JOSH HASAN: “EĞER MÜSLÜMAN OLMASAYDIM...”

“Ölümün nerede nasıl geleceği belli değil. Müslüman olduğunu açıklamadan önce beklenmedik bir şekilde yolda yürürken bir trafik kazası geçirsen gayri müslim olarak hayatını sonlandırmış olacaksın. Bu da ebedî hayatının mahvolması demek olacak.” Bu sözleriyle sanki bir süre önce yaşadığım kazadan ders almayan beni uyarıyor gibiydi. İslâm’ı din olarak seçtiğimi açıklamak için daha fazla beklemenin anlamı yoktu.

JOSH HASAN: “EĞER MÜSLÜMAN OLMASAYDIM...”

Ayten Yadigar


JOSH HASAN:

“EĞER MÜSLÜMAN OLMASAYDIM...”



HAZIRLAYAN: AYTEN YADİGÂR



HER ŞEY on yaşlarında iken başlamıştı. O yıllarda ailemle birlikte yoğun Yahudi nüfus barındıran Brooklyn kasabasında yaşıyordum. Anne babam İbranice öğrenmem ve Yahudilik hakkında bilgilenmem için Muhafazakâr Sinagog’a kayıt olmamı uygun gördüler. Fakat her ikisini de pek iyi öğrendiğim söylenemez.

Bu arada gizli gizli Hristiyanlığa göz atmaktaydım. Çünkü çevremde Hz. İsa’ya inanan ve yolunu takip ettiklerini söyleyen arkadaşlarım vardı. Fakat insanların, ellerinden bir şey düşürdüklerinde veya sendeleyip düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarında, bu büyük insanın adını hürmetsizce andıklarını görüyor ve niçin böyle davrandıklarını anlayamıyordum. Hz. İsa’yı daha edebli bir şekilde anmak gerekmiyor muydu? Dahası O Tanrı’nın oğlu olabilir miydi? Aynı yıl Yahudilik ve İsrail üzerine okumalarım devam ederken yeni bir dine daha rastladım: İslâm!

Müslümanlar hakkında edindiğim ilk bilgi onların Kur’an’a inanan ve Hacca giden insanlar olduğuydu. İlginçti, fakat İsrail’e olan bağlılığım ve duyduğum sempati, İslâm hakkında daha fazla bilgilenmek için yapmam gereken okumalarımı engelledi. Medyanın etkisiyle, Müslümanların Yahudileri bir dinamit gibi havaya uçuran teröristler olduğunu düşünüyordum. Yahudiler iyiydi, Araplar kötüydü. Arkadaşlarım böyle söylüyorlardı, öğretmenlerim bunu imâ ediyorlardı. Bu nedenle İslâm’la ilgili okumalarıma son verdim.

1995’e geldiğimizde ailem sinagog değişikliği yapmaya karar verdi. Muhafazakâr yapıdan “Reformcu Yahudiler” olarak adlandırılan yeni bir gruba geçiş yaptık. Son derece liberal olmuştuk.

Ancak yeni haham benim için, bir manevî liderin sahip olması gerektiğini düşündüğüm özelliklerden çok uzak bir görünüm arz ediyordu. Bir akşam cemaat hâlinde otururken, hemen yakınlarda bulunan Boston Kolej’in bahçesinde gezen kız öğrencileri bizce hoş olmayan bir nazarla süzmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederek birkaç kişinin gülmesine sebep olmuştu.

Doğru düzgün bir dine bağlanmam gerektiğini düşünüyordum. Ama bu Ortodoks Yahudiliği olmayacaktı.



Hristiyanlığın güçlü olduğunu düşündüğüm manevî boyutundan etkilenmiştim. Bilgilenmek için Katoliklerin büyük ayinlerine gidip papazlarla konuştum. Hz. İsa’nın ilâh olduğuna inanma konusunda kendimi çok zorladığım anlar oldu. Fakat ‘oğul’a dua etmek fikri bana çok anlamsız geliyordu. Uğraştığım halde bir sonuç alamayacağımı biliyordum. Buna rağmen kilise derslerine devam ettim ve öğrendiğim duaları okumaya çalıştım. Vaftiz edilmediğim için Katolik sayılmıyordum. Vaftiz için dokuz aylık dersleri tamamlamam gerekiyordu. Fakat, Katolik olmadan ölürsem ne olacaktı? Bu tür sorular gündeme gelince Hristiyanlık öğretisinin ne gibi eksiklikler taşıdığını araştırmaya karar verdim. Ama bir süre sonra dersleri tamamen bıraktım.

Şubat 1999’da Hristiyan olmadığım halde bu dini terk ettim. Artık “kurtulanlardan” sayılmıyordum ama bu umurumda bile değildi. Ailem Katolik Kilisesinden ayrılmama gerçekten memnun olmuşlardı. Ancak ben hâlâ tek Tanrı inancımı muhafaza ediyordum. Kiliseden ayrılışım ve gerçek dini arayış sürecine girmem sanki bir anda oluvermişti.



İslâm’la ilgili araştırma yapmak istediğimi söylediğimde babam beni bir kütüphaneye götürdü ve maalesef Britannica Ansiklopedisinden Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında yazılanları okumamı tavsiye etti. Okuduğum makalede İslâm Peygamberi’nin pek çok Yahudiyi katlettiği iddia ediliyordu. Bunu öğrendiğimde hem çok üzüldüm, hem de büyük bir şaşkınlık yaşadım. Bir an ne düşüneceğimi ve ne yapacağımı bilemedim. İslâm’ı reddetmeyi düşündüm ancak yine tek Tanrı’ya inanmaya devam edecektim. Öyleyse ne yapmalıydım? Yahudiliğin tahrif edildiğini biliyordum. Hristiyanlığın tahrif edildiğini de biliyordum. Ve şimdi bir şeyi daha iyi biliyordum ki, Britannica Ansiklopedisi doğruyu anlatmıyordu. Bu durumda İslâm’ı doğru kaynaklardan öğrenmem gerektiğine karar verdim.

Müslümanlarla tanışabilmek için yerel bir cami aramaya başladım. İnternetten araştırma yapmak daha kolay olur düşüncesiyle Boston’da mevcut camilere bu şekilde ulaşmaya çalıştım. Nihayet ilgili web sitesi açıldığında ekranın hemen üst kısmında “Selamün Aleyküm” yazısı ile karşılaştım. Hemen adresi aldım. Boston’da bir cami bulmak ne büyük şanstı.

Şubat ayı sonlarında Prospect Caddesi’ndeki camiye gittim. Hayatımda ilk kez dindar Müslümanlarla tanışacaktım ve beni nasıl karşılayacaklarına dair hiç bir fikrim yoktu. Acaba onların karşısında Yahudi kimliğimi saklamalı mıyım diye bile düşündüm. Sonra derin bir nefes alarak içeri girdim. Gördüğüm ilk kişiye “Af edersiniz, buraya İslâm hakkında bilgi edinmek için geldim”diyerek orada bulunma nedenimi açıkladım. Tanımadığım bu insanın sözlerime nasıl bir tepki vereceğini merakla bekledim. Ya bir eğitim sürecine davet edilirim ya da geri gönderilirim diye düşünüyordum. Gerçekten de talebime red cevabı alıp geri dönmek zorunda kalır mıydım? Bu düşüncelerle ayakkabılarımı elime alıp gitme hazırlığı yaparken, konuştuğum kişi “İngilizce bilmiyorum” diyerek ana odaya geçti. Ben de onu takip ederek içeri girdim. Beni öylesine gezip dolaşmam için yalnız bırakıp bırakmadığını tam olarak anlamamıştım. İçeride secde hâlinde ibadet eden insanları gördüm. Bir ara ne yapacağımı bilemedim.

Daha sonra beni yalnız bırakan adamın büyük bir kalabalıkla içeri girdiğini fark ettim. Bulunduğum yerde oturdum kaldım. Bir tarafta ben, diğer tarafta elli kadar inançlı insan yer alıyordu. Hepsi birden aynı anda benimle heyecanla konuşmaya başladılar. Oldukça karışık ve bunaltıcı bir andı. Fakat kendimi çok iyi hissediyordum. Müslümanların İslâm’a ne kadar önem verdikleri böylece anlaşılıyordu. Elime tutuşturdukları Resimli İslâm Rehberi adlı broşüre bir göz attığımda öncelikle Kelime-i şehadet ile karşılaştım:

“Eşhedü en la ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulühü!”



Öylesine heyecanlanmıştım ki, sanki o an bu sözü söylemeye hazır biri gibiydim. Katolik olabilmem için dokuz aylık bir eğitim sürecini tamamlamam gerekiyordu. Yahudi olmak içinse muhtemelen daha uzun bir zamana ihtiyacım vardı. Oysa İslâm’ı benimsemek birkaç dakikalık bir meseleydi. Dostça davranan ama temkini elden bırakmayan bir kardeş:

“Emin misin? Bunu hemen yapmak zorunda değilsin” diyerek uyarıda bulundu.

Şaşırmıştım. Söyleyeceğim söz üzerinde düşünmek zorunda kalacak kadar büyük bir anlam mı taşıyordu? Hemen şu anda Müslüman olduğumu ifade etmekle çok mu acele davranmış olacaktım? Yapılan uyarıyı dikkate alarak böylesine önemli bir karar öncesi kendime biraz zaman tanımanın daha uygun olacağı sonucuna vardım. O gün Müslüman olmasam da harika bir cumartesi geçirmiştim.



Bundan sonraki bir yıllık dönemde çeşitli vesilelerle dünyanın farklı yerlerinden pek çok Müslümanla tanışma ve görüşme fırsatım oldu. Tüm farklılıklarına rağmen bunca kişinin birleştikleri tek bir ortak amaç söz konusuydu: Tek bir Allah’a en güzel şekilde kulluk etmek.

İslâm’ı kabul etmeden önce bilinçlenmek için daha ciddi ve kapsamlı çalışmalar yapmaya karar verdim. Okuduklarımı daha iyi anlamak ve İslâm terminolojisine âşina olmak düşüncesiyle Arapça öğrenmeye niyet ettim. Bu arada başıma beklenmedik bir trafik kazası geldi. Ama kazayı hiç yara almadan atlattım.

2000 yılının mayıs ayında uzun süredir görmediğim bir Müslüman arkadaşımla trende karşılaştım. Kendisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. Bana henüz Müslüman olup olmadığımı sordu. Hayır cevabını verdiğimde ise şaşırtıcı bir şey söyledi:

“Ölümün nerede nasıl geleceği belli değil. Müslüman olduğunu açıklamadan önce beklenmedik bir şekilde yolda yürürken bir trafik kazası geçirsen gayri müslim olarak hayatını sonlandırmış olacaksın. Bu da ebedî hayatının mahvolması demek olacak.” Bu sözleriyle sanki bir süre önce yaşadığım kazadan ders almayan beni uyarıyor gibiydi. İslâm’ı din olarak seçtiğimi açıklamak için daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Aynı gün öğleden sonra mescide gidip namaz kılan cemaati izledim. İnsanların saflar hâlinde secdeye varma halleri ne kadar etkileyici bir sahneydi. Bu hal gerçekten de önemli bir kulluk göstergesiydi. Ben de bundan daha fazla uzak kalamazdım. Namaz biter bitmez kardeşlerime o gün Müslüman olmak istediğimi söyledim ve onların şahitliğinde kelime-i şehadet getirerek hak dine dönüş yaptım. Artık hayatımda yeni bir dönem başlıyordu.