyeyim" diye düşünüyorsanız bu kokuda önlem alabilirsiniz. Arkadaşınızla ya da arkadaşlarınızla Buluştuğunuzda onlara, sizi rahatsız eden konuları konuşmamayı önerirsiniz. Sizi kıracaklarını hiç sanmıyorum.
Evde tek başına oturan, sosyal olmayan bir anne modeli çocuğunuz için de olumlu bir model oluşturmayacaktır. Kimi zaman arkadaşlarınızı evinize çağırın, kimi zaman da siz gidin. Akşam yemeklerine arkadaşlarınızı davet edin. Arkadaşlarınızla birlikte sinemaya gidin, bu eylemleri yaparken çocuğunuz da size katılsın. Özellikle boşanmanın gerçekleştiği ilk aylarda bol dış aktivitelerde bulunun, arkadaşlarınızla görüşün, evininizin boş kalmamasına özen gösterin. Bu durum çocuğunuz da, boşanma olayının ilk zamanlarını daha kolay aşmasına neden olacaktır.
Bazı hafta sonlarını çocuğunuz ve arkadaşlarınızla birlikti katılacağınız gezilere ayırın. Yeni insanlar tanıyın, yeni insanlarla tanışmaktan korkmayın. Hayatınıza yenilikler eklemekten çekinmeyin. Hayata karşı korkak bir tavrınız varsa bunu yenmeye çalışın. Siz ve çocuğunuz her türlü zorluğu el ele vererek aşabilirsiniz, bunun için yanınızda eşiniz olmasına gerek yok.
Psikoterapi seanslarına katılan otuz beş yaşlarında bir baya m anımsıyorum. Eşinden boşanalı iki yıl olmuştu. On yıllık evlilikleri çeşitli nedenlerden dolayı birden bire tuzla buz olmuş ve kadın dokuz yaşındaki kızıyla baş başa kalıvermişti. İlk sene depresyonuyla uğraşmış ve daha sonra da içe dönük hayat tarzı oluşturarak, kendisini ve kızını kendince, hayata karşı korumaya almıştı.
Erkeklere kesinlikle güveni kalmadığı gibi, bu güvensizliğini tüm insanlara genellemişti. Eşi gittiğinden beri evlerine annesi ve temizliğe gelen kadın dışında hiç kimse gelmiyordu.Sabah işe giderken kızını okula bırakıyor, akşam kızını okulda alıp eve geliyor, yemek yiyorlar, çocuk ödevlerini yapıyor, tevizyon izliyorlar ve yatıyorlardı. İki yıldır bu şekilde deva eden hayat, yazları yazlık evlerinde de aynı şekilde süregeliyordu. Eve kesinlikle misafir çağırılmadığı gibi, küçük kızın arkadaşlarının eve gelmesi de mümkün değildi. Kadıncağız kızının, arkadaşlarıyla samimi olup daha sonra da hayal kırıklığı yaşamasından korktuğu için arkadaşlarını eve çağırmadığı gibi, kızını da kimseye göndermiyordu.
Eve tanıdıkları, arkadaşları çağırmak bir yana, bu genç kadın, kızıyla birlikte hiçbir aktivitede de bulunmuyordu, sosyal yaşamları sıfırdı. Ne sinema, ne tiyatro, ne konser, ne de dışarıda yemek yemek gibi birlikte paylaşımlarından söz etmek mümkün değildi. Bu sağlıksız yaşam tarzından dolayı hem genç kadın hem de küçük kızı çeşitli davranış ve duygu bozuklukları geliştirmişlerdi. En başta her ikisinde de özgüven eksikliği vardı, insanlarla iletişim kuramıyorlardı, üstelik kendi aralarındaki iletişim biçimi de son derece sağlıksızdı. Küçük kızın okulda ve sınıfta bir tek arkadaşı bile yoktu. Yaşıtları tarafından sevilmiyordu. Sınıfındaki çocuklar onunla alay ediyorlar, dışlıyorlardı. Dokuz yaşında olmasına rağmen, markete gidip ekmek almak gibi basit bir davranışı bile gerçekleştiremiyordu. Korkak ve cesaretsizdi. Geceleri annesiyle yatıyor, evde yalnız kalamıyordu. Seanslar sonunda her ikisi de normal yaşamlarına döndüler.
Hiçbir anne çocuğuna olumsuz model oluşturmak istemez. Hiçbir anne çocuğunda davranış bozuklukları olsun istemez. Bazı davranışlar, anne istemese de, çocuğu olumsuz etkiliyor. Siz ne kadar iyi olursanız, siz kendinizi ne kadar iyi hissederseniz çocuğunuz da sizinle aynı paralelde olacaktır. O halde zaman, kendinize çeki düzen verme zamanı. Gelin, bu akşam ya da yarın için, çocuğunuz ya da çocuklarınızla birlikte özel bir plan yapın ve keyfinize bakın.
Boşanan kadın ve erkekler arasında yapılan araştırma sonuçları, boşanmayı izleyen ilk zamanlarda kişilerin kendilerini bıraktıkları, kendilerine bakmadıklarını ortaya koyuyor, toplumla olan bağların zayıflaması ise, kişinin depresyona girme ya da daha ciddi psikolojik rahatsızlıklar yaşamasına neden olur.
Siz de kendinizi bıraktıysanız, önce düşüncelerinizi toplamalısınız. "Ben önemliyim, ben kendimle barışık olduğum sürece çocuğum da mutlu olacaktır" şeklindeki telkinlerle işe başlamalısınız. Kendinize özel zamanlar ayırmak, ikinci adım olmalı. Kuaföre gitmek, ufak tefek alışverişler yapmak, bir psikolog edinmek, sevdiğiniz bir arkadaşınızla buluşmak, evde bakım yapmak, en sevdiğiniz yemeği kendiniz için pişirmek, ayak ve el bakımınızı yapmak, küveti sıcacık suyla doldurup içinde keyif yapmak, gidip kendiniz için film alıp akşam tembellik ederek film izlemek ve bunun gibi daha birçok eylemi kendiniz için yaptığınızda, kendinize zaman ayırmanın mutluluğunu hissedeceksiniz. Belki ilk zamanlar çok keyif almayabilirsiniz ama zaman içinde kendinizle daha barışık olduğunuzu fark edeceksiniz.
Boşanmış bir anne olarak sorumluklarınız çok fazla ama sorumluluklar sizin kendinize zaman ayırmayacağınız anlamına gelmiyor. Kendinize mutlaka zaman ayırmalı ve bunu nitelikli bir şekilde kullanmalısınız.
Hayatınızı pratikleştirin
Tek başına pek çok sorumluluğun üstesinden gelmek koli değil. Hele çalışan bir kadınsanız işiniz oldukça zor demekti Çamaşır, ütü, bulaşık, evin temizliği, evin alışverişi, işyeri,yapmanız gerekenler ve çocuğun ihtiyaçları derken, zaman size yetmez olur. Bir danışanım, haftanın yedi gününün kendisine yetmediğini, sekiz gün olsa daha iyi olacağını söylemişti. Evli kadınlar bile eşleriyle paylaştıkları halde işlerini yetiştiremezlerken, sizin tek başınıza pek çok şeye yetişmeniz oldukça zor olur. Bazen yatağınızı toplamaya bile zaman kalmadan evden çıkıverirsiniz.
Daha az yorulmak, çocuğunuza ve kendinize daha çok zaman ayırmak için evinizi daha pratik hale getirin. Fazla eşyaları kaldırın. Size iş çıkaran tüm fazlalıkları yok edin. Evinizle işiniz arasında çok mesafe varsa, evinizi işinize yakın bir yere taşıyın, böylelikle yolda geçen zamanı kendinize, çocuğunuza ya da başka işlerinize ayırabilirsiniz.
Çocuğunuza yaşına uygun, yapabileceği sorumluluklar verin. Yatağını ve odasını toplaması bile sizin için yeterli olur. Çocuğunuza sorumluluk verip bazı işleri onunla paylaştığınızda hem siz biraz daha az yorulacaksınız, hem de çocuğunuzun sorumluluk duygusu gelişmeye başlayacak ve ileride rahat edecek.
Yemeklerinizi birkaç günlük yaparak, küçük kaplarda derin dondurucuya koyabilir, böylelikle hem sağlıksız hazır gıdalardan korunmuş olur, hem de yorgunluğunuzu aza indirmiş olursunuz.
Çocuğunuza etrafı dağıtmamayı öğretirseniz ve siz de eğer dağınık biri değilseniz, evinizin sık sık dağılması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır. Haftada bir gün yapacağınız temizlikle eviniz pırıl pırıl kalacaktır.
Maddi durumunuz sizi çok kısıtlamıyorsa, iki haftada bir yardımcı kadın çağırabilir, büyük temizlik, birikmiş ütüler gibi sorunları çözebilirsiniz.
Ara sıra akşam yemeklerini dışarıda, bir arkadaşınızda ya da kendi annenizde yemeniz de hem size hem çocuğunuza değişiklik olacak ve iyi gelecektir.Günlük yaşamı daha pratik hale getirmeye herkesin ihtiyaç var. Çağımızda zaman o kadar hızlı işliyor ki, yetişmek için zorlanıyoruz. Oysa pratik çözümler hayatınızın da pratikleşmesine neden olur. Böylelikle stresiniz azalır ve neyi ne zaman nasıl yapacağım kaygılarınız hiç olmazsa azalır.
Çocuğunuzun, babasıyla görüşmelerinin düzenli olmasına dikkat edin
Boşanmanın en sevimsiz yanlarının başında, çocuğu diğer ebeveyne gönderirken yaşanan duygular gelir. Üzülürsünüz, yüreğiniz kan ağlar, öfkelenirsiniz, çocuğunuzdan bir-iki saatliğine ya da bir-iki günlüğüne ayrılıyor olmanız bile sizi çileden çıkarmaya yeter. Boşanmayı takip eden ilk aylarda anne ve babalar bu konuda oldukça zorlansalar da, zamanla bu duruma uyum sağlarlar ve çocuklarından ayrılışı daha sakin karşılarlar.
Kimi kadınlar kocalarına o kadar öfkelidirler ki, çocuğu göstermeyerek eşlerini cezalandırır ve intikam alırlar. Ama bu durumdan en çok etkilenen ne yazık ki çocuk olur. Çocuğu babasına göndermemek bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür. Siz de eski eşinize fazlasıyla öfkeliyseniz ve çocuğunuzu ona göstermiyorsanız bu olumsuz tutumunuzu hemen değiştirin. Çocuğunuzun size olduğu kadar babasına da ihtiyacı var. Eşinize olan öfkenizi ona ifade edecek başka yollar var ama çocuğunuzu göstermemeniz asla değil.
Bilmelisiniz ki, çocuğunuzun kişilik gelişimi, duygusal gelişimi, ruh sağlığı, okul başarısı, arkadaşlarıyla iletişimi, kendine güveni, kendisiyle barışıklığı, anne-babasıyla birlikte olarak olacaktır. Çocuğunuzun, babasını düzenli görmesini sağlayın.Hafta sonları, onların birlikteliği için seçilmiş iyi bir zaman olabilir. Bu görüşme günleri, çocuğun yaşını, varsa okul yaşantısını ve babasına olan bağlığını göz önünde bulundurarak, anne-baba tarafından karşılıklı konuşularak belirlenir.
Çocuk her aklına geldiğinde babasını çağırmamalı ya da gitmek istememeli; baba da her düşündüğünde çocuğu almaya gelmemelidir. Aksi halde çocuğun iç dünyasının dengeleri ve günlük yaşamdaki düzeni bozulur. Çocuk falanca gün babasına gideceğini bilirse, iç dünyasını da ona göre hazırlar. Ancak baba da verdiği sözde durmalı ve mutlaka o gün çocuğunu almalıdır.
Çocuğunuza, her istediğinde babasını telefonla arayıp sohbet edebileceğini, bunun yanı sıra belli günler görüşebileceklerini anlatın. Çocuğunuz büyüdüğünde zaten onu kontrol edemeyeceksiniz. Kiminle kalmak istiyorsa onu seçecek ve yaşamını kendisi idare edecektir. Ama en azından on altı, on yedi yaşma kadar bu disiplini oluşturmalısınız.
Eski eşinize olan kızgınlığınızı, ona olan öfkenizi ve diğer yıkıcı duygularınızı açığa çıkarmak için, bu duygularınızı ona söyleyebilirsiniz. Onunla kavga da edebilirsiniz ama çocuğunuzun babasıyla olan görüşmelerini bu duygularınızla karıştırmayın.
Özellikle çocuğuna çok düşkün olan babaların eşleri, kocalarının bu duygularını bir zaaf olarak görüp, onları cezalandırmak için en uygun yöntemin, çocuğu göstermemek olduğunu düşünürler. Ancak tekrar tekrar belirttiğim gibi, bu eski eşe değil, çocuğa bir cezadır. Eski eşinizin davranış ve kişilik bozuklukları varsa, alkol, uyuşturucu bağımlılığı, şiddet eğilimi gibi, bunu bir uzmanla değerlendirerek, görüşme zamanlarını düzenleyebilirsiniz.
Çocuğunuza babasını kötülemeyin
Terapilere katılan hiçbir anne çocuğuna babasını kötülediğini kabul etmez ama görüşme yaptığım her çocuk, annesinin basını kötülediğini söyler. Çocuğunuza "Baban bizi bırakıp git ti" ya da "Baban çok cimri bir adam" gibi, mutlaka çok net tanımlamalar yapmanız gerekmez. Bir arkadaşınızla telefonda konuşurken ya da bir yakınınızla sohbet ederken, eski eşinizle ilgili söylediğiniz hemen hemen her kelimeyi çocuğunuzun duyabileceğini unutmayın. Çocuklar anne-babalarıyla ilgili konularda çok hassas olduklarından hemen kulak kabartırlar ve dinlerler. Bu konuda çok dikkatli olmanızı öneririm. Ayrıca büyüklerinizi de (anneanne, dede gibi) çocuğun yanında babasıyla ilgili olumsuz konuşmalar yapmaması için uyarın. Ve babasını doğrudan çocuğunuza kötülemeyin. "Baban ilgisiz, baban sorumsuz biri" gibi söylemleriniz özellikle küçük yaş çocuklarını çok olumsuz etkiler. Babası gerçekten olumsuz özelliklere sahip olabilir ama bırakın çocuğunuz babasını zaman içinde tanısın.
Çocuklar ebeveynlerinden hangisi kötüleniyor ise, ona daha çok yaklaşırlar. Kötülenen ebeveynlerine acırlar, üzülürler ve kendilerim ona daha yakın hissederler. Çocuğunuzu bu gibi duygu yüklerine sokmamak için bu konuda dikkatli olun.
Bazı anneler ve anne tarafı çocuğa babasını o kadar kötüler ki, çocuk gerçekten babasından uzaklaşır ve babasıyla birlikte olmak istemez. Ancak bu anneler unutmamalıdırlar ki, çocukları ergenlik dönemine geldiğinde babalarına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyacaklardır. Ergenlik dönemindeki her gencin -ister kız, ister erkek olsun- babasının otoritesine ve kontrolüne gereksinimi vardır. Bu yüzden, çocukla babasının arası daima sıcak olmalı, iletişimleri kopuk olmamalıdır. Yine bu anneler unutmamalıdırlar ki, eşlerinden boşanan kendileridir, çocukları değil. Kendileri eski eşlerinin pek çok olumsuz tarafını görebilirler ama çocuklarına bunu yansıtmaları, hem çocukları, hem de baba-çocuk iletişimi açısından son derece hatalıdır.
Boşanmayı hayatın sonu olarak görmeyin
Çocuğu olan bir kadın için, boşanmış olmak elbette zor. Boşanmayla biten evlilik deneyiminizi, yaşamınızın tümüne genellemeyin. Boşanmayı hayatın sonu, bir felaket ve yaşamı olumsuz tarafından yaşamak olarak algılamayın. Unutmayın ki, her son yeni bir başlangıçtır. Evlenmek kadar boşanmanın da doğal olduğunu kabullenmeye çalışın. İlk zamanlar bunu kabullenmeniz zor olacaktır ama zamanla yeni yaşamınıza uyum sağlayacak ve hayatın devam ettiğini göreceksiniz.
Hayata bakışınızı değiştirmeye çalışın. Olumsuz düşüncelerden kendinizi arındırın. "Boşandım ve her şey bitti" tarzında düşünceleriniz varsa bu düşüncelerinizi hemen değiştirin. Siz güçlü olmalısınız ki, güçlü kişilikte bir çocuk yetiştirebilesiniz. Siz mutsuz olduğunuzda çocuğunuz da mutsuz olacaktır. Tabiî ki, insanın her an aynı mutluluk düzeyinde olması imkânsız. Gün içerisinde yaşanan duygusal iniş-çıkışlar kişinin mutluluk durumunu etkiler. Her an mutlu olacağım diye bir beklentiye girmek ne kadar yanlışsa, artık hep mutsuz olacağım diye şartlanmak da o kadar yanlış. Kendinizi olumsuz şartlandırmayın, böyle bir şartlanmaya girdiğinizi farkettiğinizde dikkatinizi hemen başka konulara çevirin. Bir arkadaşınızı arayın, çocuğunuzu alıp dolaşmaya çıkın, sevdiğiniz bir müziği açın, kısacası zihninizi dağıtacak başka uğraşlara yönelin.
Tekrar evlenmek sizi korkutmasın
Boşanmış kadın ve erkekler üzerinde yapılan araştırmalar,boşanan kişilerîn ikinci kez evlenmekten korktuklarını ortaya koyuyor. Bunun nedenlerine baktığımızda;
• İkinci evliliği de yürütememe korkusu,
• Yeniden hayal kırıklığı yaşamaktan çekinmek,
• Acı çekmekten korkmak,
• Yeniden bir insanı tanımanın zorluklan,
• Çocuk ya da çocukların yeni kişiye uyum sağlayıp sağlamayacaklarının kaygısı,
• Karşı cinsten nefret eder duruma gelmek,
• Boşanmayla biten olumsuz evlilik deneyiminden kurtulamamak,
• Karşı cinse güvenmemek,
• Kendine güvenmemek,
• Evlilik kurumuna güvenmemek gibi nedenler geliyor.
İlk evliliğiniz boşanmayla bitti diye, ikinci kez de aynısı ola çak anlamında bir genelleme yapmanız sizi yanlış kararlara götürebilir. Tabiî ki evlenip evlenmemek her insanın özgür seçimidir ancak hayatın yalnız yaşanmayacağı gerçeğini de göz di etmemek gerekir. Ayrıca çocukların her zaman aile ortamına ihtiyaçları vardır.
Boşanmanın hemen ardından değil ama, hayatınızı düzer koyduktan sonra, sevdiğiniz, güvendiğiniz, sizinle ve çocuğunuzla anlaşabilen biri olduğunda neden evlenmeyesiniz ki? Bu arada yeni kişinin çocuğunuzla olan iletişiminin olumlu olması çok önemli. Ve asla kendisini, çocuğunuzun babası yerine koymamalı. Çocuğunuzun babası zaten var.
Biten evliliğinizin duygusal yükünden kurtulmalı, korkularınızı aşmalısınız. Ancak o zaman kendiniz ve çocuğunuz için sağlıklı kararlar alabilirsiniz.
Boşanmış baba olmak
Erkeklerin kişilik yapılarını incelediğimizde, duygularım kadınlar kadar dışa vurmadıklarını, duygusal dünyalarıyla kadınlar kadar yüzleşmediklerini görüyoruz. Erkekler duygusal anlamda zedelendiklerinde, hiç acı çekmiyormuş gibi davranabiliyorlar. Erkekler kadınlara göre daha az ağlıyorlar ya da hiç ağlamıyorlar. Bu yüzden kalp krizi geçiren insanlara baktığımızda büyük çoğunluğu erkekler oluşturuyor. Ve bu yüzden erkekler, kadınlar kadar uzun ömürlü olamıyorlar.
Kadın boşandığı zaman eve kapanıp yas tutarken, erkek kendisini dışarı atıp hiçbir olağanüstü durum yokmuş gibi davranabiliyor. Erkekler iş ve arkadaş çevrelerine boşandıklarını uzun süre söylemiyorlar. Kısacası erkekler acılarını, üzüntülerini, hayal kırıklıklarını paylaşmıyorlar ve hatta kendilerine bile zor itiraf ediyorlar.
Boşanmış erkek olmakla boşanmış baba olmak arasında ciddi anlamda farklar oluyor. Bazı erkekler eşlerinden boşanmayı baba olmaktan da boşanmak olarak gördüklerinden, çocuklarına karşı oldukça sorumsuz davranabiliyorlar. Bazı erkekler boşandıktan sonra eşlerini cezalandırmak adına, çocuklarım da arayıp sormuyorlar, sanki hiç evlenmemiş ve baba olmamış gibi davranıyorlar. Tabiî tüm bu davranış biçimleri, erkeğin sağlıklı düşünemediğini gösterdiği gibi, çocuğun da acı çekmesine neden oluyor.
Erkekler duygusal reddetmelere daha açık olduklarından, baba olma sorumluluklarını ve çocuklarına olan duygularını da kolayca bastırabiliyorlar. Ancak bu bilinçaltına itiş, oldukça olumsuz sonuçlar doğurabiliyor. Şunu da belirtmek gerekiyor ki, her erkek bu şekilde davranmıyor. Bazı erkekler ise, evlilikleri boyunca çocuklarıyla çok fazla ilgilenmezken, boşandıktan sonra çok daha fazla sorumluluk alabiliyorlar.
Baba olmaktan boşanamayacağınızı unutmayın
Eşinizle olan duygusal bağınız bitmiş ve evliliğiniz sona ermiş olabilir. Hayat gözünüze eskisinden daha zor ya da toz pembe görünebilir. Evliliğinizin bitişiyle birlikte, pek çok sorumluluğunuz da bitmiş olabilir ancak hayat boyu sürecek çok önemli bir sorumluluğunuzu göz ardı etmemeniz gerekiyor: baba olmanız.
Genellikle erkekler eşlerinden boşandıktan sonra, sanki çocuklarından da boşanmış gibi davranırlar. Boşanan eski eş aranmazken, bunun yanına çocuk da eklenir. Çocuk da aranıp sorulmaz. İhtiyaçları nelerdir, neye gereksinimi vardır ve en önemlisi, babasına olan duygusal ihtiyacı ne durumdadır, babasını özlemiş midir, ağlıyor mudur, babasının gidişiyle kendisini nasıl hissediyordur gibi sorular erkeğin ya aklına gelmez ya da aklına getirmek istemez.
Bazı erkekler acı çekmemek adına çocuklarına olan duygularını bastırdıklarını ve düşünmediklerini söylerlerken, bazı erkekler ise eşlerine olan öfkelerinden dolayı çocuklarını da görmek istemediklerini ifade ederler. Terapi seanslarına katılan bir erkek, eşine o kadar nefret doluydu ki, tam sekiz aydır çocuğunu da görmüyordu. Eşine çok kızgın olduğunu, bu yüzden çocuğunu da görmek istemediğini söylemişti. Sanki çocuğundan da boşanmıştı.
Unutmayın ki, çocuğunuzdan asla boşanamazsınız. Siz sadece evliliğinizi bitirdiniz, çocuğunuzla olan ilişkinizi değil. Üstelik boşandıktan sonra çocuğunuza karşı olan sorumluluklarınız daha da artacaktır. Çocuğunuz eskiye göre daha hassas olacaktır, sizin ona verdiğiniz sözler üzerinde daha da dikkatli duracaktır. Ona söz verip de yerine getirmemek gibi bir davranışta sakın bulunmayın.
Özel bir okulda görev yaptığım yıllarda yaşadığım ve hiç unutmadığım bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Beş yaşında çok sevimli bir erkek çocuğunun anne-babası ayrılmıştı, bir hafta sonu Cuma günü babası onu kreşten almaya gelecekti. Bütün bir hafta babasının gelip onu alacağını anlatmıştı. Cuma sabahı bizim ufaklık iki dirhem bir çekirdek, annesi tarafından giydirilmiş, elinde oyuncakları, oldukça mutlu bir şekilde okula gelmişti. Öğretmenine sürekli ne zaman akşam olacağını soruyordu. Heyecandan öğle yemeğini yiyememiş ve uyku saatinde gözüne uyku girmemişti. Derken akşam saatleri olmaya başladı. Bütün çocukları yavaş yavaş aileleri almaya başladı. Bizimki her kapı çaldığında koşarak gidiyor ve babasının gelip gelmediğine bakıyordu. Saatler geçtikçe kendi sınıfı ve diğer sınıflardan hiçbir çocuk kalmadı. Elinde oyuncağı, gözlerinde yaşlarıyla kapının önünde dakikalarca babasını beklemişti ve babası gelmemişti. Üstelik bu ilk kez değil, defalarca olmuştu.
Çocuğunuza verdiğiniz sözleri mutlaka yerine getirin, yerine getiremeyeceğiniz sözler vermekten kaçının. Onu almaya söz verdiğinizde almamazlık etmeyin. Onun sizi ne ümitlerle beklediğini ve gelmediğinizde ne büyük hayal kırıklığı yaşadığını unutmayın.
Çocuğunuzu düzenli aralıklarla görün, onu telefonla arayın, sohbet edin. Annesine çocuğunuzun ihtiyaçlarım sorun. Çocuğunuz okul çağında ise dersleriyle ilgilenin, okuluna gidip öğretmenleriyle görüşün. Tüm sorumlulukları annesine yüklemeyin. Onun sorunlarıyla ilgilenin ve çözümsüz kaldığında, kendisini çaresiz hissettiğinde ona destek olun ve bu desteğinizi ona hissettirin. Ergenlik ve gençlik döneminde size fazlasıyla ihtiyacı olacağını unutmayın. Ödevleri, dersleri, sınavları, meslek seçimi, arkadaşlarıyla iletişimi ve bunun gibi pek çok konuda onu kontrol edin ve sizin kontrolünüzün olduğunu, başıboş olmadığını ona hissettirin. Ayrılmış anne-babaların çocuklarını bekleyen en büyük riskin, başıboş çocuklarını bekleyen en büyük riskin, başıboş olduklarını sanıp özgürlüklerini yaşama adına büyük hatalar yapmaları olduğunu unutmayın.
Çocuğunuzla ilgili sorumluluklardan kaçmak, çocuğunuza yapabileceğiniz en büyük kötülüklerin başında gelir. Sorumluluklarınızın sadece maddi değil, duygusal sorumluluklar olduğunu da göz ardı etmeyin.
Duygusal sorumluluklarınızı da ihmal etmeyin
Erkekler çocuklarına karşı olan sorumluluklarım genellikle maddi boyutlarla sınırlarlar. Çocuğu iyi bir okulda okutmakla tüm maddi ihtiyaçlarını karşılamakla ve çocuğun her istediğini almakla ona olan görevlerini yerine getirdiklerine inanır ve mutlu olurlar. Buna vicdanı rahatlatmak da diyebiliriz.
Boşanmış babaların, çocuklarına karşı olan vicdanlarım rahatlatmak adına da aynı davranış ve tutumlara başvurduklarını; biliyoruz. Bir baba şöyle demişti: "Çocuğunuzla ilgilenin diyorsunuz, biliyor musunuz ki, ona daha yeni, en son model bir cep telefonu aldım." Bu babanın çocuğunun daha on yaşında olduğunu da belirtmek isterim.
Ne yazık ki, çocuklar da bir süre sonra babalarının bu tutumlarını kullanmaya başlarlar. Para makinesi olarak görülen balar durumu anladıklarında ne kadar üzülseler de iş işten geçmiştir artık. On beş yaşındaki bir genç kız babasını tanımlarken; şu sözleri kullanmıştı: ´´Babama ihtiyacım paraya ihtiyacım olduğu zamanlardır. O da bunu bilir. Onu her aradığımda ne kadar para istediğimi sorar." Bir başka gencin babasına yaklaşımını sizlere aktarayım: "Boşanmalarının ilk zamanlarında çok üzülüyordum. Babamın evden gidişini kabullenemiyor ve onu özlüyordum. Şimdi ise çok rahatım. Her istediğimi yaptırıyorum. Barışıyoruz deseler, istemem."
Görüyoruz ki, babalar çocuklarının sadece maddi ihtiyaçlarını yerine getirdiklerinde sonuç çok da olumlu olmuyor. Çocukların duygusal sorumluluklarını da almak gerekiyor. Şikâyetleri olduğunda onları dinlemek, "Bunu annene söyleme" dememek, arkadaşlarıyla olan çatışmalarını paylaşmak, annesiyle olan sorunlarına çözüm üretmek, beden ve ruh sağlıklarıyla ilgilenmek, sigara, alkol gibi alışkanlıklar edinip edinmediğiyle ilgilenmek, kaç yaşında olursa olsun çocuğa zaman ayırmak, okul yaşantısıyla ilgili olmak, üzüntülerini, dertlerini, sevinçlerini paylaşmak her babanın en başta gelen görevleri arasında yer alıyor.
Baba olmak sadece çocuğun karnını doyuracak, giysilerini alacak kadar para kazanıp ona harçlığını vermek ya da olmaması gereken yaşta onu cep telefonlarıyla tanıştırmak değildir. Baba olmak gerçekten baba olmak anlamına gelir. Çocuğun kişilik gelişimini desteklemek, özgüvenini geliştirmek, kendisiyle barışık olmasını sağlamak, sosyal ilişkilerini desteklemek ve onun mutlu bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğunuza sorumluluklarınızın başında bunların olduğunu unutmayın lütfen.
Bazı babalar da, eski eşlerini cezalandırmak adına, parayı kısarlar ve esirgerler. Eski eşlerinin maddi sıkıntı çekmesi onların hoşuna gider, bu durumdan haz duyarlar. Eski eşlerini maddi anlamda yalvartmaya bayılırlar. Ancak bu durumdan da en çok çocuk etkilenir. Anne çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamaz ve çocuk pek çok şeyden mahrum kalır. Maddi olarak mahrum kalan Çocuk hatalı davranışlarda bulunabilir. Annesinin cüzdanından, arkadaşının cebinden para çalan ya da marketlerden yiyecek vb. çalan çocukların hikâyelerinin derinine indiğimizde, çoğulun anne-babasının ayrı olduğunu ve maddi sıkıntılar çektiklerini görürüz.
Sizin de bu tip tutumlarınız varsa hemen değiştirin. Eski eşinize olan öfkenizi tatmin edeceğinizi zannederken, suçlu çocuk yaratmış olabilirsiniz. Aman dikkat!
Baba olmak kolay değil. Ne maddi ne de duygusal sorumluklarınızı hiçbir şekilde çocuğunuzdan esirgememeniz ger yor. Çocuğunuz hem maddi olarak, hem de duygusal anlamda kendisini güvencede hissetmeli. Çok fazla paradan söz etmiyorum, "Babam ihtiyaçlarımı karşılar" düşüncesi olmalı, size güvenmeli. Aynı evde yaşıyor olmasanız bile iç dünyalarınız olmalı. Yaşadığı herhangi bir sıkıntıda size ulaşabileceğini danışabileceğini, sizin daima onun yanında olduğunuzdan emin olmalı, ki yüreği rahat olsun, geceleri yatağında rahat rahat uyusun, kaygılarla dolu değil.
Hayatınızı düzenlerken çocuğunuzu unutmayın.
Artık tek kişilik bir yaşam sizi bekliyor diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Artık evli olmayabilirsiniz ama bu artık baba olmadığınız anlamına gelmiyor. Çocuğunuz annesiyle yaşıyor olabilir ama aynı zaman da sizinle de yaşayacak. Bu yüzden hayatınızı düzenlerken çocuğunuzu da göz önünde bulundurmalısınız.
Evinizde çocuğunuzun da mutlaka odası olmalı: Çocuğunuz sizde kalacağı zamanlarda da kendisini evinde hissetmeli. Çünkü ev çocuğun güven duygusunu pekiştiren bir faktördür. Bu nedenle, yaşayacağınız ev bekâr evi gibi olmamalı. Evin bir odasını çocuğunuza ayırmalısınız. Yatağı, giysi dolabı, oyuncakları, çalışma masası, kütüphanesi ve özel eşyalarının olduğu kendisine özel bir oda yapmalısınız.
Çocuğunuzla geçireceğiniz zaman nitelikli olmalı: çocuğunuzu almadan önce, onunla paylaşacaklarınız konusunda plan yapın. Çocuğunuzla paylaşacaklarınız onun yaşına göre
değişecektir. Çocuğunuzu aldığınızda, o evin bir köşesinde kendi halinde, siz kendi halinizde olmamalısınız. Onunla sinemaya, tiyatroya, sergilere, konserlere gitmek ya da küçükse oyun parklarına gitmek gibi aktivitelerin yanı sıra, birlikte spor yapmak, resim yapmak, evde film izlemek, birlikte yemek yapmak gibi faaliyetler yaratmalısınız. Ayrıca onunla istediği konularda sohbet etmeyi de ihmal etmemelisiniz.
Alacağınız kararlan çocuğunuzla da paylaşın: Bu kararlar çok önemli olmasa da mutlaka çocuğunuzla paylaşın. Çıkacağınız seyahatler, eve alacağınız herhangi bir eşya, birlikte yapacağınız tatil, değiştireceğiniz arabanız gibi konuları çocuğunuzla paylaşırsanız hem kendisini size yakın hissedecek, hem de kendisine olan güveni artacaktır.
Çocuğunuza annesini kötülemeyin
Bu önemli konuya "Boşanmış anne olmak" bölümünde de değindim. Gerçekten de bu konunun çok önemli olduğuna inanıyorum. İnsanlar ne kadar bilinçli, ne kadar aydın ve çağdaş olurlarsa olsunlar, boşandıkları zaman ne yazık ki bu çağdaşlıklarını yitirebiliyorlar.
Özellikle küçük yaş çocukları anne-babalarıyla ilgili kötü sözler duymak istemezler. Aslına bakarsanız, yaşı kaç olursa olsun hiçbir çocuk annesinin ya da babasının, diğer ebeveyni tarafından kötülenmesine dayanamaz. Ancak çocuğun yaşı büyüdükçe gerçekleri daha iyi algılayabileceğinden, anne-babalarının kusurlarını görüp kabullenebilirler. Yine de çocuğa annesiyle ilgili olumsuzlukları iletmek doğru değildir.
Eşlerine olan öfkelerini aşamamış erkekler, çocuklarına annelerinin hatalarını anlatarak içlerini rahatlatabilirler ama çocukların iç dünyalarını da alt üst ederler. Babaanneler de bazen bilmeden bazen de bilerek, çocuğa annesiyle ilgili olumsuz konuşmalar yapabilirler ama bu davranışlar son derece yanlıştır.
Bunun yanı sıra, çocuğu sürekli annesiyle ilgili sorguya çekmek de hatalı bir davranıştır. "Annen ne yapıyor? Eve kim geliyor? Annen sana kızıp bağırıyor mu" gibi sorular çocuğu yıpratır ve sıkıntı duymasına neden olur. Bir süre sonra sizin annesini kötülemenize ve annesiyle ilgili sürekli sorular sormanıza tepki gösterecektir.
Altı yaşındaki bir erkek çocuğu babasına hiç gitmek istemiyordu. Annesi ve babası da bu duruma çok üzülüyorlardı, çocukla sohbet ederken, babasının sürekli annesiyle ilgili soru sorduğunu, annesini kötülediğini ve bu duruma çok üzüldüğü için babasına gitmek istemediğini söylemişti.
Merak ettiklerinizi eski eşinize sorabilir, eski eşinize olan öfkenizi kendisiyle paylaşabilirsiniz. Eski eşinizle böyle bir iletişime girmek istemiyorsanız, duygularınızı ya içinize gömecek da bir uzmandan bu konuda yardım alacaksınız.
Psikologlardan ve psikoterapiden korkmayın
"Erkekler ağlamaz" yüklemesinin yanında, "erkekler psikoloğa gitmez" yüklemesi de artık yer alıyor. Nedense erkekler psikoloğa gitmeyi kendilerine yediremiyorlar. Psikiyatra gitmek onlara daha yakın gelirken, psikoloğ onlara öcü gibi gelebiliyor. Psikiyatr ilaçla tedavi ettiğinden olsa gerek, daha bir kabul görüyor erkeğin iç dünyasında. Psikolog ise, kişinin iç dünyasının derinine indiği için, bu durum erkeklerin hiç hoşuna gitmiyor.
Toplumumuzda siz erkeklere yüklenen katı, sert, güçlü, duyarsız yüklemeleri sizin tarafınızdan da pekiştiriliyor. Ben üzülmem, etkilenmem gibi duygu durumlarına kendinizi alıştırmaya çalışıyorsunuz ama gerçekler tabiî ki böyle değil. Siz de üzülüyor, siz de hayal kırıklığına uğruyor, siz de pişmanlıklar duyabiliyorsunuz. Duygulanıyor hatta belki gizliden gizliye birkaç gözyaşı da döküyorsunuz.
Kendinize haksızlık etmeyin. İçinden çıkamadığınız duygu durumlarında bir psikologdan yardım almaya çekinmeyin. Aşamadığınız duygular, aklınızdan çıkaramadığınız takıntılı düşünceler, evlilikten boşanmaya geçiş, boşanmış baba olmanın getirdiği çelişkiler, çıkmazlarınız, yalnızlığınız, korkularınız, kaygılarınız, öfkeleriniz, üzüntüleriniz yok mu? Belki de hayatınızda her şey çığırından çıktı. Nerede akşam orada sabah yaşıyor olabilirsiniz, alkol sizi sorunlarınızdan uzaklaştırıyor gibi görünebilir, "çivi çiviyi söker" görüşünü benimseyip, bir flörtten diğerine koşuyor olabilirsiniz. Sanki size hayatınız muhteşemmiş gibi görünebilir. Ama bilin ki, bunlar sanal mutluluklar. Ne alkol, ne kadınlar, ne gece hayatı sizin sorunlarınızı çözmeye yetmeyecek, hatta belki de zaman içerisinde sorunlarınıza sorun ekleyecektir.
Erkeklerin de duyguları olduğu gerçeğini kendinize kabul ettirin. Erkeklerin kadınlar gibi kendi aralarında dertleşme, sorunlarını paylaşma özelliklerinin olmadığını biliyoruz. Yani siz arkadaşlarınızla da sorunlarınızı paylaşmıyorsunuz. Bazılarınız sorunlarınızı kendinize bile itiraf etmiyorsunuz. Bilmelisiniz ki, bu durum sizde duygusal patlamalar yaratacaktır. İşyerinizde aşırı sinirli olma, arkadaşlarınıza karşı kırıcı olma, çocuğunuza karşı tahammülsüz olma gibi duygu durumlarıyla zaman içinde tanışabilirsiniz. Ayrıca, hiçbir şeyden zevk almama, yaşamın boş ve anlamsız gelmesi, içe kapanma, dikkat bozukluğu, unutkanlık, iştahsızlık, uykusuzluk gibi belirtiler de ortaya çıkabilir.
Duygu durumunuzun bu noktalara gelmemesi, psikolojinizin dengelerinin bu boyutlarda bozulmaması için uzman yardımına karşı koymayın. Çağdaş bir erkek olarak çağdaş bir davranışta bulunun ve sorunlarınızı çağdaş bir şekilde çözümlemeye çalışın. Kısa zamanda hayatınızın hem sizin hem de çocuğunuz için daha kolaylaştığını görecek ve rahatlayacaksınız.
"Çivi çiviyi söker"e inanmayın
Erkeklerin kadınlara oranla daha cesaretli olduklarını söyleyen davranış bilimciler, boşanan erkeklerin zaman kaybetmeden flört etmeye başladıklarını, olumsuz biten evlilik deneyimlerini ve eski eşlerini bir an önce unutmak amacıyla kendilerini dışarıya yönelttiklerini belirtiyorlar. Ancak erkekler bu davranışlarıyla kendilerini daha da çıkmaza sokabiliyorlar.Bir an önce kurulması gereken dengeli hayatlarını bir türlü oluşturamıyorlar.
Bir evliliği ya da eski eşi unutmak dengesiz bir hayat yaşayarak olmayacağı gibi, kişinin var olan dengelerini de alt üst eder. Erkeğin kendisine olan saygısını azaltabileceği gibi, sindeki kişilerin saygı ve sevgisini de yitirtebilir. İş yaşamı verimsizleşir, maddi olarak kayıpları başlar, dostlukları bitebilir kısacası kişi kendisini daha da olumsuz şartlarda bulabilir.
Boşanmanın hemen ardından farklı farklı ilişkiler yaşamanın sağlıklı olmadığını söyleyen davranış bilimciler, bunun nedeni olarak, kişinin doğru seçimler yapamayacağı ve kendisini yıpratacağı görüşünü belirtmektedir. Oysa boşandıktan sonra duygusal dünyanızı biraz dinlendirmenizde fayda var. Yeni kuracağınız yaşamınızı düzenlemek, çocuğunuzla ilişkilerinizi dengelemek gibi uğraşılarınızın yanı sıra, sevdiğiniz dostlarınızla birlikte olmak da size iyi gelecektir. Kendinize ve hayatınıza zaman tanımanız ileride doğru seçim yapmanızı sağlayacaktı Sakin bir yaşam, dengeli arkadaşlıklar, çocuğunuzla sağlıklı iletişiminiz, dostlarınızla paylaşımlarınız, düzenli bir sosyal hayat sizi aradığınız mutluluklara ulaştıracaktır. Nitelikli ilişkiler zamanla kişinin yaşamına mutluluk getirir, niteliksiz ve amaçsız olanlar ise sorun getirir. Oysa her insan mutlu olmaya layık ve siz de öyle...
Kendinize ve hayata güvenin
Eşlerinden ayrılan kişilerin en büyük sorunu güven sorunudur. "Bir evliliği bile yürütemedim" diye düşünen kişinin kendisine ve hayata olan güveni azalır.
Erkekler her ne kadar duygularını gizleyip belli etmeseler de onların da iç dünyalarında kendilerine, kadınlara ve hayata karşı güvensizlik besledikleri biliniyor.
Evliliğiniz herhangi bir nedenden ya da birçok faktörün birleşmesiyle sona ermiş olabilir. Şu bir gerçek ki, evliliğinizin bitişinden sadece siz sorumlu değilsiniz. Her ilişkide eşler o evliliğin iyi ya da kötü gitmesinden yüzde elli sorumludurlar. Hiçbir evlilikte, evliliğin bitişinden hiç kimse yüzde yüz sorumlu değildir. Akıl hastalıklarını ve madde bağımlılıklarını bu kategoriye almıyoruz tabiî ki.
Evliliğinizin devam etmemesinden ve bitişinden sadece kendinizi suçlu görürseniz kendinize haksızlık etmiş olursunuz. Sorumlu olduğunuz tarafları kabullenip ilgisizlik, kavga çıkarmak, sevgiyi ifade etmemek vb. bunlarla yüzleşmeniz yeterli. Tüm suçu kendi üzerinize alırsanız, kendinize olan özgüveninizin azaldığını göreceksiniz. Oysa yaşamınızı devam ettirmeniz için özgüveniniz size son derece gerekli.
Bazı erkekler eski eşlerinin kişilik özelliklerini ve evlilikte çıkan sorunları tüm kadınlara ve tüm ilişkilere genellerler. " Eski karım son derece kıskançtı. Zaten bütün kadınlar kıskançtır.´ ´Eski karım dırdırcının tekiydi, zaten tüm kadınlar dırdırcı değil mi?" gibi genellemeler sizi mutsuzluğa götürür. Evet, kadın ve erkeğin kendine özgü özellikleri var ama her erkek ve her kadın kendi kişilik özelliklerine göre, genel özelliklerini farklı farklı yaşarlar. Örneğin kadın rahat bir kişilik yapısına sahipse eşini kıskanmaz ama başka bir kadın takıntılı düşüncelere yatkınsa eşini fazlasıyla kıskanabilir. Siz sakın kadınlarla ilgili genellemeler yapmayın. Bir evliliğin bitmesi demek, bundan sonraki ilişkilerinizin de başarısız olacağı anlamına gelmiyor.
Kendinize güvendiğiniz sürece hayata da daha kolay döneceksiniz. Kendinizi yaşamın zorlukları karşısında güçsüz hissetmeyecek, tüm sorunların suçlusu olarak kaderi görmeyecek kendi hatalarınızın sorumluluğunu kolayca üstlenip bunda sonra en azından geçmişte yaptığınız hataları yapmamaya çalışacaksınız. Hiç hata yapmayacaksınız demiyorum, daha doğrusu diyemiyorum, çünkü böyle bir durum mümkün değil.
Evliliğinin bitiminden sadece kendisini sorumlu tutan otuz beş yaşlarındaki bir erkek danışanım duygularını ifade ederek şu sözcükleri kullanmıştı:
- Evliliğimi sürdüremedim, karımı mutlu edemedim, çocuğuma iyi bir baba olamadım. Evliyken iyi bir baba olamazken boşanınca nasıl iyi bir baba olabilirim ki? Ben dünyanın en aptal ve en beceriksiz adamıyım. Kendimden nefret ediyorum.
Hayatta insanın başına gelebilecek en büyük olumsuzluğun kendinden nefret etmesi olduğuna inanıyorum. Kendinizden nefret ederseniz çevrenizdeki hiçbir şeyi sevemezsiniz. Hayat uzaklaşır ve amaçlarınıza ulaşamazsınız.Çocuğunuza karşı sorumluluklarınızı yerine getiremez ve onunla iletişim kuramazsınız.Kendinizle ve hayatla barışık olun. İnanın mutluluğunuzun formülü burada yatıyor.
Boşanmanın çocuk üzerindeki etkileri
Aile içindeki her birey boşanmadan olumsuz etkilenir.Yetişkinler çocuklara oranla daha kontrollü olduklarından, çocuklar boşanma olayından yetişkinlere göre daha çok etkilenirler.
Boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerine baktığımız zaman, bu etkilerin çocuğun yaşına, kişilik gelişimine, anne-baba tutumlarına ve çocuğun cinsiyetine göre değişim gösterdiğini görüyoruz. Örneğin, boşanma olayından kız çocukların en çok etkilendikleri yaş beş iken, erkek çocuklarda ergenlik döneminin başlangıcı, yani on bir on iki yaşlar olarak karşımıza çıkıyor.
Babalarına âşık kızlar
Kız çocuklar beş yaş civarında babalarına aşırı bir düşkünlük gösteriyorlar. Meşhur Oidipus kompleksi dönemi olan bu dönemde kız çocuk babasına, erkek çocuk da annesine hoşlanma, beğeni gibi duygular besliyor. Bu dönemde kız çocuk babasını annesinden kıskanıyor. Pek çok küçük kızın "Ben babamla evleneceğim" dediği dönem bu dönemdir. Minik ufaklık bu dönemde annesiyle babasını yan yana görmeye bile tahammül edemez. El ele tutuştuklarında ya da yan yana oturduklarında aralarına girer. Annesini çirkin bulduğunu söyleyen küçük kızlara da bu dönemde rastlamak mümkündür.
Kız çocukların hayatta ilk tanıdıkları karşı cins babaları, erkek çocuklarında anneleri olduğu için, bu dönemde kızlar babaları tarafından sevilmek, beğenilmek, övülmek arzusu içindedirler. Baba-kız iletişiminin hassas olduğu bu dönemde, kız çocuğunun özgüveninin pekiştiğini gözlemliyoruz. Babası tarafından sevildiğini hisseden, babası tarafından övülen, davranışları onaylanan kız çocuklarının, yetişkin olduklarında özgüvenlerinin sağlam temeller üzerinde olduğunu görüyoruz. İşte bu nedenden dolayı, beş yaş civarı kız çocukları anne-babalarının boşanmalarından son derece olumsuz etkileniyorlar.Babasının evden gitmesi; babası tarafından sevilmek, beğenilmek, onunla zaman geçirmek, paylaşımlarda bulunmak isteyen minik kız için bir işkence olabiliyor. Baba modeline en çok
ihtiyacı olduğu dönemde babasının artık evde olmaması, küçük kızlarda terk edilmişlik, sevilmeme, değersizlik duygularını oluştururken aynı zamanda güven yoksunluğunu da beraberinde getiriyor. ´´Babam bizi terketti, gitti, beni sevmiyor" düşüncelerini zihninde oluşturan kız çocuğu zaman içerisinde boşanma olayına adapte oluyor ama bu duyguları bilinçaltına yerleşiyor ve yavaş yavaş bu duygular şekil değiştiriyor. Küçük kız ergenliğinde, genç kızlığında ve kadın olduğunda babası tarafından sevilmediği, terk edildiği düşüncesini bütün erkeklere genelliyor. Bu kadınlar eşlerinin, kendilerini sevmediklerini düşünüyorlar. Bu kadınlar sürekli terk edilecek kaygılarıyla yaşıyorlar ve bu kadınlar asla kendilerine güvenmiyorlar.
Boşanma olayının beş yaş civarında gerçekleşmesi, küçük kızın ergenlik döneminde de kendisine asla güvenmemesine ve erkeklerden çekinmesine neden oluyor.
Kendilerinden yaşça epeyce büyük erkeklerle evlenen kadınların, hepsinin olmasa bile çoğunun, babasını ya küçük yaşta kaybettiğini ya da evi terk ettiğini araştırma sonuçlarından elde ediyoruz. Kızınızın yaşı küçükse bu kararınızı yenide gözden geçirmenizde fayda var.
Babalarını model alan erkek çocuklar
Boşanma sonrasında çocuklar genellikle anneleriyle yaşadıkları için, boşanan ailelerin çocuklarında anne merkezli değil de, baba merkezli sorunlar yaşanmakta. Kız çocuklarında dört-beş yaş dolaylarının, boşanma olayından en çok etkilendikleri yaşlar olduğunu belirttikten sonra, gelelim erkek çocuklarına.
Araştırma sonuçları erkek çocukların, boşanma olayından en çok ergenlik döneminin başlarında etkilendiklerini ortaya koyuyor. Çünkü bu dönemde erkek çocuk, babasıyla bütünleşme ve babasını model alma sürecine giriyor. Erkek çocuklar ergenlik dönemine kadar (11-12 yaşlar) annelerine bağımlıdırlar,ihtiyaçlarını anneleri karşılar, anneleriyle daha çok birlikte olur, zaman geçirirler. Ancak erkek çocuk, çocukluğu yavaş yavaş geride bırakıp, erkekliğe adım atmaya başladığı zaman babasına daha çok yaklaşır. Babasıyla özdeşlemeye başlar. Babasıyla sohbet etmeye gereksinim duymaya başlar. Babasıyla birlikte yapacakları aktiviteler, paylaşımlar daha da belirginleşir. Bu dönemde erkek çocuk annesinden kopmaya ve babasına yaklaşmaya yönelir. Ve yine ergenlikle birlikte erkek çocuk, babasıyla çatışmaya da başlar. Kendi doğrularını oluştururken, babasıyla çatışmaya girmesi doğaldır.
Adölesan ya da diğer bir deyişle ergenlik dönemi erkek çocuğun, babasıyla daha çok iletişime girmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönemde babası evden giden erkek çocukların, diğer yaş gruplarına göre, boşanmadan daha çok etkilendiklerini biliyoruz. Burada da özgüven eksikliği, korkaklık, babadan nefret etme gibi olumsuz duygular karşımıza çıkıyor. Bunun yanı sıra, anneye aşırı bağımlılık, babanın evden gidişiyle ilgili boşluğu doldurmaya çalışma, otorite olma çabaları, anneyi korumaya alma ve çok erken yaşta bazı sorumlulukları yüklenme davranışlara da rastlıyoruz.
O halde ne yapmalı? Evlilik eşler ve çocuklar için çok olumsuz bir tablo yaratıyorsa, o evliliğin devam etmesi tüm aile bireylerini mutsuzluğa götürecekse ve eşler boşanmayı seçtilerse, bu durumda çocuklara nasıl yaklaşmalı? Küçük kız çocukların kişilik gelişiminin sağlıklı olması ve özgüvenlerinin sarsılmaması için nasıl bir yol izlenmeli? Ergenlik dönemindeki erkek çocukların, kendilerini yalnız hissetmemeleri, erkeklik modelini alabilmeleri, babalarıyla özdeşleşmeleri için formül ne olmalı? Sırf çocuklar olumsuz etkilenmesin diye, mutsuz giden evlilik sürmeli mi? Mutsuz, sürekli kavga ve çatışma halinde olan anne-babaların çocukları, bu şekilde sorunlu bir aile ortamında sağlıklı kişilikler geliştirebilirler mi?
Boşanmadan önce evlilik terapisi alın
Evliliğiniz her geçen gün daha da kötüye gidiyor ve siz boşanmayı son çare olarak görüyorsanız, bu kararı almadan önce evlilik terapisi almanızda fayda var. Evlilik terapileri eşlerin, sorunlarına daha gerçekçi bakmalarına, birbirlerini suçlamak yerine sorunlarına sahip çıkmalarına ve olumlu çözümler üretmelerine neden olabiliyor.
Evlilik terapisine başlamak için son noktaya gelmek gerekmiyor. Sağlıklı olan, sorunlar daha küçükken böyle bir yardım almak. Sorunların arapsaçına dönmesini beklememek gerekiyor. Fiziksel hastalıklarda olduğu gibi, psikolojik sorunlarda da erken teşhis çok önemli. Eşler evliliklerinin sağlıksızlaştığını ve hastalandığını hissettiklerinde önlem almalılar, evlilik can çekiştiğinde ya da öldüğünde değil. Ancak her ne olursa olsun, eşler boşanma gibi önemli bir kararı almadan önce uzman yardımına başvurmalılar. Çocuklarının bu boşanmadan nasıl etkilenebilecekleri konusunda bilgi sahibi olmalılar.
Ülkemizde erkeklerin psikoterapiye ve psikologlara nasıl baktıklarından bahsetmiştim. Aynı bakış açısı, evlilik terapileri için de geçerli oluyor. Kadınlar evliliklerinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissettiklerinde, eşlerine evlilik terapisi teklifinde bulunuyorlar ama erkekler "Üçüncü kişi mi bizim evliliğimizi düzeltecek?" diye düşünüyorlar. Ne zaman ki, bıçak kemiğe dayanıyor, o zaman erkekler evlilik terapisine umut bağlıyorlar.
Pişmanlık duygusu insanı en çok yıpratan duyguların başında geliyor.Yaptığı ya da yapmadıklarından dolayı bir ömür boyu pişmanlık yaşayan, acı çeken insanlar var. Hem biliyor musunuz, insanlar en çok, yapmadıklarından pişmanlık duyuyorlarmış. Siz de ileride keşke dememek için, evliliğinizi terapi masasına yatırmaktan çekinmeyin. Evlilik terapisi aldığınız halde, yine boşanmakta kararlıysanız, en azından "Elimizden geleni yaptık" diyebilirsiniz.
Her çocuğun mutlu bir aile ortamında, mutlu anne-babalarla yaşama hakkı vardır. Anne-baba mutlu olduğu zaman çocuk da mutlu olur. Eşler birbirleriyle uyumlu ise, çocuklar sağlıklı bir aile ortamında büyüyorlar demektir. Elbette her evlilikte ufak-tefek tartışmalar olur ama eşler çocuklarının önünde birbirlerine kırıcı davranıyorlar, birbirlerine hakaretler ediyorlarsa ve çocuğun önünde şiddete dayanan davranışlarda bulunuyorlarsa, o evlilik çocuk ya da çocuklar için son derece olumsuz etkiler yaratıyor demektir.
Sorunlarınızı baş başa çözmeye özen gösterin. Çocuğunuzun yanında kavga etmeyin. Çocuğunuzu hakem gibi kullanmayın. "Hangimiz haklıyız?" sorusunu çocuğunuza asla sormayın. Sorunlarınıza çocuğunuzu karıştırmayın. Unutmayın ki, çocuklar anne-babasının boşanması kadar, anne-babasının kavgalarından da olumsuz etkilenirler.
Evlilik terapisi alarak evliliğinizi iyileştirebilir, olmuyorsa da çocuğunuza onun anlayabileceği bir dille durumunuzu anlatıp, boşandıktan sonraki süreçte çocuğunuzun en az etkilenmesi için önlemler alabilirsiniz.
Boşanmadan etkilenen çocukların davranışları
Çocukların, boşanma olayından etkilenme biçimleri farklıdır. Her boşanan ailenin çocuğu davranış bozuklukları geliştirecek diye bir kural yoktur. Anne-babalar boşandıktan sonra da anne-baba olma sorumluluklarını yerine getirmeye devam ettikleri sürece, çocuklarına ilgili ve sevgi dolu yaklaştıkları sürece sorunlar en aza inecektir. İstenen bu olmasına rağmen, çoğu zaman anne ya da baba çocuğa uzak kalır. Çocuk anne-babası-nın güvenim hissedemez. İhmal edilir, ilgiden ve sevgiden uzak kalırsa duygu, düşünce ve davranış bozuklukları geliştirebilir. Bunlar;
• İçe kapanma,
• Saldırganlık,
• Altına kaçırma,
• Gece korkuları, kâbuslar,
• Hayatın geneline karşı korkular,
• Çocukluk fobileri,
• Çocukların depresyonları,
• Tırnak yeme,
• İştahsızlık ya da aşırı yemek yeme,
• Uyku bozuklukları,
• Öfke nöbetleri,
• Ağlama nöbetleri,
• Okul başarısında düşme,
• Dikkati toplamada zorluk,
• Vurdumduymazlık,
• Aşırı duyarlılık,
• Yaşıtlarla ve çevreyle iletişim kurma sorunları,
• Özgüven eksikliği,
• Kendisiyle ve hayatla barışık olmama,
• Ayrılığı-boşanmayı inkâr-ret,
• Yalan söyleme,
• Anneye aşırı bağımlılık,
• Kendine acıma,
• Utangaçlık,
• Kıskançlık krizleri,
• İntihar girişimleri vb.
Yukarıdaki ve benzeri davranışlar, boşanan ailelerin çocuklarında, eğer anne-babadan biri ya da her ikisi birden ilgisizse, çocuk anne-babasından birini ya da her ikisini birden ya çok az görüyor ya da hiç görmüyorsa, anne-baba ilgisi, sevgisi, güveni ve otoritesinden yoksunsa, çocukta oluşma riski yüzdesi fazla olan davranış bozukluklarıdır.
Çocuğunuzu düzenli görün, zaman ayırın, sevginizi hissettirin
Evden giden ebeveyn (genellikle baba) çocuğunu görmeyi ihmal etmemeli ve onunla olan görüşmelerini belli bir düzene yerleştirmelidir. Çocukla geçirilen zaman nitelikli olmalıdır. Yaşı küçük olan kız çocukların babaları, kızlarıyla birlikte olduğunda ona sevgisini bolca hissettirmeli, onu övmeli ve güzel davranışlarını onaylamalıdır. Ergenlik dönemindeki çocuklarına anne-babalar, kontrol edildikleri duygusunu yerleştirmeli, çocuklarıyla yemeğe gitmeli, sohbet etmelidir.
Çocuğun en büyük ihtiyacı sevgidir. Çocuğun yemek, içmekten daha çok, sevilmeye ihtiyacı vardır. Anne-babası boşanmamış ancak onların sevgilerini hissedemeyen pek çok çocuk var. Bu çocuklarda da davranış bozuklukları oluşabiliyor. Boşanmış olmayı çocuğunuz için risk faktörü olarak görmeyin. Bilin ki, siz ona sevginizi hissettirdiğiniz sürece, ilginizi üzerinden eksik etmediğiniz, ihtiyaçlarını düzenli karşıladığınız, duygularını, düşüncelerini ve hayatınızı onunla paylaştığınız sürece çocuğunuz mutlu bir çocuk olacaktır.
Bunun yanı sıra, çocuğunuzun her istediğini yapmanızın doğru olmadığını da bilmelisiniz. Boşanma olayından dolayı çocuklarına karşı suçluluk duyan anne-babalar, çocuklarının her isteklerini yerine getirerek, gerekli gereksiz arzularına yanıt vererek, aslında onlara kötülük ederler. Bu çocuklar doyumsu ve anne-babalarını kullanan çocuklar olurlar. Mutlu gibi görünen ama mutsuz çocuklar olarak büyürler. Çocuğunuzla ilgilenmenin, onu sevmenin, onun yerli yersiz her isteğini yerine getirmek olmadığını kendinize kabul ettirmelisiniz.
Boşanma olayını çocuğunuza anne-baba olarak birlikte anlatın
Anne-babaların boşanma sırasında en çok zorlandıkları konulardan biri de, çocuğa bunun nasıl söyleneceğidir. Bazı anne babalar ayrıldıklarını çocuklarından gizlerler. "Baban işinde" vb. bahanelerle çocuğu oyalamaya çalışırlar. Yıllar öne konuşmacı olarak benim de katıldığım bir panelde, bir annesinden boşandığını tam beş yıldır kızından gizlediğini söylemisti. Babası doktor olduğu için nöbette olduğunu söyleyerek, çocuğu beş yıldır oyalıyor olduğunu ifade etmişti. Kızının, basına çok düşkün olduğunu, boşandıklarını duyduğunda çok üzüleceğini, bu nedenle de idare edebildiği yere kadar bu şekilde davranacağını söylemişti. Panelde konuşmacı olarak, çok sevdiğim hocam Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu da vardı. Atalay hoca bu anneye şöyle demişti: "Çocukların her zaman gerçeği bilme hakları vardır."
Gerçekten de her çocuğun, her durumda gerçeği bilme hakkı vardır. Bu annenin çocuğu, anne-babasının ayrıldığını, hem de yıllar önce ayrıldığını herhangi bir şekilde tesadüfen öğrendiğinde acaba neler hissedecekti? Anne-babasına olan güveni nasıl da sarsılacaktı? Aslına bakarsanız bu anne, eşinden boşanmayı kendisi kabullenmiş değildi. Bu gerçekle henüz kendisi yüzleşemiyordu ki, çocuğuna söyleyebilsin.
Bu kadar büyük bir yalanı çocuğuna söylemeye hiçbir anne babanın hakkı yok. Çocuklar anne-babalarının ayrılıklarından çok, kendilerine yalan söylenmesine üzülüyorlar. On yaşındaki bir erkek çocuğu duygularını şu şekilde ifade etmişti:
-Aslında her şeyin farkındayım. Zaten çok kavga ediyorlardı. Ayrılacakları belliydi. Şimdi babamın seyahate gittiğini söylüyorlar. İnanmıyorum. Bana yalan söylüyorlar. Ayrılmalarına değil de bana yalan söylemelerine çok üzülüyorum.
On iki yaşındaki bir kızın, duygularını terapide paylaşırkenki ifadesi de pek farklı değildi:
- Annemle babamın bana yalan söylemelerine üzülüyorum. Ayrıldıklarını biliyorum ama babam bana yurtdışına gideceğini söyledi. Bana gerçeği söylemelerini tercih ederdim.
Görüyoruz ki, çocuklar kendilerine gerçeklerin söylenmesinden yanalar. Aksi takdirde kızıyorlar, üzülüyorlar, öfkeleniyorlar ve anne-babalarına olan güvenleri azalıyor. Çocuğun yaşına uygun bir biçimde, onun anlayabileceği bir dille, anne-baba birlikte olarak, çocuklarına gerçeği söylemelidirler.
Çocuklar ayrılık kelimesini duyunca ürkerler. Anne-babalarından birini bir daha hiç görmeyeceklerini düşünüp korkarlar. Çocuğunuza onunla düzenli bir şekilde görüşeceğinizi, anne-baba olarak değil, kan-koca olarak ayrılıyor olduğunuzu, birbirinizi sevdiğinizi ama anlaşamadığınızı, bu yüzden ayrılarak ayrı evlerde yaşayacağınızı ama bu durumun onun hayatını etkilemeyeceğini anlatın. Çocuğunuz kişilik yapısına ve yaşına göre farklı tepkiler gösterecektir. Belki ağlayacak, belki ayrılmamanız için yalvaracak, belki de size kızacaktır ama her durumda tepki gösterecektir. Size anlayış göstermeyeceğini ve karşı çıkacağını bilerek bu konuşmaya girişmelisiniz. Çocuğunuzla yapacağınız bu konuşma sizi de yıpratacaktır. Ancak çocuğunuzun bu gerçeği bilmesi gerektiğini unutmayın ve kararlıysanız bu gerçeği bir an önce onunla paylaşın.
Çocuğunuzun annesi (ya da) babasıyla iletişimi asla kesmeyin
Boşanan çiftlerin en büyük sorunlarından biri de, eski eşle yapılacak olan görüşmelerdir. Eski eşle görüşmek sevimsiz ve sinir bozucu gelir. Hatta bazı çiftler, boşandıktan sonra bir daha birbirleriyle hiç görüşmezler. Oysa bu durum çocuk açısından son derece zararlıdır. Çocuğunuzun gerek kişilik gelişimi, gerek ihtiyaçları, gerek eğitimi için birbirinizle anne-baba olarak iletişim içinde olmanız gerekir. Unutmayın ki, sizler karı-koca olarak boşandınız, anne-baba olarak değil. Anne-baba olma sanatını, birbirinizden boşanmış da olsanız öğrenmeniz gerekli. Anne-baba olarak çocuğunuzun gelişiminden, yaptıklarından, yaşadıklarından, davranışlarından, arkadaş ilişkilerinden, okul yaşantısından, diğer ebeveynle olan iletişiminden, sorunlarından, başarılarından, kısacası çocuğunuzun hayatıyla ilgili her şeyden haberiniz olmalı. Zaman zaman çocuğunuzla ilgili kararlar almanız gerekecektir. Bu kararları eski eşinizle birlikte almalı, çocuğunuzun yetişmesi ve eğitimiyle ilgili davranışlarda ortak hareket etmelisiniz. Biriniz herhangi bir duruma izin vermezken diğeriniz de vermemeli ve disiplin kurallarını, sınırlan birlikte oluşturmalısınız.
Genellikle çocuğun tüm sorumluluğunun anneye bırakıldığı gerçeğini biliyoruz. Babalar boşandıktan sonra, baba olma sorumluluklarını göz ardı edebiliyorlar. Daha önceki bölümlerde belirttiğim gibi, eski eşi cezalandırmak için çocuklarını arayıp sormuyorlar. Oysa bu durum çocuğun iç dünyasında fırtınalar estiriyor. Sizin aranızdaki sorunlardan çocuğunuzun sorumlu olmadığını, onun size ihtiyacı olduğunu aklınızdan çıkarmamalısınız.
Boşanan eşler, anne-baba olarak birbirleriyle iletişimi kesmedikleri sürece, çocuk adına sağlıklı kararlar alabiliyorlar. Bu da çocuğun gerek psikolojisi gerekse geleceği için son derece önem taşıyor. Çocuklar, anne-babaları boşanmış olsa bile, birbirleriyle iletişim halinde olduklarını bilmeliler. Annesiyle yaşayan bir çocuk herhangi bir durumdan babasının da haberdar olduğunu, annesiyle babasının kendisiyle ilgili konularda sürekli görüştüklerini bilmeli. Anne-baba arasındaki bu iletişim ve çocuğun bu iletişimi bilmesi, özellikle ergenlik ve ilk gençlik dönemini yaşayan çocuklar için son derece önem kazanmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde terapiye katılan bir annenin anlattıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum. On altı yaşında bir kızı var ve kızın yalan söyleme gibi ciddi bir davranış bozukluğu var. Anne, kızını babasını görmesi için, babasının yaşadığı şehre gönderiyor. Kız bir hafta babasıyla kaldıktan sonra, okulların açılması nedeniyle annesinin yanına dönüyor. Genç kız kendisini babasının getireceğini söylüyor. Anne de inanıyor, aksi bir şey düşünmüyor. Genç kız akşamüstü annesini arayarak, geldiklerini, ancak babasıyla alışveriş yapacaklarını söylüyor. Anne yine inanıyor. Hava kararıyor, akşam oluyor, genç kız eve gelmiyor. Anne merak edip kızını cep telefonundan arıyor. Genç kız babasıyla alışveriş yaptıklarını, şimdi de bir restoranda akşam yemeği yediklerini annesine anlatıyor, yemekten sonra babasının kendisini eve bırakacağını, merak etmemesini söylüyor. Anne yine inanıyor. Bu arada anne bir kez olsun, kızının babasını telefona istemiyor. Aradan saatler geçiyor. Gece yarısı oluyor ve genç kız eve gelmiyor. Anne telaşlanıyor ve kızını cep telefonundan yine arıyor. Ancak telefonun kapalı sinyaliyle karşılaşıyor. Anne bunları anlatırken şunları da söylüyor: "Babası da hiç öyle bir insan değildir. Hem kızım Ankara´ya getirecek, hem alışveriş yapacak, hem yemeğe götürecek!"
Anne çaresiz bir şekilde kızının cep telefonunu sürekli arıyor ancak hep telefonun kapalı sinyaliyle karşılaşıyor. Anne sabaha kadar kızını arıyor. Aradan yine saatler geçiyor ve akşama doğru kızından bir telefon alıyor. Genç kız geceyi babasıyla halasının evinde geçirdiklerini, akşama doğru evde olacağını söylüyor. Anne, kızının sesini duyunca rahatlıyor ama neden ona haber vermediğini, telefonunu neden kapattığını da merak ediyor. Nihayet gece geç saatlere doğru genç kız eve geliyor. Annesine hikâyeyi yeniden anlatıyor. Anne de kızına inanıyor. Kızının yalan söyleme davranışının olduğunu bildiği halde, yalanlarından dolayı daha önceki yıllarda iki psikologa daha gittikleri halde, anne kızına inanmak istiyor.
Aradan günler geçiyor ve anne çok tesadüfi bir şekilde kızının bir gece ve iki gün boyunca, bir erkek arkadaşının evinde kaldığını öğreniyor. Genç kız aslında babasıyla Ankara´ya gelmemiş, erkek arkadaşıyla Ankara´ya dönmüş ve annesine söylediği yalanlar sırasında erkek arkadaşının evinde kalmış. Anne bunu öğrenince çılgına dönüyor ve kızına olan bütün güvenini yeniden yitiriyor. Annenin anlattıklarını dinlerken hep şu soruyu sormak istemiştim ama kadıncağızın sözünü kesmemek için A beklemiştim. "Kızımı kurtarın" diye yalvaran annenin sözleri bitince ona merak ettiğim soruyu sordum: "Onca zaman kızınız eve gelmeyince neden eski eşinizi aramadınız?" Bunca yıldır bu meslekte çok ilginç vakalarla karşılaşmama rağmen, kadıncağızın yanıtı karşısında gerçekten şaşırdım. Bana dedi ki: "Eski eşimin ne ev ne de cep telefonunu bilmiyorum. Ayrıldığımızdan beri onu hiç aramadım. O da beni aramaz. Kızlarla konuşur, planlarını yaparlar." (İki kızları var.)
Genç kızın yalanlarını bir kenara bırakıp, burada anne-babanın tutumuna bakalım diyorum. On dört yaşından beri sürekli yalan söyleyen bir çocuğun anne-babası nasıl olur da birbirleriyle haberleşmezler? Nasıl olur da, çocuklarının takibi ve kontrolü için iletişim halinde olmazlar? Nasıl olur da birbirlerinin telefonlarını bilmezler? Bir anne on altı yaşındaki kızını, hem de davranış bozuklukları olan kızını nasıl olur da eski eşiyle hiç konuşmadan onun yanına gönderebilir? Bir baba nasıl olur da çocuklarının annesiyle hiç konuşmadan, kızını şehirlerarası yola gönderebilir?
Bu anne-baba gibi pek çok anne-baba var. Yürekten inanıyorum ki, onlar çocuklarının kötülüğü için böyle davranmıyorlar. Onlar birbirlerine işkence etmek, birbirlerinden öç almak için, birbirlerini cezalandırmak için böyle davranıyorlar ama ne yazık ki, ağır fatura çocuklara çıkıyor. Bu pırıl pırıl genç kızın iki kere kürtaj olduğunu ve daha kendisi çocukken çocuk aldırdığım duyduğumda inanın hiç şaşırmadım. Ama bir anne olarak, yüreğim sızladı.
Boşandıktan sonra anne-babaların iletişimsizliği ve kontrolsüzlüğü yüzünden hamile kalıp çocuk aldıran, sigara, alkol ve uyuşturucuya başlayan, satanist gruplara katılan o kadar çok gencimiz var ki.
Şu gerçeği hiçbir zaman unutmamalıyız: parçalanmış ailelerin çocukları anne-babaları boşandığı için değil, boşandıktan sonraki şartların kötülüğü yüzünden sorunlu ve suçlu çocuklar oluyorlar.
Oysa boşanıp da çocuklarıyla son derece ilgili, birbirleriyle iletişimlerini sağlıklı tutup çocuklarını kontrol eden anne-babalar da var. Psikoterapi seanslarına katılıp, boşandıkları halde çocuklarının iyiliği için birlikte danışmanlık alan anne-babaları her zaman kutluyorum.
Bir çocuğu dünyaya getirmek, onun biyolojik anne-babası olmak çok da zor değil. Önemli olan, o çocuğu dünyaya getirdikten sonra ona nitelikli ve mutlu bir yaşam sunmak. Boşana-bilirsiniz, bu sizin seçiminiz, ama anne-baba olarak yapmanız gerekenler boşanmanızla sona erdi anlamına gelmiyor. Boşanma karan almış ve çocukları için danışmanlık alan çiftleri mutlaka uyarırım. Boşanıyor olabilirsiniz ama çocuğunuz varsa, biri ömür boyu birbirinizle görüşmek durumundasınız. Eş olarak değil ama anne-baba olarak iletişiminiz sürmek zorunda. Çocuğunuz varsa, "tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna" yapamazsınız. Eş, sevgili ve hayat arkadaşı olarak yolunuzu ayırıyorsunuz ama anne-baba olarak bu yol hiç ayrılmayacak. Yeni eşleri bulsanız da, evlenseniz de, hatta yeni çocuklarınız olsa da sizi kendi çocuklarınız için daima görüşmeli, iletişimi sıcak tutmalısınız. Ve ikinci evliliğinizi yapacağınız kişiye de bu gerçeği anlatmalısınız. Çocuğunuz için eski eşinizle iletişimde olduğunuz gerçeği yeni kişiyi rahatsız edebilir ama sorumluluklarınızı anlatıp onun kaygılarını giderebilirsiniz.
Eh, anne-baba olma sanatını hayata geçirmek çok da kolay değil ama inanın çok zor da değil. İleride çocuğunuzun mutlu,başarılı, kendisiyle barışık, sağlıklı iletişimler kuran, kendisine güvenen bir birey olduğunu gördüğünüzde, dünyanın en mutlu anne-babası siz olacaksınız. İnanın bana...
Anne/baba yeniden evlenirken...
"Yalnızlık Allah´a mahsustur." Kesinlikle çok doğru bir anlatım. İnsan bir ömür yapayalnız yaşayamaz. İçgüdüsel olarak,hayatı paylaşacağı, birlikte üzülüp birlikte mutlu olacağı birine ihtiyaç duyar.Aşk, cinsellik, sevgi, paylaşım biz insanlara özgü duygular olduğu için, boşanan kişiler de bir süre sonra kendilerine bir eş aramaya başlarlar.
Boşanmayı izleyen ilk zamanlarda yalnızlık kişiye hoş gelir Sorunlarla, kavgalarla dolu bir yaşamdan sorunsuz, sorumsuz ve sakin bir hayata geçmek kişinin iç dünyasını rahatlatır. Artık dırdır, kavga, gürültünün yerini sessizlik, sakinlik ve huzur almıştır. Kişi hastalıklı ilişkisinin ardından zaman içerisinde kendisini daha sağlıklı ve mutlu hissetmeye başlar. Özgürlük hoşuna gider. "Bu saate kadar neredeydin?" diyen kadın sesinin ve "Yine mi yemek yok?" diye kızan erkek sesinin yerini sessizliğin ve özgürlüğün alması mutluluk verici olur.
Ancak hayatta her şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardır. Yalnızlık zaman içinde sıkıntıya dönüşür. Özgürce yaşamanın verdiği haz zaman içinde, birine ait olma isteğine ve hayatı paylaşma arzusuna dönüşür. Çünkü paylaşılmayan hiçbir güzelliğin, hatta özgürlüğün bile tadı olmaz. Hayatı kişiye anlamsız gelmeye başlar, hayatını paylaşabileceği birini arama arayışı kişiyi yeni bir evliliğe götürür.
Eski eşin evleneceği haberini duymak kimilerini hüzünlendirirken, kimilerinde ise olumsuz bir etki yaratmaz. Ancak burada önemli olan, çocuğa bu haberin nasıl verileceğidir. Yetişkin kadın ya da erkek, eski eşin yeni evliliğiyle ilgili duygularıyla bir şekilde başa çıkabilir ama bu haber acaba çocuğa nasıl söylenmelidir? Çocuk anne ya da babasının evlenmesinden nasıl etkilenecektir?
Çocuğun evlenecek olan ebeveynle ilişkileri sağlıklı ise çok fazla sorun çıkmayacaktır. Bu noktada da yine çocuğun yaşı, kişilik yapısı ve cinsiyeti önemli faktör olarak karşımıza çıkar. Kız çocukları babalarını, erkek çocukları annelerini paylaşmakta zorlanırlar ve kıskanırlar. Kız çocukları babalarının evlenmelerine tepki gösterirler. Erkek çocukları da annelerinin evlenmelerine tepkilidirler. Hırçın, öfkeli, huzursuz çocuklar ebeveynlerinden birinin evlenmesine çok olumsuz tepkiler gösterebilirler. Daha sakin yapılı çocukların tepkileri de daha yumuşak olur.
Çocuğunuzla kararlarınızı paylaşın
Evlenecek olan ebeveyn, çocuğa durumu anlatmalıdır. Birisiyle hayatını birleştireceğini, artık onunla aynı evde yaşayacağını, ancak bunun bundan sonra onu sevmeyeceği ve ilgilenmeyeceği anlamına gelmediğini söylemelidir. Çünkü çocuklar anne-babalarının evlenmelerinden, bir daha artık kendilerini sevmeyecekleri çıkarımında bulunurlar. "Annem evleniyor ve artık eskisi gibi benimle ilgilenmeyecek" ya da "Babam evleniyor ve artık yeni karışım daha çok, beni daha az sevecek" diye düşünen çocuklar çok fazladır. Çocuğun bu kaygılarını giderecek tek l kişi, evlenmekte olan ebeveyndir. Evlenince asla hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kaygılanmasına ve üzülmesine gerek olmadığını, insanın kalbinde herkesin yerinin ayrı olduğunu, hele çocuğunun yerinin bambaşka olduğunu, evlenecek olan ebeveyn, çocuğuna sakin bir şekilde anlatmalıdır. Çocuk evlenecek olan ebeveyninin evleneceği eşini tanıyorsa ve seviyorsa sorunlar daha az ya da hiç yaşanmayacaktır.
Çocuğun göstereceği olumsuz tepkilere hoşgörülü davranıl-malıdır. Siz kendinizi bir an için çocuğunuzun yerine koyun ve anne ya da babanızın bir başkasıyla evleniyor olduğunu düşünün. Neler hissederdiniz? İlk duygunuz korku olurdu. Terk edilme, sevilmeme, istenilmeme korkusu. Çocuğunuzun bu duygularına anlayışla yaklaşmalı ve onu rahatlatıp, sakinleştirecek,kaygılarım en aza indirecek konuşmalar yapmalısınız. Hatta çocuğunuza her zamankinden biraz daha fazla zaman ayırmak ve paylaşımlarda bulunmak, onun iç dünyasını oldukça rahatlatacaktır.
Bu süreçte bana en çok sorulan sorulardan biri, "Düğüne çocuğum da gelsin mi? Yoksa olumsuz olarak mı etkilenir?" Ve bir diğer soru da, "Evlendiğimiz ilk gece çocuğun bizimle kalmasına izin verelim mi?" sorusudur. Her zaman belirttiğim gibi, burada çocuğunuzun yaşının kaç olduğu ve sizinle iletişiminin güçlü olup olmadığı önemlidir. On yaşından büyük çocuklar ebeveynlerinin düğün ya da nikâhlarına gitmeyi isteyebiliyorlar ama geceyi birlikte geçirmek onlara çok da sıcak gelmiyor. Üç-dört-beş yaş çocukları ise, evlenen ebeveynle aynı evde kalmayı isteyebiliyor. Burada çocuğun kişiliği, sizin onu evlilik olayına hazırlamanız ve aranızdaki ilişki önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Çocuğu istemediklerine zorlamak ya da isteklerine katı davranmak bu aşamada doğru bir yöntem değil. Çocuğunuz düğününüze gelmek istiyorsa bırakın gelsin ama istemiyorsa da zorlamayın. Çocuğunuz sizinle kalmak istiyorsa bırakın kalsın ama direnç gösteriyorsa da zorlamayın. Evliliğinizi ve eşinizi kabullenmesi için çocuğunuza zaman tanıyın. Onu bu konuda kırmayın, üzmeyin, davranışlarından dolayı ona kızmayın. Adapte olması için belki de epeyce zamana ihtiyacı olacaktır.
Evliliğinize adapte olması için çocuğunuza zaman tanıyın
Bazı çocuklar ebeveynlerinin evlenmelerini ve eşlerini reddederler. Evlenen ebeveynle görüşmek istemezler, telefona çıkmazlar, küserler. Çocuğun bu davranışı karşısında bazı ebeveynler de çocuklarına darılır, küserler. Oysa çocukla çocuk olmak, hele bu süreçte çok yanlıştır. Çocuğunuzun gönlünü almalı ve iletişiminizi eski sağlıklı haline getirmek için çaba göstermelisiniz.
Bazı çocuklar da, evlenen ebeveynleriyle ilişkilerini bozmazlar ama eşlerine tepki gösterirler, ona kötü davranırlar. Konuşmazlar, sözünü dinlemezler, yapma dediğini inadına yapar, sinir ederler. Yeni eşin eşyalarına zarar veren, giysilerini kesen; özel eşyalarım kıran, ona hakaretler eden çocuklar da vardır. Bu durumda sabırlı olmalı ve sakin davranılmalıdır. Çocuğa kızmak, bağırmak, hatta dövmek, sorunları iki-üç katına çıkarır.
Bu noktada da yine çocukla konuşmak, çocuğu sakinleşmek gerekir. Çünkü çocuk bu davranışlarını kıskançlığından ebeveynini paylaşmak istemediğinden yapıyordur. Çocuğu yeni eşi abi ya da abla olarak görmesi sağlanmalıdır. Üvey ya da üvey baba kavramlarını çocuğa yansıtmak son derece talidir. Çünkü çocuğun gerçek annesi ya da babası vardır zatenYeni gelen eşin onun annesi ya da babası olmayacağı, abla teyze ya da abi-amca kavramlarının uygun olduğu söylenmelidir. Yeni gelen eşler de asla çocuğa annelik-babalık yapmamalıdırlar, çünkü dediğim gibi, çocuğun anne ya da babası vardır. O yalnızca, anne ya da babasının eşidir. Bu kavramların ve zenin oturması elbette zaman alacaktır. Ancak şu gerçek unutulmamalıdır: Hiçbir çocuk, evlenilen eş için örselenmeli, dostça ve arkadaşça konuşmalarla iletişimler güçlendirilmelidir.
Evlendiğinizi çocuğunuzdan saklamayın
Kimi zaman ebeveyn evlendiğini çocuğundan saklar, davranışının doğru olmadığını söylememe bilmem gerek var mı? Bir danışanım evlendiğini hem çocuğundan hem de eski sinden tam iki yıldır sakladığını söylemişti. Nedenini sorduğumda ise, çok fazla sorun çıkacağım ve bu sorunlarla uğraşmak istemediğini belirtmişti.
Eski eşe söyleyip söylememek ayrı bir tartışma konusu olabilir ama çocuğa mutlaka söylemek gerekir. Bu danışanımın davranışı, baba olma sorumluluğunu üstlenememenin bir başka göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda bu davranışın içinde, sorunlardan kaçma ve erteleme de var. Ama sorumluluk ve sorunlarımızdan nereye kadar kaçabiliriz?
Sorunların üzerini nereye kadar örtebiliriz? Çözülmeyen her sorun yeni bir sorun doğurur, yeni doğan sorun bir yenisini oluşturur. Siz sadece tek bir sorunun çözümüyle uğraşacağınız yerde, bir de bakarsınız ki sorunlar almış başını gidiyor ve siz altından kalkamıyorsunuz. Yaşamda önemli bir kuralı zihinlerimizden çıkarmamalı ve uygulamaktan çekinmemeliyiz. Sorunlar zamanında çözüldüğü zaman, çözümler verimli olur. Ancak bu şekilde hem kendimiz hem de sevdiklerimizle mutlu bir yaşam süreriz.
Anne-baba olmanın hem maddi hem de duygusal sorumlulukları altında ezilmek, size olduğu kadar çocuğunuza da zarar verecektir. Hayatınızı olabildiğince kolaylaştırırsanız bu sorumluluklar size yük olarak gelmeyecektir. Hayatı kolaylaştırmanın en basit yolu ise, çocuğunuza dürüst olmanızdır. Onunla duygu ve düşüncelerinizi paylaştığınız sürece, ona kararlarınızdan bahsettiğiniz sürece, ilişkinizin çok daha güzel ve sağlıklı yürüdüğünü göreceksiniz. Zaman zaman elbette problemler çıkacaktır ancak bu problemlere karşı güçlü olursanız, sağlıklı çözümler üretirseniz zorlukların zaman içerisinde aşıldığını görmek sizi rahatlatacaktır.
KAYIPLAR, EŞLERİN ÖLÜMÜ
Geride kalanlar için koyu bir acı, terkedilmişlik ve çaresizliktir ölüm. Şairin dediği gibi;
Birçok giden memnun ki yerinden, Çok seneler geçti, dönen yok seferinden.
Eşi ölen anneler
Ölüm, yaşayan her insana sevimsiz ve soğuk gelen bir kavramdır. Yaşarken ölümü düşünmek bize acı vereceğinden, savunma mekanizmalarımız o kadar gelişmiştir ki, yaşarken ölümü aklımıza bile getirmeyiz. "Nasılsa benim başıma gelmez" düşüncesi kişiyi hiç ölmeyecekmiş gibi davranmaya ve düşünmeye yönlendirir. Zaten her an ölümü düşünmek sağlıklı bir düşünme biçimi değildir. Kişi her an ölümü düşünerek yaşıyorsa zaten yan ölü anlamına gelir. Psikolojik güçlükleri olan bu kişilerin tedavi olmaları şarttır.
Hayatta insanın başına her şey gelebiliyor. Bunların en acı verenlerinin başında da eşlerin kaybı geliyor. Eşini kaybetmiş, otuz yaşlarında bir anneyle ilk psikoterapi seansımda oldukça etkilenmiştim. Onu dinlerken ağlamamak için kendimi çok zor tutmuştum. Büyük bir aşk yaşayarak evlenmişlerdi. Birbirlerine sevgileri ve düşkünlükleri sonsuzdu, iki erkek çocukları olmuştu ve günün birinde talihsiz bir trafik kazası kadının eşini, çocukların da babalarını onlardan ayırmıştı. Ani ölümler her zaman kişilerde şok etkisi yarattığından, bu şekildeki ölümlerin kabullenilişi, hastalık kaynaklı ölümlerden daha farklı oluyor. Tabiî ki ölen kişinin ölümünü kabullenmek kolay değil, şekli ne olursa olsun, ama hastalık kaynaklı ölümlerde, hasta kişinin yakınları bilinçaltlarından ölüme kendilerini az da olsa hazırlayabiliyorlar.
Bugüne değin, eşini kaybeden annelerle ve anne ya da babasını kaybeden çocuklarla birçok psikoterapi seansı gerçekleştirdim, şu anda da böyle danışanlarım var. İnanın her seferinde çok fazla etkileniyorum. Onların içinde bulunduğu duruma üzülmemin yanı sıra, anne-baba ve çocuk birlikte oldukları halde, kavga ve çatışmalardan dolayı hayatı kendilerine zindan eden ailelere öfkeleniyorum. Yaşamanın ve yaşamın değerini bilmemelerine, ellerindeki güzelliklerin değerini anlamamalarına sinirleniyorum.
Eşi ölen anneler doğal olarak kendilerini yapayalnız hissediyorlar. Aniden kapkaranlık bir kuyunun en dibine düşüyorlar ve nasıl çıkacaklarını da bilemiyorlar. Eşini kaybeden kadınların ilk duyguları birbirlerine çok benzeşiyor:
- Eşimin ölüm haberini aldığımda aklıma ilk gelen, çocuklara ne diyeceğim olmuştu. Ardından da çocuklara nasıl bakacağımı düşünmüştüm.
Evet, eşlerini kaybettiklerini öğrendiklerinde kadınlar bu şekilde düşünüyorlar. Akıllarına ilk gelen, çocuk ya da çocukların durumu oluyor. Çocuğa babasının öldüğü nasıl söylenmeli? Çocuk bu psikolojiyle nasıl yaşayacak? Çocuğun bakımı ve eğitimi eskisi gibi kolay olmayacak, bunun üstesinden nasıl gelinecek gibi pek çok soru işareti, ölen eşin ardından geliveriyor.
Kadınlar eşlerinin ölümüyle ilgili duygusal travmaları atlattıktan sonra çocuklarıyla düzenli bir yaşam sürebiliyorlar amaj bu düzeni oluşturmak çok da kolay ve hemen olmuyor, epeyce zaman alıyor. Kimi zaman da eşin kaybı kadına o kadar ağır geliyor ki, birçok duygu ve davranış bozuklukları ortaya çıkıyor.
Hayatta tek başına kalmak
Evlilik ister uzun yıllardan beri, isterse kısa zamandan beri devam ediyor olsun, eşi ölen kadınlar kendilerini hayatta tek başlarına kalmış gibi hissediyorlar. "O benim her şeyimdi. Onu kaybedince hayata karşı yapayalnız kaldım" diyen pek çok kadın var. Çocuğunu tek başına nasıl yetiştireceğini düşünen anne sayısı az değil.
Gönül ister ki, tüm çocuklar anne-babaları ile büyüsünler, aileler dağılmasın, insanlar sevdiklerinden ayrılmasın, ölüm denilen bilinmezlik hiç olmasın. Ama hayatın gerçekleri böyle değil. Aslında hayat her anıyla bizi ölümle sınırlıyor ancak bizler farkında değiliz.
İnsanın eşini kaybetmesi, çocuğunun babasını bir daha görmeyeceğini biliyor olması, kolay başa çıkılabilecek duygular değil. Ama Allah organizmayı insanı o kadar sistemli yaratmış ki, ölüm acısına bile bir süre sonra alışıyor, en sevdiklerimizin ölümlerini kabulleniyor ve hayata devam ediyoruz. Hayata devam edişin başlangıçları tabiî ki kişiyi zorluyor. Ani ölüm haberlerinden sonra, antidepresan-sakinleştirici kullanma önerilerini kabul etmeyen kişiler oluyor. İlaç kullanırlarsa acılarını hissedemeyeceklerini söylüyorlar. Bazıları da ilk günleri, sakinleştirici ilaçların yardımıyla aşmaya çalışıyorlar. Durum her nasıl olursa olsun, ölümün acısını yaşamak, hiç kimse için kolay olmuyor.
Eşlerini kaybeden anneler, çocuklarına ve kendilerine karşı acıma duyguları besliyorlar. Özellikle çocuğuna ya da çocuklarına karşı geliştirdikleri acıma duygularını bir ömür boyu taşıyorlar. Çocuk annesinin bu duygusunu hissederse kendisini kötü hissediyor ve zaten azalan özgüveni daha da aşağıya çekiliyor.
Çocuğunuza acımaktan vazgeçmeniz gerekiyor. Evet, babasının ölümü onun için büyük bir şanssızlık ama bu ona acımanızı gerektirmiyor. Sizin ona acıdığınızı hissettiğinde, bu duyguyu genelleyecek ve herkesin kendisine acıdığını düşünecek
Bu düşünce çocuğunuzu kendisine acımaya ve insanlardan korkmaya kadar götürebilir. Siz kendinizi hayatta tek başına ve çaresiz hissediyor olabilirsiniz ama bunu zaman içinde aşacağınızı da bilmelisiniz. Oysa çocuğunuza küçük yaşta yerleş duyguların onu terk etmesi zor olacaktır.
Yaşamınızı bir an önce düzene koymanız için, her şeydeki önce eşinizin ölümünü kabullenmeniz gerekiyor. Bahaneleri tarafa bırakın. "Şöyle olsaydı ölmeyecekti" vb. gibi, olayı değiştiremeyecek düşüncelere saplanıp kendinizi daha fazla yıpratmayın. Ölen kişilerin ardından her zaman bu konuşmalar yapılır. "Keşke o an oradan geçmeseydi, keşke şunu yemeseydi" git düşünceler gerçeği kabullenememenin bir belirtisidir. Bu ise zaman kaybına ve geride kalanların daha çok örselenmesine neden olur.
Hayatta tek başınıza olduğunuz düşüncesini kendinizden uzaklaştırmaya çaba gösterin. Tek başınıza değilsiniz, çocuğunuz var, anneniz, babanız ya da kardeşleriniz var, arkadaşlarınız var. Tabiî ki, eşinizin yerini kimse tutmayacaktır ama hayatta olan yakınlarınızla yaşamı devam ettirmek durumunda olduğunuzu unutmayın. Eşini kaybeden bir danışanım, onun ölümünü kabullendiğini ancak onu çok özlediğini söylemişti. Özlem duygusu hiçbir zaman bitmeyecektir ama özlemin verdiği acı zaman içerinde azalacaktır.
Eşini kaybeden anneleri ve çocuklarını birtakım riskler bekler. Bu riskler her insan için geçerli değildir ama genel olarak her anne bu duygusal tuzaklara düşebilir.
Çocuğunuza bağımlı olmayın
Eşlerini kaybeden annelerin, çocuklarına aşırı bağımlılık geliştirdiklerini gözlemliyoruz. Eşini trafik kazasında kaybeden bir anne, çocuğunu servis aracıyla okula göndermiyor, kendisi götürüyordu ve okul ders saatleri bitene kadar okulda bekliyordu. Çocuğunu sokakta oynaması için çıkarmıyordu, kısacası çocuğuna izole bir hayat oluşturmuştu. Yaz tatiline başka bir şehre gitmiyorlar ve her an birlikte, sanki bitişik yaşıyorlardı. Bu durum çocuk için de geçerliydi. Çocuk da annesine o kadar bağımlıydı ki, on yaşında olmasına rağmen, annesini terapi odasına aldığımda, dışarıdaki bekleme odasında oturamıyor, annesinin yanına gelmek istiyordu. Geceleri birlikte uyuyorlar, ayrı odalarda yatamıyorlardı. Bu vaka aşırı bir örnek olabilir ama bazı davranışları tüm anneler yapabiliyorlar. Bu davranışlar arasında;
• Çocukla birlikte yatma,
• Sürekli çocuğun başına kötü bir şey gelecek duygusu ile endişelenme,
• Çocuk için kaygı duyma ve bu kaygıyı aza indirmek için çocuğun günlük yaşamında yapması gerekenleri kısıtlama,
• Çocuğun sağlığı ile ilgili sürekli endişe duyma ve bu endişeleri çocuğa yansıtma,
• Çocuğu sosyal ortamlardan uzak tutma,
• Çocuğu spor gibi aktivitelerden uzak tutma,
• Çocuğu sürekli kontrol etme,
• Çocuğa sürekli olumsuz uyanlarda bulunma (düşersin, hastalanırsın, kaybolursun vb.)
• Çocuğu kendine bağımlı hale getirme böylece kolay kontrol edeceğini umma,
• Çocuğa sık sık babasının ölümünü hatırlatma,
• Çocuğa aşırı ilgi,
• Çocuğun yapması gerekenleri annenin yapması,
• Çocuğa sorumluluk vermeme,
• Çocuğa güvenmeme.
Yukarıdaki ve benzeri davranışlar, eşlerini kaybeden annelerin çocuklarına yaklaşımlarında çok sık rastlanan davranışlar arasında yer alıyor. Anneler ellerinde olmadan aşırı bir koruyuculuğa giriyorlar ve çocukları için geri dönüşü zor olan psikolojik bozukluklar yaratabiliyorlar.
Sizin de çocuğunuza davranışlarınız arasında bunlar varsa, bir an önce davranışlarınızı düzene koymaya özen gösterin.
Kendiniz bunu başaramıyorsanız uzman yardımı alın. Zaten anne-babayı kaybetme gibi duygusal travmalarda uzman yardımı şarttır.
Duygusal travmayı aşmak için uzman yardımı alın
Ölüm, insanın kontrol edemediği hayattaki tek olaydır. Yaşamda hemen hemen her durumu kontrol edebilen insan, bir tek ölümün kontrolünü keşfedememiştir ve asla da keşfedemeyecektir. Günümüzde bilim insanları mikro enjeksiyonla aileleri çocuk sahibi yapmayı, hatta insan kopyalamayı bile başarmışken, insan ömrünü üç yüz yıla çıkarma çalışmalarını sürdürürken, ölüme çare bulamamışlardır. Bu nihai yani kaçınılmaz son er ya da geç hepimizi beklemektedir. Kontrolümüzde olmayan ve ne zaman başımıza geleceğini bilmediğimiz ölüm hayatımızda aniden belirince, onunla ve onun getirdiği duygularla başa çıkmak da bir o kadar zor olmaktadır. Yakınlarını kaybeden insanların duygusal travmalarını aşmaları için gerek psikiyatrik gerekse psikolojik yardım almaları uzmanların önerileri arasındadır. Hele ölüm aniden olmuşsa ve kişi ya da kişileri şoka sokmuşsa bu yardımdan kaçınmamak gerekir.
Eşinizi kaybetmek siz de de duygusal çıkmazlara neden olmuştur. Bu duygusal çıkmazlarınızı, üzerinize yüklenen sorumluluklardan dolayı göz ardı ediyor olabilirsiniz ama ileride iç dünyanızın daha da olumsuz olduğunu fark edebilirsiniz.
Gerek kendi çıkmazlarınız gerekse çocuğunuzla ilgili sorularınız, ona nasıl yaklaşacağınız, sizin hayata bakışınızla ilgili sorularınız ve sorunlarınız için uzman yardımı almalısınız. Bazı durumlarda ilaçla tedavi de gerekebiliyor. Uyku bozuklukları, yaşama adapte olma sorunları, duygu-düşünce ve davranış bozukluklarında hem ilaçla tedavi hem de pisikoterapi gerekmektedir. Bu yardımı almak için zaman kaybetmemenizde fayda var.
Çocuğa babasının ölümü nasıl söylenmeli?
Çocuk söz konusu olduğunda ölüm olayı anne açısından daha da açıklanamaz bir hal alır. Sadece anne değil, ailenin diğer fertleri de, babasının öldüğünü çocuğa nasıl söyleyeceklerini bilemezler. Sonuçta bu, insanın başına bir kez gelen bir olaydır ve kişiler bu konuda deneyimsizdirler. İlk akla gelen, çocuktan babasının öldüğünü saklamak olur. Çocukların yaşlarına göre, ölüm olayını algılamaları farklıdır.
1-2 yaşlanndaki çocuklar: Babalarının öldüğünü fark etmezler.
3-4 yaş çocukları: Kötü bir durum olduğunu hissederler ama olayın ciddiyetini kavrayamazlar. Bu yaş çocukları için babalarının ölümü ile babalarının seyahate gitmeleri aynı anlamdadır. Baba gitmiştir, yoktur ama bir gün gelecektir beklentisi ile yaşarlar. Sürekli soru sorarlar. Babalarının ne zaman geleceğim öğrenmek için evdeki herkese sorular sorarlar. "Baban artık gelmeyecek tatlım" yanıtına soruları hazırdır: "Neden gelmeyecek? Yoksa artık bizi sevmiyor mu?" 3-4 yaş çocukları ölümü terk edilmek olarak anlamlandırdıklarından, babalarının ölümünü de terk edilmişlik, sevilmemek olarak algılarlar ama yaşları büyüdükçe ölümün gerçek anlamını kavramaya başlarlar. Bu yaş çocukları her kapı çaldığında "Babam geldi" diye,her telefon çaldığında "Babam arıyor" diye koşarlar. Çocuğun bu davranışları doğal olarak anneyi oldukça üzer ve hırpalar.
Bu yaş grubu çocuklarına, babalarının artık Allah´ın ve meleklerin yanına gittiği, orada mutlu ve rahat olduğu anlatılmalıdır. Çocuk Allah ve melek kavramlarını sorduğunda; Allah´ın bütün insanların yaratıcısı olduğu, bizleri yarattığı sonra da onun yanına geri döndüğümüz açıklaması yapılmalıdır. Melekler ile ilgili sorularına ise, bizim koruyucularımız ve yardımcılarımız olduğu söylenmelidir.
Çocuğa babasının öldüğü aniden söylenmemelidir. Çocuk ilk anlardaki ortamdan uzak tutulmalı, annesinin feryatlarını duymamalıdır.
Bu yaş grubu çocuklarının annelerinin durumu oldukça zordur. Belirttiğim gibi, sürekli sorular sorarlar ve her sorunun ardından yanıtlaması daha güç sorular gelir. Bu yaş grubu çocuklar çevrelerindeki her durumu soyut olarak algılarlar. Olayları somutlaştırmaları henüz gelişmemiştir. Ölümün kendisi ise son derece soyuttur, yetişkinlerin bile anlamakta zorlandıkları bu olayı 3-4 yaş grubu çocuğunun algılaması imkânsızdır.
Çocuğunuzun, babası ile beklentilerinin bitmemesi, bir gün çıkıp geleceğini sanması, sürekli sorular sorması sizi zedeliyor ve üzüyor olabilir. Kendinizi çaresiz hissediyor olabilirsiniz. Çocuğunuzun sorularından bıkmış ve sabrınız taşıyor olabilir.
Ama kendinizi kontrol etmeli, sabırlı olmaya çalışmalı ve çocuğunuz her soru sorduğunda ona anlayışla yanıtlar vermelisiniz. Bir süre sonra ikna olacak ve soruları azalacaktır. Ama bunun için zamana ihtiyaç olduğunu unutmayın.
5-6 yaş grubu çocuklan: Çocuk 5-6 yaşına geldiğinde olayları biraz daha net algılamaya başlar ama hâlâ soyut düşünce bütünlüğü devam etmektedir. 5-6 yaşlarındaki bir çocuk ölümün istenmeyen ve geri dönüşü olmayan bir durum olduğunu anlayabilir. Çocuğa babasının öldüğü söylendiğinde, "Ne zaman geri gelecek?" diye sormaz ama ölümü de kabullenmez.
Bu yaş grubu çocukları duygusal kıyaslarda bulunurlar. "Niye herkesin babası var da benim yok?" diye sorular sorarlar. "Arkadaşlarımın babalan yaşıyor da niye benimki öldü?" "Allah neden başkalarının değil de benim babamı yanına aldı" gibi sorularla annelerini yorarlar. Bu sorular bir isyan olarak değil de, kıyaslama, merak ve kıskançlık olarak değerlendirilmelidir. En yakın arkadaşının babası yaşadığı için onu kıskancın çocukların sayısı fazladır.
Bu yaş grubu çocuğuna da babasının öldüğü aniden söylenmemelidir. "Baban hastalandı ve hastanede yatıyor" şeklindeki duygusal alıştırma altı-yedi gün devam ettikten sonra, "Sanırım babanın iyileşmesi zor" diye çocuk biraz daha alıştırılır. Çocuk hastaneye gidip babasını görmek isterse, hastaneye çocukların alınmadığı söylenmelidir. Bir sonraki aşamada çocuğa, doktorların babasının iyileşemeyeceğini söyledikleri iletilir. Çocuk bu haberler karşısında ağlayacak ve tepki gösterecektir. Bu arada çocuğa ölüm olayı anlatılmalıdır. 3-4 yaş grubu çocuklarına anlatıldığı gibi, hepimizi Allah´ın yarattığını, sonra da yanına çağırdığını ve onun yanına döndüğümüzü, bunun kötü bir durum olmadığını anlatmak çocuğu biraz olsun rahatlatabilir. Çocuk "Yani babamı bir daha görmeyeceğim, öyle mi?" diye soracaktır. Çünkü, iç dünyasını, duyacağı ve onu bekleyen gerçeğe göre ayarlamak durumundadır.
5-6 yaşındaki çocuklar babalarının ölümüne karşın, kreşe ya da anaokuluna gitmemek, annenin yanından ayrılmak istememek, anneyle uyumak istemek, içe dönüklük ya da saldırganlık gibi tepkiler geliştirebilirler. Annelerinin de öleceğinden korkarlar ve annelerini yalnız bırakmak istemezler. Çoğu çocuk annesine, "Sen ne zaman ölürsün? Ya Allah seni de yanına çağırırsa, o zaman ben ne yaparım?" gibi sorular yöneltirler. Çocuğun sorularına olabildiğince doğru yanıtlar verilmelidir. Çocuğun annesi ile ilgili kaygıları giderilmelidir ama çocuğa hiçbir zaman, "Ben asla ölmeyeceğim, hep seninleyim" diye gerçek dışı yanıtlar da verilmemelidir. Ne zaman öleceğini hiç kimsenin bilemediği anlatılmalıdır. Ancak sürekli ölümü düşünerek yaşamanın sağlıklı olmadığı, hayatı bize zehir edebileceği, bu yüzden birlikte olmanın mutluluğuna vararak yaşamanın güzel olduğu çocuğa anlatılmalıdır. Ayrıca bu yaş çocuğunun yanında ağlamak çocuğu olumsuz etkileyeceğinden, anneler duygularını kontrol etmelidirler.
7-10 yaş çocukları: 7 yaşına gelmiş bir çocuk, gerçekleri değerlendirme becerisine yavaş yavaş sahip olmaya başlamıştır. A.ncak yine de somut algılamaları tam gelişmiş değildir. 7-10 yaş grubu çocukları çevrelerinde olan bitenden haberdardırlar. Gözlerinden hiçbir şey kaçmaz. Hayata ilişkin ve sosyal olaylara ilgili ve meraklıdırlar. Savaş, deprem, yangın, uçak düşmeleri vb. olayları dikkatlice takip ederler. Bilimsel gelişmelere açıktırlar, dünyadaki gelişmelerle yakından ilgilenirler, sorular sorarlar.
Bu yaşlar arasındaki çocuklar ölüm kavramını da sorgularlar. Ölümün ne olduğu, neden olduğu, öldükten sonra neler olacağı gibi soruları çevrelerindeki kişilere yönlendirirler. Bu yaş
grubu çocukları, anne-babalarının ölmesinden korkarlar. Anne-babalarının öldüğünü rüyalarında görürler. Bilinçaltlarında bu kaygıyı taşıdıklarından, sık sık böyle kâbuslarla uyanırlar.
Çocuk bu yaşlarda yaşama anlam katmaya başladığı için, yaşamın zıt kavramı olan ölüm onun ilgisini çekmeye başlar. Anne-babasına, "Sizin ölmenizden korkuyorum" der. İnsanın ölümün karşısında kendisini güçsüz hissettiği yaşların başlangıcıdır bu yaşlar.
İşte bu yaşlarda, babanın ölümü çocuk için ağır bir darbe olur. Korktuğu başına gelmiştir. 7-10 yaş arası çocuklar babalarının ölümünü kolay kolay kabullenemezler. Bu çocuklarda psikolojik bozuklukların yanı sıra, babanın ölümünü reddetme davranışına da rastlamak mümkündür. Sık rastlanan tepkiler arasında, yalan söylemek gelir. Bu çocuklar babalarının ölmüş olduğunu söylemezler ve çevrelerine babaları hayattaymış gibi konuşurlar.
Babasını amansız bir hastalıktan kaybeden 8 yaşındaki bir kız çocuğuna, babasının ölümünü, annesinin isteği üzerine birlikte söylemiştik. "Öleceğini biliyordum, çünkü çok hastaydı" demişti ve hiç ağlamadan terapi odasından çıkmıştı. Daha sonraları da küçük kız hiç ağlamamış ve tepki vermemişti. Tabiî bu doğal değildi. Annesi onun sanki hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ettiğini söylüyordu. Annesi bir gün okula gittiğinde, öğretmeninin bu olayı bilmediğini fark etmişti. Küçük kız ne öğretmenine ne de arkadaşlarına babasının öldüğünü söylememişti. Babası yaşıyormuş gibi hikâyeler anlatıyor, "Babamla sinemaya gittik" gibi anlatımlarda bulunuyordu.
Bu yaş gruplarında sık rastladığımız, babanın ölümünü reddetme ve saklama davranışı, çocuğun uzman yardımına gereksinim duyduğu anlamına gelmektedir.
Yine bu yaş grubu çocuklarına da babalarının ölümü alıştırarak söylenmeli, aniden söylenmemelidir. Çocuk cenaze evinden uzak tutulmalı, annesinin ve diğer kişilerin feryatlarını duymamalıdır. 10 yaşına kadar çocuklar mezarlığa götürülmemelidir. Çocuğa mezarla ilgili, mezarın içiyle ilgili bilgiler verilmemelidir.
Babalan ölen 7-10 yaş çocukları karanlıktan, gece yalnız yatmaktan, evde yalnız kalmaktan korkarlar. Bu yaş çocukları hayalet hikâyelerine meraklı olurlar ve okulda birbirlerine gerçek dışı ve olağanüstü korkunç hayalet öyküleri anlatırlar. Buna bir de babanın ölümü eklenirse çocuğun korkuları oldukça artabilir. Babasının hayaleti gelecek diye korkan pek çok çocuk vardır.
Çocuğunuz 7-10 yaş arasındaysa, bu dönemi epeyce zor geçireceksiniz demektir. Neredeyse size yapışık yaşamayı isteyecek ve korkuları yüzünden günlük yaşamını yaşamakta zorlanabilecektir. Sabırlı olmalı, çocuğunuza karşı anlayışlı davranmalı ve kesinlikle psikoterapi seanslarına katılmalısınız.
11-14 yaş çocukları: 11 yaşından itibaren çocuklar olaylar ve durumlar karşısında mantık yürütmeye başlarlar. Diğer yaşlarına oranla, duygularını daha kontrollü yaşarlar. Davranışlarını daha çok kontrol edebilirler. Tuvaletleri geldiğinde, karınlan acıktığında ya da her hangi bir gereksinimleri olduğunda mantıklı davranarak, çözüm üretmeye çalışırlar.
Artık annelerine daha az bağımlıdırlar ve kendi ayakları ü-zerinde durmaya başlarlar. Adölesan (ergenlik) dönemine de girdikleri için davranışlarında değişmeler olur. Artık anne-babalarının sözleri onlar için tek doğru değildir. Kendi doğrularını oluşturmaya başlarlar. Arkadaşlık kavramları farklılaşır. Sırdaş arkadaşlar edinmeye başlarlar. Daha sosyaldirler. Gezme ve eğlenme anlayışları değişir. Dış dünyaya açılmak onlara keyif verir. Arkadaşlarla gezmek, müzik dinlemek, telefonda konuşmak en büyük zevkleri arasında yer alır. Bu arada ilk aşk ve
flört olayları da bu yaş çocuklarının hayatında önemli bir yer alır. Güzellik, yakışıklılık, beğenilmek, âşık olunmak kavramları onlar için olmazsa olmazlar arasındadır. Bunların yanı sıra pasaklı ve tembeldirler, uyumayı severler, söz dinlemezler, âsidirler, her şeyi bildiklerini sanırlar, odalarını toplamaz ve ders çalışmayı sevmezler. Bu dönemde ders notlarında düşmeler sık görülür.
Bu yaş grubu çocukları ölüm kavramım kendi mantıkları çerçevesine oturtmuşlardır. Hayata ilişkin neden-sonuç ilişkilerini kurabildiklerinden, ölüm kavramı onların zihninde yetiş-kinlerinkine yakındır.
Ancak yine de bu yaş grubu çocuklarına da babalarının öldükleri aniden söylenmemelidir. Çocuk babasının ölümüne alıştırılmalıdır. Bu yaş çocukları mevlitlere katılabilir, mezarlığa gidebilirler, yine de çocuğun kişiliği ve babasına olan duyguları göz önünde tutulmalıdır.
Babası öldükten sonra çocuk içine kapanabilir ve isyan edebilir. "Neden benim babam?" diye isyan etmesine sık sık rastlanır. Bu yaşlarda babasını kaybeden çocuklar Allah´a olan inançlarını da kaybedebilirler. Allah´a inançları zedelenebilir ve ateist (inançsız) bir tutum sergileyebilirler. Çocuğunuz böyle bir tutum içerisine girerse onu eleştirmeyin, kızmayın, yargılamayın. Ona biraz zaman tanıyın. Tepkisini şimdi bu şekilde ortaya koyuyor ama zaman içinde kendisini dengeleyecektir.
Çocuğunuzla dertleşebilir, duygularınızı paylaşabilirsiniz. Onun da sizinle duygularını paylaşması için zemin hazırlayabilirsiniz. Anne ile çocuğun en çok çatışma yaşadığı bir dönemde babanın ölümü sizin için zor bir deneyim olacaktır ama sabırlı ve anlayışlı tutumlarınız sayesinde bu zorlu günleri aşacağınızdan emin olmalısınız.
14-18 yaşlan Çocuklar 14 yaşından sonra iç dünyalarını kontrol etmekte daha başarılı olurlar. Tepkilerini ortaya koyma, duygu ve düşüncelerini doğru yansıtma becerileri geçmiş yıllara göre çok fazla gelişir. 18 yaşından sonra ise genç yetişkinler olarak yaşamlarını sürdürürler.
Bu yaş çocuklarının duygusal büyümeleri son derece hızlıdır. Olgunlaşmaya başlarlar, kişilik özellikleri daha da belirginleşmeye başlamıştır, çevrelerine karşı daha saygılıdırlar, kendi doğruları belirginleşmiştir, yardımlaşma duyguları, fedakârlık davranışları artar. Başkalarının düşüncelerine önem vermeye başlarlar. Artık mantık süreçleri daha sağlıklı işlemektedir.
Sevgi, aşk gibi özel duygularla tanışırlar. Terk etmeyi ve terk edilmeyi deneyimlerler. İdealleri şekillenmeye başlar. Arkadaşlarına olan çocuksu düşkünlükleri yavaş yavaş azalır ve anne-babaları ile zaman geçirmekten keyif alırlar. Kendilerini geliştirmek için hobiler oluştururlar ama bazıları yine de derslere çok ilgili değildir. Şekil ve dış görünüş onlar için önemlidir ama insanların kişiliklerinin de önemli olduğunun farkına vardıkları bir dönemdir bu yaşlar.
Bu dönemde babalarını kaybeden çocuklar depresyona girebilirler ve hayattan uzaklaşabilirler. Yine bu dönemde çocuğu ani şoklardan uzak tutmak gerekir. Ölüm haberini aniden vermek sakıncalıdır. Ama küçük yaş çocuklarına yapıldığı gibi, ölüm haberini haftalarca uzun zamanlara yaymak da doğru değildir. Her yaşta olduğu gibi bu yaşlarda da ölümü kabullenmek kolay değildir. Bu yaş çocuklarında da Allah´a isyanın yanı sıra, kadere isyan etme olabileceği gibi, tam tersine tepkiler de oluşabilir. Allah´a sığınma ve dinî inançlar çerçevesinde yaşamaya da yönlenebilirler. Ya da hiçlik duygusuna kapılıp dünyanın boş olduğu, gününü gün etmek gerektiği, çalışıp çabalamanın ne kadar anlamsız olduğu gibi patolojik (hastalıklı) düşüncelere de sığınabilirler.
16 yaşında babasını kaybeden genç bir kız bunun kendisine Allah´ın verdiği bir ceza olduğunu düşünmüş ve örtünmeye karar vermişti. Kendisi örtündüğü gibi, annesini de örtünmek için zorluyordu. 17 yaşındaki bir delikanlı da, hayatın ve yaşamanın boş olduğunu düşünmüş ve okulu bırakma kararı almıştı. 15 yaşındaki bir başka delikanlı da, babasının rolüne bürünmüş ve iş aramaya başlamıştı, oysa maddi sorunları yoktu. Panik bozukluğu olduğu için terapilere katılan 30 yaşlarındaki bir hanım da 15 yaşında babasını kaybettiğini ve o günden beri asla dua etmediğini söylemişti.
Eşinizi kaybetmek size hem maddi hem de duygusal yükler getirecektir. Bunun aksini düşünmek gerçekçi olmaz. Yakınlarınızın desteği, dinî inançlarınız ve çocuğunuzun sevgisi ile bu zorlu günleri aşacağınızı sakın aklınızdan çıkarmayın. Kendinizi bırakmamaya çaba gösterin, unutmayın ki, çocuğunuzun her zamankinden daha çok şimdi size ihtiyacı var. Anne olma sanatının içinde güçlü olmak da var.
Eşi ölen babalar
Babasını kaybeden çocukların durumunu, annesini kaybeden çocukların durumuna göre daha iyi görürüm. Çünkü çocuk belli bir yaşa kadar annesine bağlıdır. Anne sevgisi çocuğun dünyasında son derece önemli bir yer tutar. Kız olsun, erkek olsun, her çocuk anne sevgisi ile beslenir ve büyür. Kız çocuklar kendilerine annelerini model alırken, erkek çocuklar da iç güdüsel olarak annelerini mutlu etmek için kendilerince uğraşırlar.
Lise yıllarımda sınıfta bir kız arkadaşımız vardı. Yanlış hatırlamıyorsam lise ikideydik. Çok sessiz bir kızdı, kimseyle uzun uzun konuştuğunu görmezdik. Bazı günler gömleği ve eteği ütüsüz değil ama buruşuk gelirdi. Dersleri ne çok iyiydi ne de çok kötü. Orta derecede bir öğrenciydi. Tenefüslerde sınıftan dışarı çıkmazdı ve hiçbir organizasyona katılmazdı. Sanki sınıfta sadece bedeni vardı, ruhu yok gibiydi. Ama her zaman güler yüzlüydü, kimseyle kavga etmezdi, hocalara çok saygılı davranırdı. O kıza her baktığımda, içinde hüzün olduğunu hissederdim. Ne kadar güler yüzlü olsa da yüreğinde büyük bir acı varmış gibi gelirdi bana.
O sene aramıza katılan bu kızı yakından tanımayı istiyordum ama tüm çabalarımı kibarca geri çeviriyordu, sanki benden ve herkesten kaçıyordu. Okulun ilk dönemi böyle geçtikten sonra, ikinci dönemde samimi olmaya başladık. Onunla arkadaş olduktan sonra, annesinin ölmüş olduğunu öğrenmiştim. Babası ve abisi ile beraber yaşıyorlardı. Annesini geçen sene kaybettikten sonra, yaşadıkları şehri değiştirmeye karar vermişler ve Ankara´ya yerleşmişlerdi. Babasının, abisinin ve kendisinin anılara dayanamadığını söylemişti.
Evdeki sorumlulukları paylaşmışlardı. Her gün sırayla biri yemek yapıyor, evi temizliyor ve ütü yapıyordu. Baba ütü yapmayı beceremediğinden, o ütü yaptığı günlerde hepsinin giysileri buruşuk oluyordu.
Arkadaşım sanki yaşça bizden büyük gibiydi, aslında aynı yaştaydık ama o yaşadığı olumsuz deneyimden sonra olgunlaşmış, ağırlaşmıştı. Yaşıtları eve gidip annesine karnının aç olduğunu söylerken, o eve gidip kimi gün yemek yapıyor, kimi gün de evi topluyordu. O arkadaşıma çok üzülürdüm. Bazı sabahlar gözleri şiş okula gelirdi. Belli ki, geceyi ağlayarak geçirirdi. O-kullar tatil olduktan sonra araya yaz tatili girmişti. Okullar yeniden açıldığında arkadaşımız yoktu. Okuldan ve Ankara´dan ayrıldıklarım öğrendik. Belli ki, anılardan kaçamamışlardı.
O zamanlar ben de "Neden?" diye sorardım. "Neden Allah onu annesiz bıraktı?" Ama bu bir isyan şeklinde olmazdı, sadece merak ederdim. Hâlâ, annesi olmayan çocukları gördüğümde "Neden?" sorusu aklımdan bir ışık hızıyla geçer. Gözlerim dolar, boğazım düğüm düğüm olur. Sonra da bunun nedenini, yaşarken asla öğrenemeyeceğimi düşünürüm. Hepimiz onun kuluyuz ve Allah´ın dediği olur diye düşünerek kendimi toparlamaya çalışırım. Aradan çok uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ o arkadaşım ve babasının çökmüş omuzlarla yürüyüşü gözümün önünden silinmez.
Eşi ölmüş babaların durumu gerçekten zor. Çünkü onlar anneler gibi çocuklarını büyütme konusunda pratik değiller. Hayatları bir anda karmakarışık oluveriyor ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Akrabalarınızdan destek alın
Eşinizi kaybettinizse sizi zor günler bekliyor demektir. Bu zor günleri geçirirken çocuğunuz ya da çocuklarınızı büyütme konusunda akrabalardan destek almak sizi biraz olsun rahatlatacaktır. Anneanne, babaanne, teyze, hala gibi, çocuğa yakın kişilerin size destek vermelerine izin verin. Bazı babalar bu konuda sert davranıp yardım kabul etmezler, çocuklarını tek başlarına büyütmeye kararlı olduklarım söyleyerek çevrelerindeki insanları da uzaklaştırırlar. Ancak bu dönemde evin kalabalık olması, siz işe gittiğinizde çocuğa bakacak birilerinin olması ya da çocuğu okuldan karşılayacak birinin olması gerekmektedir. Eve alınacak bir yardımcı yemek, temizlik işlerini yapabilir ama olayın sevgi boyutunu da düşünmeniz gerekir. Sizin sevginizin yanı sıra, akrabaların sevgileri de çocuğa ilaç gibi gelecektir.
Annesinin öldüğünün çocuğa nasıl ve ne şekilde söyleneceği konusunda bir önceki bölüme bakabilirsiniz (bkz. "Eşi ölen anneler"). Yaşlara göre ölümün çocuğa nasıl söyleneceğini, tekrar olmaması açısından bu bölümde yazmaya gerek duymuyorum.
Bir önceki bölümde bu bilgilere ulaşabilirsiniz.
Anneanne, teyze, babaanne gibi, çocukla sevgi bağı olan kişilerin çocukla sık görüşmesi gerekir. Bu dönemde çocuğun onlara vereceği tepkiler sert olabilir. Küçük yaş çocukları annelerini istediklerini söyleyerek ağlayabilirler. Çocuğa kızmak ya da acımak yerine çocuk sakinleştirilmelidir.
Eşini kaybetmiş babalar kendilerini talihsiz hissederler. Her erkek, kişilik yapısına göre bu süreci farklı geçirir. Ancak ne olursa olsun yakın çevrenin yardımı geri çevrilmemelidir.
Çocuğunuzdan uzaklaşmayın
Bazı erkekler eşlerini kaybettikten sonra, geçici bir süreliğine çocuklarından uzaklaşırlar. Çocuklarıyla ilgilenmezler, onlarla zaman geçirmeye dayanamazlar. Bazı erkekler ise ilk zamanlar çocuklarını görmeye bile tahammül edemezler. Tamamen psikolojik kökenli olan bu tepki erkeğin kendisine gelmesiyle sona erer. Ancak çok uzun sürdüğü zaman çocuğu da olumsuz etkiler. Zaten annesini kaybetmekten dolayı oldukça örselenen çocuk bir de babasından uzak kalınca kendisini tamamen güvensiz bir dünyanın içinde hisseder.
Eşinizi kaybetmiş olmanın acısı ne kadar büyük olursa olsun çocuğunuzdan uzaklaşmayın. Onun size ihtiyacı olduğunu asla unutmayın. Eşini kaybetmiş bir baba şöyle demişti: "Kızımı her gördüğüm an, eşim aklıma geliyor ve dayanamıyorum." Eğer siz de benzer duygular hissediyorsanız psikolojik yardım almanız gerekiyor demektir.
Çocuk psikolojisi ve gelişimi konusunda bilgilenin
Çocuğun iç dünyasını anlamak, çocuk psikolojisini bilmek,çocuğun sorunlarına eğilmek, çocuğu büyütmek sanki sadece annelerin göreviymiş gibi algılanır. Çocuk büyütme ile ilgili kitapları anneler okur, babalar değil. Çocukla ilgili her yayını anneler takip eder, babalar değil. Danışanlarımın hepsi, eşlerine çocukla ilgili kitap ve dergi okutamadıklarından yakınırlar. Bazı erkekler eşlerine, "Sen oku, bana anlat" derler ama anlatıldığı zaman da sıkılıp dinlemezler. Çocuğun herhangi bir sorunu olduğunda anne doktora götürür, psikologa anne getirir, üstelik babalar, çocuklarını psikologa götürdü diye annelere kızarlar. Kısacası, çocuk büyütmek annelerin görevidir, babalar da eve para getirir. Anne çalışıyor olsa bile bu gerçek değişmez.
Ancak günün birinde anne hayata veda edebilir ve babayı çocuğu ile baş başa bırakabilir. Çocuğunuz ister üç yaşında olsun, ister on üç yaşında, kendinizi onun gelişimi ve psikolojisi ile ilgili bilgilendirmelisiniz. Bu konuda danışmanlık alabilir, yayınları takip edebilir ve yakınlarınızdan bilgi edinebilirsiniz. Bu noktada en iyi rehberiniz çocuğunuz olacaktır. Çocuğunuzun kişiliğini tanımaya özen göstermelisiniz.
Bundan sekiz yıl önce bir baba danışmanlık almak için gelmişti. Kızı iki, oğlu dört yaşındaydı. Anne ölmüştü. Baba iki çocuğu ile kalmıştı ve çocuk büyütmekle ilgili en ufak bir bilgisi bile yoktu. Kendinin ve eşinin anne-babası hayatta olmadığı gibi, var olan akrabaları da yurtdışında yaşıyordu. Çaresizlikten hüngür hüngür ağladığını bugün gibi hatırlıyorum. O babayla yıllar boyu çalıştık, çocukları takip edip gözlemledik. Her şeyden önce ona çocuklarını tanıması gerektiğini önermiştim. Bunun yanı sıra, çocuklara ilişkin tüm yayınları takip etmesi, seminer ve söyleşilere gitmesi gerektiğini de anlatmıştım. İlk iş olarak eve bir yardımcı bayan alınmıştı. Bu bayanın anne olmuş bir kadın olması gerekiyordu. Orta yaşlı olan bu bayan gerçekten de çocuklarla çok güzel ilgileniyordu. Başa çıkamadığı, zorlandığı ya da bilmediği konularda beni arıyor, bazen de geliyordu. Baba da çocuklara ilişkin tüm konularda kendini geliştiriyordu. Çocuklarıyla iletişimi oldukça sağlıklıydı, sadece annelerini özleyip "Gelsin" diye ikisi birden ağlamaya başladıklarında sinirleri bozuluyor ve o da ağlıyordu.
İşte bu da hayatın koyu renkli yüzü diye düşünürdüm, her zaman açık renkler yok. Ama bizler sahip olduklarımızın ne kadar önemli olduğunu fark etmediğimizden, sahip olduklarımızın değerini bilmiyor ve bazılarımız kendimize de, çevremize de hayatı zehir etmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Annesiz çocuk ya da çocuklar büyütmek kolay değil. Evde anne modelinin olmaması büyük bir eksiklik ama çocuğuna hem baba hem de anne olmayı başaran babalar da var. Annenin yokluğu daima hissedilir ama baba-çocuk iletişimi sağlılık olduğu sürece bu yokluğun çocuk üzerindeki olumsuz etkileri en aza iner.
Kendinizi çocuk gelişimi ve psikolojisi alanlarında bilgilendirin, donanımlı olun. Çocuğunuza bolca sevginizi hissettirin. Çocuğunuzun kişiliğini tanımaya çalışın. Onu bir birey olarak görün. Sorunlarını paylaşın ve çıkmaza girdiğinizde yardım alın.
Hayattan uzaklaşmayın ve sosyal olun
Erkekler kendilerini her ne kadar güçlü sanıyor olurlarsa olsunlar, bu anlamda ne kadar inat ederlerse etsinler, bilim insanları kadınların duygusal dünyalarının daha güçlü olduğunu söylüyor. Kadınlar zorluklara ve acılara karşı, erkeklere göre daha dayanıklılar. Kadınlar sorunlar karşısında, erkeklere oranla daha pratik ve hızlı çözümler üretebiliyorlar. Eşini kaybeden kadınlar günlük yaşama ve şartlara, eşini kaybeden erkeklere göre daha çabuk uyum sağlayabiliyorlar.
Eşinizi kaybettikten sonra, onun ölümünün acısı, çocuğun bakımı, evin geçim derdi derken hayattan uzaklaşabilirsiniz. Bir de bakarsınız ki, hayatınızda sadece işiniz ve çocuğunuz vardır. Bu durum hem sizin hem de çocuğunuz için olumsuzluklar yaratabilir. Daha sosyal olmaya özen göstermelisiniz. Yakın akrabalarla görüşmek, arkadaş ziyaretleri, eve arkadaşları çağırmak, çocukla birlikte sinema vb. faaliyetlerde bulunmak, sizi içinde bulunduğunuz yalnız hayattan kurtaracaktır. Çocuğunuz için de durum aynı boyutta önemlidir. Sizinle yapacağı dost ve yakın çevre ziyaretleri, onun da ileride arkadaşlarına yaklaşımını oluşturacaktır. Unutmayın ki, siz ona model-örnek oluşturuyorsunuz. Hayattan izole olarak yaşamak, çocuğunuzun da kişilik gelişimini ve psikolojisini olumsuz olarak etkileyecektir.
Bazı erkekler sosyal hayata açılmanın içlerinden gelmediğini, akşam eve geldiklerinde kımıldayacak halleri olmadığını söylerler. Bu doğrudur da. Bu konuda kesinlikle haklılardır. Ancak sosyal olmak gece-gündüz gezmek anlamına gelmiyor ki. Haftada bir gün ya da akşamınızı çocuğunuzla birlikte ev gezilerine ya da misafir kabul etmeye ayırır, bir günü de çocuğunuzla yapacağınız spor, sanat ya da başka bir faaliyete ayırırsanız sorun çözülecektir.
Bazı erkekler de çevrelerindeki arkadaşlarının hepsinin eşi olduğundan, onları rahatsız etmek istemediklerini söylerler. Ancak bu biraz da kaçıştır. Siz bekâr bir erkek değilsiniz ki, onları rahatsız edesiniz. Siz de çocuğunuz ya da çocuklarınızla bir ailesiniz. Diğer aileler ile birlikte olarak, çocuğunuzda aile modeli kavramını pekiştirmiş olursunuz.
Pes etmeyin
Yaşı küçük çocuk ya da çocuklarla bir babanın yaşamını sürdürmesi tabiî ki kolay değil. Öneriler ne kadar çok olursa olsun, uygulamak her zaman için zordur. Önerileri hemen uygulamaya geçirmek ve başarılı olmak mucize gibi bir şeydir. Kimi zaman duygularınız yapmanız gerekenlere engel olur, kimi zaman yaptıklarınız düşüncelerinize ters gelir ve çoğu zaman da ilk denemelerde başarısız olursunuz.
Bir daha denemekten çekinmeyin, bir daha uygulayın, bir daha yeniden başlayın. Asla umutsuzluğa düşmeyin, kendinizi beceriksiz olarak nitelemeyin. İçinde bulunduğunuz durumun kolay olmadığı gerçeğini hatırlayın ama pes etmemeye de kararlı olun.
Zaman zaman kendinizi isyan ederken, zaman zaman ağlarken, zaman zaman da her şeyi bırakıp gitmek isterken bulabilirsiniz. Bu duygularınızın hepsinin doğal olduğunu bilin. Siz de bir insansınız. Sizin de bir kapasiteniz var. Zorlanmanız ve artık dayanamayacak hissetmeniz size garip ya da yanlış gelmesin. Kendinize kızmayın, acımayın ve öfkelenmemeye özen gösterin. Yıkıcı duygulardan uzak durun. Sizi yapıcı duygulara yöneltecek durumlara yönelin. Spor yapmak, yoga yapmak, müzik dinlemek sizi rahatlatacak alternatiflerden olabilir. Alternatiflerinizi yaratın ve rahatlayın.
Eri Önemlisi de çocuğunuz ya da çocuklarınızdan güç alın. Onların yürekleri o kadar temizdir ki, pozitif enerjilerinin size yansıyacağına inanın.
Her türlü zorluğa karşın yaşamanın yine de güzel olduğunu keşfetmeye çalışın. Hayatı çocuklarınızla paylaşın ama kendinize özel zamanlar ayırmayı da ihmal etmeyin.
Yaşam denilen yarışta pes etmek yok. Unutmayın ki, pes ettiğinizde sadece siz değil, çocuğunuz da tökezleyip düşecektir. Her baba, çocuğunun annesiyle büyümesini arzu eder. Ancak istekler her zaman gerçekleşmeyebilir. Hayatınızdaki gerçeği kabullenin, çocuğunuzun annesiyle değil de babasıyla büyüyor olduğunu düşünmek sizi üzmesin. Ya siz de olmasaydınız?
Tüm kelimelerin içinde yarışma yapılmış. Birinciliği "yeniden" kazanmış. Ve "yeniden", hiçbir zaman birinciliği başka kelimelere bırakmamış...
Hayata yeniden sarılmak
Bu kitapta, yazarken en sevimsiz bulduğum ve en keyifsiz yazdığım bölümün bu bölüm olduğuna inanmanızı isterim. Ne kadar uzman olursanız olun, konunuzda ne kadar profesyonel olursanız olun, konu ölüm ve çocuk olduğunda etkilenmemeniz elde değil. Ya da en azından benim için böyle. Bu bölümün sonuna geliyoruz. Bu satırları yazarken beni tek mutlu eden şey, sizlerin sorunlarına ve aklınızdaki soru işaretlerine biraz olsun ışık tutacağımı bilmek oldu.
Konuşmacı olarak katıldığım her seminerde, neden annesi ya da babası ölen çocukların durumu ile ilgili bir yayınım olmadığı sorusu ile çok sık karşılaştım. Sadece bu konuda, anne-babalara rehber olacak bir kitabın çok kısıtlı olabileceğini düşünüyordum. Anne-Baba Olma Sanatının çatısını hazırlarken aklımda hep bu konu vardı. Umarım amacına ulaşır.
Bu bölümün sonuna gelirken, sizlere yeniden hayata sarılmanızı öneriyorum. Yaşadığınız deneyimin çok zor olduğunu biliyorum. Önerilerin çok kolay hayata geçirilmeyeceğini de biliyorum. Eşinizin öldüğünü çocuğunuza söylemenin, yöntemi her nasıl olursa olsun, ne kadar acı verebileceğim de hissedebiliyorum. Ancak şunu da biliyorum ve sizin de bilmenizi istiyorum ki, siz hayata ne kadar sımsıkı sanlırsanız çocuğunuz ya da çocuklarınız da o kadar sımsıkı sarılacaktır.
Acınızı olabildiğince yaşayın ve daha sonra acınızı serbest bırakın. İçinizde tutmayın. Acınıza değil, hayata sarılın. Hayatın güzelliklerini, renklerini görmeye çalışın. Hayatın mucizesini çocuğunuzda yakalayın. Eşinizin bedenen değil ama ruhen sizinle olduğunu bilin ve bu size güç versin.
Yaşamaktan ve hayattan kaçmak, güçsüzlerin seçimidir. Oysa eşiniz sizin asla güçsüz olmanızı istemezdi. Sizin ve çocuğunuzun mutlu olmasını isterdi. Yaşamayı, hayatı, güçlü ve mutlu olmayı seçin. Başaracağınıza inanıyorum, siz de inanın. "Yeniden" deyin kendi kendinize ve yeniden kelimesinin amacına sımsıkı sanlın.
ANNE-BABA OLMA SANATI
Biyolojik anne-baba olmanın, olayın yüzeysel ve kolay tarafı olduğuna inanmışımdır. Detaylı ve zor olan, bir çocuğu kişiliği gelişmiş, özgüveni yerinde, başarılı ve mutlu bir birey olarak yetiştirebilmektir. Anne-babalan sanatçılar olarak görürüm. Çünkü çok önemli bir eser yaratıyorlar. Anne-baba olmak da bir sanat bence. Yaratılan eseri, en güzel biçimde şekillendirmek söz konusu.
Her sanatçının kendisini geliştirmesi gerektiğini biliyoruz. Anne-babalar da kendilerini sürekli geliştirmeliler. Her sanatçı yaratıcılığını sonsuz bir şekilde ortaya koymalı. Anne-babalar da yaratıcılıklarını ortaya koymalılar. Sanatçılar yarattıkları eserden gurur duyarlar. Anne-babalar da çocuklarından gurur duymalılar. Ancak sanatçılar yarattıkları eseri beğenmediklerinde bozup yeniden yapma özgürlüğüne sahipler, anne-baba olma sanatında ise böyle bir yap-boz olayı mümkün değil. Çocuklara ilişkin yapılan hataların geri dönüşü yok.
Yaşam her gün bizlere yepyeni fırsatlar sunar. Bu fırsatları görüp değerlendirmek ya da fırsatları hiç görmeden yanından geçip gitmek bize bağlıdır. Çocuklarımız bizlere verilen en güzel fırsatlardır. Onları iyi değerlendirmeyi bilmeliyiz.
Gözlerinizi hayata açtığınız her yeni günde, çocuğunuzun bir gün daha büyüdüğünün ne kadar farkındasınız? Her yeni günün akşamında, çocuğunuzun pek çok farklı deneyimler kazandığının ne kadar farkındasınız? Onun duygularının günbegün zenginleştiğinin, düşüncelerinin geliştiğinin, davranışlarının değiştiğinin ne kadar farkındasınız? Hayatın koşuşturması, iş-güç, para kazanma, kariyer edinme, daha pahalı arabaları alabilme, daha büyük evlerde oturabilme çabalarınızın çocuğunuzla iletişiminizde engeller oluşturduğunun farkında mısınız?
"Ne çabuk büyüdü, daha dün küçücük bir bebekti" derken, onun büyüme sürecini gerçekten birlikte yaşayabildiniz mi? Dün bağıra-çağıra ağlarken onun gerçek duygularını yakalayabildiniz mi? "Baba ne çok çalışıyorsun, seni hiç göremiyorum" dediğinde ona kızmak yerine, küçücük bedenine sarılıp "Seni çok seviyorum" diyebildiniz mi? "Annecim çok korkuyorum" dediğinde onu eleştirmek yerine, pembe yanaklarından öpüp onu sakinleştirebildiniz mi?
Çocuğunuz belki çok küçük, belki beş yaşında, belki on ya da on beş; yaşı kaç olursa olsun, onunla empati kurup, onun hissettiği gibi hissedebiliyor musunuz? Onunla yeterince zaman geçirdiğinize ve paylaşımlarda bulunduğunuza inanıyor musunuz? Size çözemediği herhangi bir sorunla geldiğinde, yaratıcılığınızı kullanıp ona çözüm getirmek yerine, çözümü görmesi için yönlendirebiliyor musunuz? Başarısızlıklarında ona kızmak yerine, başarısızlığının altında yatan gerçek nedenleri bulmak adına çaba gösteriyor musunuz? Davranış bozuklukları geliştirdiğinde ya da depresif davrandığında onu azarlamak yerine onu anlayabiliyor musunuz?
Kendinizi anne ya da baba olarak eleştirebiliyor ve eksik ya da hatalı yönlerinizi gerçekçi olarak görebiliyor musunuz? Sadece hataları görmek yetmiyor, hatalarınızı düzeltebiliyor musunuz?
Ve hayatta çocuk sahibi olmanın ne büyük bir şans olduğunu
biliyor musunuz? Yaklaşık dört yıldır Ankara´da özel bir hastanenin tüp bebek bölümünde çalışıyorum. Orada çocuk sahibi olamayan kadın ve erkeklerle grup çalışmaları ve terapi seansları düzenliyorum. Yıllarca çocuk sahibi olmak için çırpınan bu insanları tanımanızı isterdim. Tüp bebek tedavisi oldukça pahalı bir tedavi. Kimileri tarlalarını satıp geliyor, kimileri yıllarca çalışıp, yemeyip içmeyip para biriktiriyor ve bin bir umutla tedaviye başlıyor. Tedavi pahalı olduğu kadar, zahmetli de. Ama inanın tedavi süresince hiçbir şikâyette bulunmuyorlar. Çocuk sahibi olacaklarını öğrendiklerindeki coşku ve sevinçlerini, tedavinin olumsuz sonuçlandığını duyduklarında yüreklerindeki acıyı ve gözlerindeki yaşlan bir görseniz. Orada, insanın çocuk sahibi olmasının aslında nasıl da büyük bir mucize olduğunu görüyorsunuz. Ve çocukları olan insanların ne kadar harika bir mucizeye sahip olduklarını anlıyorsunuz.
Eşlerle görüştüğümde mutlaka şu soruyu sorarlar: "Sizin çocuğunuz var mı?" Ve büyük bir merakla gözlerimin içine bakarak yanıtımı beklerler. "Evet" dediğimde biraz buruk, biraz da hayal kırıklığı ile karışık yüzler görürüm. Buruklukları "Keşke bizim de olsa" diyedir. Hayal kırıklıkları ise, "Senin çocukların varmış, bizi anlayamazsın ki" anlamındadır. İkinci duygularında haklılar. Onların hissettiklerini bire bir hissede-bilmem mümkün değil, çünkü ben bir anneyim ve çocuğumun olmamasına ilişkin hüzünler, acılar yaşamadım. Ama onları şu anlamda anlayabiliyorum; anne olmasaydım ben de bu duyguları yaşardım. İki çocuk annesi olarak, çocuklarımın doğduklarından beri bana hissettirdikleri şahane duyguları yaşamamış olmayı düşünemiyorum bile...
Herkesin anne-baba olmalarının keyfini çıkarmaları gerektiğine inanıyorum. Hayatta çocuk sahibi olmak muhteşem bir deneyim.
Aynı zamanda hayatta sağlıklı çocuklara sahip olmanın da büyük bir şans olduğuna inanıyorum. Zekâ özürlü pek çok çocukla ve aileleriyle çalıştım. On yaşındaki çocuğu ayakkabısının bağlarını bağlamayı öğrenebildi diye sevinçten ağlayan, on beş yaşındaki çocuğu birkaç harf yazmayı öğrendiğinde sevinç çığlıkları atan anne-babalar gördüm. Bu anne-babaların işe daha az, çocuğa daha çok zaman felsefesi geliştirdiklerine tanık oldum. Onlar daha çok para, son model araba, daha çok kariyer peşinde değildiler, onlar çocuklarıyla hayatın her anını paylaşma isteği içindeydiler. "Daha çok sevgi, daha çok paylaştın, daha çok ilgi" formülünü uyguluyorlardı.
Normal zekâya sahip bir çocuk, yaşına uygun bir davranışı ilk kez yaptığında anne-babası fark etmiyor bile, ama bu çocukların davranışlarındaki en küçük bir gelişme bile anne-babalarının bayram ´sevinci yaşamasına ve çocuklarını öpücüklere boğmasına neden oluyor.
Gerek zihin gerekse beden sağlığı yerinde olan çocuklara sahip olmak, anne-baba için ne büyük bir nimet.
Lösemili çocuklarla ve aileleriyle haftada bir görüşüyorum. Bu görüşmeler beni duygusal anlamda zedeliyor olsa da, onlarla olmak bana mutluluk veriyor. Bedenleri hasta, tedavinin olumlu sonuçlanacağı yüzde yüz değil. Ve bu çocuklar için moral çok önemli. Moral düzeylerinin yüksek olması gerekiyor. Annelere, üzüntülerini çocuklarına hissettirmemelerini söylüyorum. Bu bir anne için ne kadar zor bir durum. Çocuğu lösemi hastası, yüreğinin bir bölümü umut dolu, ama bir bölümü de çocuğunun öleceğinden deli gibi korkuyor. Bu anneler görüşme odasında hıçkıra hıçkıra ağlarlar ama çocuklarının yanına giderken neşeli ve mutlu görünmeye çalışırlar. Görüştüğüm annelerden biri şunları söylemişti:
- Ona bu hastalığı yakıştıramıyorum ama oldu işte. Gözlerine her baktığımda içimden ağlamak geliyor. Geçenlerde kendimi ağlamamak için sıktım ve dayanamayacağımı hissedip odasından dışarı çıktım. Aşağı indim ve ağladım. Sonra yüzümü yıkayıp yanına döndüğümde bana ´Ölücem diye mi ağlıyorsun anne?´ dedi.
Tedavi gören bu çocuğumuz iyileşti ve şimdi çok sağlıklı ama o annenin kalbinde alev alev yanan acıyı yaşamayan bilemez.
Bu çocukların anneleri çocukları biraz kilo aldıklarında, geceyi uyuyarak geçirdiklerinde, bir yudum yemek yediklerinde nasıl mutlu oluyorlar bilemezsiniz. Çocuklarına moral vermek için çırpınıyorlar, onları üzmemek, kalplerini kırmamak için, konuşurken kelimeleri seçerek, özen göstererek konuşuyorlar. Anne-babalar olarak zorlu ve acı deneyimler yaşıyorlar ama çocuk psikolojisi ile ilgili tüm toplantılara katılıyorlar, büyük bir ilgi ile dinliyorlar, sorular soruyorlar ve önerileri uygulamak için olağanüstü çaba gösteriyorlar.
İnsanın yapısı ilginç, sahip olduklarının önemini ve değerini bilmiyor. Ne zaman ki, kaybetme korkusu yaşıyor, o zaman elindekilerin ne kadar değerli olduğunu anlıyor ve sımsıkı sarılıyor.
Çocuklar değerli, çocuklar özel, çocuklar mutlu olmaya layık, çocuklar sevilmeye, ilgilenilmeye, zaman ayırılmaya layık. Çocuklarınızın değerini anlamanız için onlarla ilgili olumsuz bir deneyim yaşamanıza gerek yok. Anne-baba olmanın mutluluğuna varmanız yeterli.
• Çocuğunuzu her sabah öperek uyandırın.
• Sabah kahvaltısını hep birlikte yapın.
• Çocuğunuzu okula gönderirken ona sanlın, onu öpün ve basanlar dileyin.
• Çocuğunuzun sorunlarını, size saçma gelse de dinleyin.
• Korkularında ona kızmayın.
• Çocuğunuzun sevinçlerini paylaşın.
• Akşam yemeklerini, ailece birlikte yiyin.
• Çocuğunuz uyumadan önce onu mutlaka öpün.
• Onun yanında kavga edip, birbirinizi ve onu incitmeyin.
• Ve ona "Seni seviyorum" demeyi günlük yaşamınızın birinci sırasına yerleştirin.
Anne-babasıyla aynı sofrada yemek yiyen çocukların mutlu çocuklar olduğunu, geceleri uyumadan önce anne-babası tarafından masal okunan çocukların kendilerine güvenli çocuklar olduklarım, sabahlan okula giderken öperek uğurlunun çocukların başarılı çocuklar olduğunu biliyor muydunuz?
Bu kitap sizlerle paylaştığım on ikinci kitabım. Ben çok severek yazdım, umarım siz de severek okumuşsunuzdur. Ve umarım amacına ulaşır.
Bu kitabı sadece annelerin değil, babaların da okumasını arzu ediyorum. Ülkemizde babaların çocuk psikolojisi ve gelişimi ile ilgili konularda çok az ya da hiç kitap okumadıkları gibi bir gerçek var. Gelin, bu gerçeği değiştirelim. Bilinçli babaların sayısını çoğaltalım. Bir baba olarak, kitabı okuduktan sonra bana e-posta gönderirseniz, sayının ne kadar arttığını görebiliriz. Çocuğunuz adına bu kitabı okuduğunuz için sizi kutluyorum.
Çocuğunuz ve çocuklarınızla mutlu bir yaşam dileği ile...